Uygarlığın oluşmasından binlerce yıl önce uygarlıklar öncesi bir tarih aşaması geçirilmiştir. Toplumsallaşma insan türünün var olma biçimidir. İlkel insanın insani değerlerle bütünleşmeye başlaması, toplumsal yaşamı oluşturması ve ona katılmasıyla olmuştur. Bu toplumsallaşmanın oluşmasında, temel...de kadın erkek ilişkilerinin gelişmesi önemli bir yere sahiptir. Bu ilişki sürecinde ve sonrasında ideoloji, temel olarak kadın eksenlidir. Toplumsal yaşamdaki bu ideoloji, pratik yaşama da yansımıştır.
İlk insanın savunma ve korunma güdüleri sadece kendisi ile sınırlı iken kadının kendisiyle beraber yavrusunu da sahiplenme ve koruma yoluna gitmesi, kadını erkekten farklı kılan- ayıran temel özelliği olmuştur. Kadının bu temel özelliğini toplumsallaşmayla birlikte geliştirmesi ve genişletmesiyle tabiat halinin aşılmaya başladığı görülür. Ortak ihtiyaçların beraberce giderilmesi ilk insan topluluklarının örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Yaşam perspektiflerinin giderek artması ve bu gereksinimleri karşılayacak kaynakların sınırlı olmasından dolayı belli arayışlara gidilmiştir. Bunun sonucunda toplayıcılık yerini çiftçiliğe ve hayvancılığa bırakmıştır. Üretim zincirinin aktif halkası olan kadın toplumsallaşma ve ortak yaşamın gelişmesiyle birlikte bu üretim sürecinde öğretici konumdadır. Öğretici konumun bir sonucu olarak toplumsal yaşamda erkeğin de üstlenmeye başladığı koruma, avcılık ve benzeri sorunların aşılmasında birlikte hareket edilmeye başlanmıştır.
Yaşamın değişen ve ilerleyen aşamasında erkek üretim alanında gittikçe yetkinleşmiş, hayvancılık ve çiftçilikte de en önemli yeri almıştır. bir önceki süreçte toplumsal yaşamın düzenlenmesinde söz sahibi olan kadın, bu konumundan ödün vererek eve çekilmeye başlamıştır. Erkeğin kadını geride bırakması üretimde belirleyici olmasıyla birlikte artık kadın erkeğin egemenliğine girmeye başlamıştır. Toplumda erkeğin ön plana çıkması ile doğduktan sonra kadın klanına yerleşen çocuk artık erkek klanına mensup oldu. Kan bağı ana tarafında değil baba tarafından aranmaya başlandı. Bu durum basit bir değişimmiş gibi görünse de Sümerlerde başlayan ve Babiller döneminde kadının toplumdan tamamen dışlanmasıyla devam eden sınıflı toplum döneminde (M.Ö. 2000 MÖ. 2000) üretime damgasını vuran tarım ve zanaatçılık, kominal toplumda var olan ve gelişen kolektif iş bölümünü, üretici güçlerin emek üretkenliğinin fazlalaşmasını sağlamıştır. Yeni tarım araç gereçlerinin üretilip, önceden var olanların geliştirilmesi gibi yenilikler üretimde ihtiyaçtan fazla ürünün elde edilmesine sebep olmuştur. Artı ürünün ortaya çıkmasıyla bu ürünün daha önceden kominal toplumun lehine denetleyen ve dağıtımını, kullanımını düzenleyen yönetici kesimler, kominal anlayıştan uzaklaşarak özel mülkiyetlerini yani tekelciliği geliştirmeye başlamışlardır.
Özel mülkiyet maddi durumu yükselttiğinden durumu özel olan kesimlerle diğer kesimler arasında yarışmalar başlamıştır. Bu da sınıfları ortaya çıkarmıştır. Erkek egemenliği çerçevesinde gelişen toplum 4000 yıllık bir süreyi kapsar. Yani uygarlaşma ve toplumsallaşma denilen bu dönem uygarlıksal gelişimi sırf erkeğe endekslemiş kadını tarih dışı bırakmıştır. Önce emeğin daha sonra bedenin erkek tekelindeki bir mülk haline getirilmesiyle başlayan sınıflaşma kadını ezilen ve sömürülen en eski sınıf olarak ortaya çıkarmıştır. Sosyalist özü, eşitlikçi, adil, paylaşımcı doğası gereği sınıfsallaşmayı özümseyen kadın doğasıyla sınıflı toplumlar tarihine giriş yapamamış ve sürekli bir düşüş yaşamıştır. Tarihte kalan birkaç kadın varsa bunlar da erkeksi kadınlardır.
Mevcut üretimsel gelişmeler yeni üretim alanlarının açılıp yeni emek güçlerinin bulunmasını şart koştuğundan artan kaynak arayışları köleleştirmenin temeli olmuştur. Ortaya çıkan yeni üretim anlayışı sonucu elde edilen artı ürün toplumun egemen sınıflarına aktarılmış, geriye kalan kesim ise üretimde daha fazla emeğe sahip olmasına rağmen egemenlere oranla daha az pay almışlardır. Bu durum da çalışan ve emek harcayan kesimin egemenlere bağlı olması sonucunu doğurmuştur. Özellikle savaşta esir alınanlar ve borcunu ödeyemeyen fakir insanlar gelişen yeni üretim ve insan emeğinin üzerine kurulu sistemin kölesi olmuştur. Bu yüzden köleci dönem sömürü adına en kanlı savaşların olduğu eşitsizlik ve sömürü tarihinin adıdır.
Artık hâkimiyeti elinde bulunduran erkek toprağa, mülkiyete, kadına ve insana kısacası her şeye sahip olma hırsı ile sonu gelmeyecek savaşlara başlamıştır. Köleleştirme savaşlarına hız kazandırarak gücüne güç katan egemen düzen ve cins, kılıç zoruyla fethedilen topraklardan elde ettiği kadın ve erkekleri kırbaç ve işkencelerin gölgesinde çalıştırarak insanlık değerlerini düşürmüştür. Köleci toplumda erkek egemenliği sınıf egemenliği ile iç içe geçirilerek toplumsal egemenliğe dönüştürülmüştür. Erkek, egemen cins, egemen sınıf, egemen devlet olmuştur. Erkek hem devletleşmiş hem de egemen kültürün her hücresine kurumlarıyla kendisini hâkim kılmıştır. Bu da toplumda kadının düşüşünün ve insanlığın, halkların düşüşünün bir ifadesi olmuştur. Devlet olgusunun çıkmasıyla tanrıların güç ve otoriteleri göklerden indirilmiş, hâkim artık tanrı krallar yani erkekler olmuştur.
Önceden toplumsal yönetimi elinde bulunduran kadınlar tarafından artı ürün diğer kabilelerle paylaşılmaktaydı. Kabileler arası sürekli yoğunlaşan değiş tokuşlar ile üretim giderek kişisel tüketim için yapılan bir faaliyet olmaktan çıkarılıp, salt değişim amaçlı yapılan meta üretimine çevrilmiş, insan dâhil her şey metaya dönüştürülmüştür. Doğurganlık özelliği nedeniyle nüfus ve iş gücünü arttırma zorunluluğu kadınların kabileler arasında değiş tokuş edilmelerine ve beraberinde nesneleştirilmelerine yol açmıştır.
Anaerkil dönemde kadının üretimsel etkinliği ve kutsal doğurganlığının getirdiği üstünlük ile sosyalist ve eşitlikçi çevrede toplumsal değerler ve yaşam tabularını belirleyen yönü kadınları yüceltirken, üretimde değişen rolün toplumsal rollere yansıması, böylece erkeğin 'yasa koyuculuğu' eline alması ile kadının geçmişte var olan doğal otoritesinin ve manevi etkinliğini yıktığı görülür. Erkek kendi koyduğu yasalarla egemenliğini kalıcılaştırırken, iradesini tartışılmaz mutlak iradeye çevirir ve kadını baba koca himayesine gir-meye mecbur kılar.
Köleci dönem kadının tarih içerisinde gelişimini tamamlayamadan kişiliğini, bulamadan yitirilmişliğinin kendine ve cinsine yabancılaşma sürecinin başlangıcı olmuştur. Kadının mevcut doğurganlık gerçeği ve fiziksel gücünün sınırlılığı öne sürülerek üretimsel anlamda tecridi de dayatılmıştır. Geçmişteki konumu ve üretkenliğine sahip çıkamayan kadın erkeğe karşı her zaman alttan alma yöntemini kullanmıştır. Yaşamdan ve özgürlüklerinden feragat eden kadın zamanla benliğini yitirmiş ve erkek mantığı ile düşünen bir kadın olmaktan kurtulamamıştır. Çabaları kendini mutlu etmek, için değil, erkeği memnun edebilme adınadır. Eve kapatılan kadın erkeğe karşı isteklerini ve var olan sorunlarını tartışarak değil entrikalarla çözmeye çalışmıştır. Kadın alt tabakadan da olsa üst tabakadan da olsa cinsel sömürüye maruz kalmıştır.
Tek tanrılı dinlere geçişten önce de sonra da kadına bakış açısında bir değişiklik olmamıştır. Tek tanrıcılık sisteminin temel unsuru olan peygamberlik kurumunun köleci sistemin yumuşatılmasında etkili olduğuna kuşku yoktur. Fakat Hz.İbrahim'le başlayan tek tanrıcılıkta tüm peygamberler erkektir ve kadına yer yoktur.
Mitlerde de Âdem ile ilk günahı işleme nedeni ile suçlu ve günahkar kılınan kadın şeytan ile özdeşleştirilmiştir. Kadını toplumsal faaliyetlerden en fazla uzaklaştıran ve koyduğu katı kurallarla yasalarla nefessiz bırakan Yahudilik, erkek egemenliğini ideolojik anlamda ilk olarak sistemleştiren dindir. Kadının cinselliği günah görülüp katı dini kurallarla sınırlandırılırken, erkeklere sınırsız evlenme ve cariye edinme hakkı verilmiştir. Bu dinde her şeyi ile yok edilen kadın köleci dönemin sonlarına doğru doğan Hıristiyanlık dini ile birlikte biraz da olsa bir yaşam umuduna kavuşur. Din tanrı karşısında kadın ve erkeğin eşit olduğunu savunarak erkeğe tek eşliliği ve sadakati dayatır. Fakat bedeni ve cinselliği, olumsuzlaşan geleneksel ahlakı onaylamış, kadın bedenini çok yönlü denetime almıştır. İsa'nın doğumu ile kadın tam bir doğum aracına indirgenmiştir ve en alttadır. Meryem'in hiçbir etkinliği yoktur. Rab üflemiş o da doğurmuştur. Üfleme erkek hâkimiyetini dile getirir. Aslında kadınla özdeşleşmesi gereken tanrısal güç çarpıtılmış, Meryem'in şahsında bu güç kadından çalınmıştır.
Sınıflı toplumun bir üst aşaması olarak nitelendirilen feodal düzen ataerkilliğin kendisine ideolojik bir çerçeve kazandırdığı dönemdir. Köleci sistemin yarattığı derin manevi boşluk ve insanı değersiz kılan yaklaşımını gidermek mantığıyla ortaya çıksa da çelişkileri daha da derinleştirmiştir. Din olgusunun feodal düzeni daha kalıcı kılmak ve kendi yoz sistemini daha da ilerletmek için iyi bir afyon olduğunu gören feodal ağa-beyler dini oldukça iyi kullanmışlardır. Artık toprağa bağlı sömürü anlayışı kendini bu düzenle göstermeye başlamıştır. Feodal dönemin ataerkil ezici yapısı kendi bünyesinde kültürel, sanatsal ve düşünsel hiçbir faaliyet barındırtmıyordu. Dini ezici ve sindirici bir unsur olarak kullanan feodal kurumlar özellikle kadını yaratıcılık yetilerinden soyutlamış ve onu şeytanla özdeş kılmıştır. Kadına toplum dışılık dayatılmış, hekimlik ve ilaç yapımı ile uğraşan kadınlar ' cadılıkla' suçlanmıştır. Yani kadın sadece bir meta ve çocuk üretme aracı olarak görülmeye başlanmıştır. İslamiyet dini ve çıkışı itibari ile içinde bulunulan süreçteki sorunların çözümü olarak şeriat yasaları oluşturulmuştur. Kısa sürede egemen sınıfların eline geçen İslamiyet ve onun şerri yasaları toplumu daha da geriletmiş ve toplumda bir baskı unsuru olmuştur. Kadın bu yapı içerisinde de iradesizleştirilmiş, çarşafıyla eve odalara kapatılmış ve düşürülmüştür. Bu durum feodal toplumsal yaşam şeklinin her alanına yansımıştır. Toplumsal düzenin oturtulmasının temel ayağı olan aile kadın cinselliğinin ve bedensel-iradi tüm haklarının erkeğe devredilmesi anlamına getirilmiştir. Kadın toplumsal yaşamdan soyutlanmıştır. Yahudilik dininden devralınan sünnet ile erkek cinselliği ön plana çıkarılıp meşrulaştırılırken aynı yöntem kadın üzerinde cinselliğin bastırılması ve tahrip edilmesi amacına hizmet eder.
Bütün bunlarla birlikte feodalizmde kadın, barış görüşmelerinde, diplomatik ilişkilerin ilerletilmesinde verilen esas hediye malzemesiydi. Cariyelerin en fazla kurumsallaştığı bu dönemde erkeğe göre şekillenen kadın artık hemcinslerini bile çekemez duruma gelmiştir. Bu dönemde kadın tarihi artık tümüyle unutulmuştur. Kendi içinde bölünmüşlüğü en uç noktalara varmış kadın kendine ait olmayan kıskanç, didişmeci, dedikoducu özellikleri kendi adıyla özdeş kılmış, yapılan baskı ve yaptırımlarla kadın olmayı bile unutmuş, makineleşmiş, tekdüzeleşmiş, ezilmeye mahkum edilmiştir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan derin sömürü düzeni yaşamın sosyal boyutunda da et-kisini fazlasıyla hissettirmektedir. Özellikle insanlaşmanın ve sosyalleşmenin temel dinamiği olan kadınlara kapitalist yaşam biçimi içerisinde bir meta gözüyle bakılması ve sömürünün acımasız çarkları arasında sadece ekonomik olarak değil, cins olarak da sömürüye ve şiddete maruz kalması kadın sorununun günümüzde daha derin olarak varlık gösterdiğine işarettir.
Çünkü kapitalist-emperyalist sistemde kadının sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel gelişimine vahşi kapitalizmin tüketim toplumu, tüketim ilişkileri çerçevesinde yer verilmek istenmiştir. Bu bağlamda kadının estetik ve duygusal zenginliğini, yoğunlaşmasını 'cinsel obje' mantığı ile sömürmekte, çarpıtarak ve özünden boşaltarak dejenere etmeyi amaçlamaktadır.
Erkek egemenlikli sınıflı toplumlar sisteminin en üst ve son aşaması olan kapitalist dönem, neolitik çağın görkemi olan anaerklilikten sonra ele geçirdiği üreticilikle, her geçen gün kadın üzerindeki tahakkümünü derinleştirmiştir. Bilimsel ve teknik alanlarda meydana gelen gelişmeleri de egemenliğin sürekliliği için kullanan erkek, kadın üzerindeki baskı ve sömürüde sınır tanımazlığını pervasızca sergilemekten çekinmemiştir. Böylece diğer sınıflı dönemlerde kadının karşı karşıya kaldığı baskı ve ayrımcılık kapitalist-emperyalist dönemle birlikte ' sahte özgürlük ve sahte yaşam' aldatmacalarıyla altın tepside sunulan kadın gerçekliği inkarının diğer adı olmuştur. Çünkü kapitalizmin temel felsefesi olan bireycilikle başlayan metalaştırma kültürü, kadını cinsel obje olarak algılamış ve kadının cinselliğini pazarlama yolunu tercih ederek yeni bir sektör oluşturmuştur.
Kapitalizm, kadın etrafında oluşturduğu ölümcül sömürü çemberine doğuş yıllarından itibaren gün be gün yeni halkalar ekleyerek çoğaltmıştır. İlk yıllarda burjuva sınıfı kiliseler aracılığıyla en küçük sosyal birim olan aile kurumuna nüfuz ederek işe başlamış, kadının erkeğin egemenliğine girişi evlilik sözleşmesiyle resmiyet kazanmıştır. Böylece daha önceleri doğal bir gelişim seyri izleyen kadın, bir sadakat zinciri ile erkeğe yasalar çerçevesinde bağımlı hale getirilmiştir. Bu durumda aile, özel mülkiyetin kurumsallaşmış bir gerçeği olarak varlık göstermiştir.
Emperyalist aşamaya ulaşıldığında para-ekmek- kadın ilişkisinin karşımıza meta halinde çıktığını görüyoruz. Çünkü burada tüm ilişkilerin pazar ekonomisine göre şekillendiği açıktır. En başta insan ilişkileri, evlilik, kültür, siyasal yaşam kendisine ve geriye kalan her şey pazarlama kapsamı içerisindedir. Zira kapitalist-emperyalist sistemde insanın insana bağımlılığından çok, insanın metaya bağımlılığı söz konusudur. Bu sistemde, özgürlük, paylaşım, vicdan gibi mevcut değer yargıları gözetilmeksizin sırf maddi çıkar ve zevkler için insanlar biraraya gelir. Metaya bağımlılık arttıkça insanın kendisine ve özüne olan yabancılaşması artar. Artık insan kendi ürettiklerinin kölesi durumuna gelmiş olur. İnsani ilişkilerde maneviyat yerine maddiyat belirleyici konuma yükselir. Burada para insan davranışlarını, kişiliğini ve zevk algısından, estetik yapısına kadar her şeyi belirleyen bir olgu olarak karşımıza çıkar.
Meta kültürü içerisinde şekillendirilmeye çalışılan insan öyle bir hale gelmiştir ki ne istediğini ve nasıl yaşayacağını bilemez haldedir. Tepkileri ve öfkeleri eritilir, duyguları ve bi-linci çarpıtılarak dumura uğratılır. Kendisine yaşatılan yaşamı kolayca kabullenir. Çünkü bu yaşamı ve ilişkileri 'özgür iradesi' ile seçtiğini sanarak kendisini bu büyülü dünyanın rehavetine kaptırır. Burada kadın en çok sömürüye maruz kalan taraftır. Öyle ki gelişen liberal kapitalizm sürecinde sonuna kadar ailenin mülkü olan kadın, sermayenin mülkü haline getirilmiştir. Bu durum kadın tarafından 'özgürleşme ' olarak algılanır. Çünkü erkek egemenliği devam ederken kadına erkek egemenliğinin kontrolünde sınırlı bazı haklar tanınır ve sadece belli yerlere gelmesine izin verilir. Göreli olarak yaşanan bu rahatlık durumu kadını metalaştırmayı amaçlayan güçlü sermaye sisteminin işini daha da kolaylaştırır. Çünkü bu durumun farkına varamayan kadın bir yanılsamanın sonucu olarak adeta gönüllü olarak bu yaşamı arzular ve böyle bir arayışa girerek popüler yaşam denilen meta kültürü içerisinde erir ve cinsel bir obje haline gelir. Bu aşamada kapitalizm en fazla kitle iletişim araçlarını kullanır. Medya aracılığıyla egemenlerin yaşam tarzı, sözde sanat anlayışı ve sanatçılarının tatminsiz, doyumsuz, salt güdülere dayanan ilişkilenme tarz-ları milyonların beynini ve yüreğini tutsak alır. Böylece geniş yığınlar gün geçtikçe birbirine benzeşmekte; düşünceleri, arzuları, istekleri, amaçları ve hatta hayalleri aynılaşmaya başlamaktadır. Ucuz duygularla, hayvani güdülerle ve şehvetin fetişleştirilmesiyle insan ilişkilerini sıradanlaştırır ve bu ilişkinin içeriğine sadece cinsellik yerleştirilir. Tüketim öylesine çılgınca bir hal alır ki bir doyum noktası kalmaz.
Global-emperyalizmin tüm kurum ve kuruluşlarıyla kadın üzerinde uyguladığı vahşi sömürünün fırsat eşitsizliğinin ortadan kaldırılması kadınların yükselteceği özgürlük mücadelesi ile ortadan kaldırılacaktır. Kadın, insanlık tarihinin tanık olduğu en katmerli baskı ve sömürü gerçekliği ile karşı karşıya kaldığından, salt kapitalist toplum ile izahı yapılama-yacak kadar derinlikli bir sorundur. Günümüzde ancak bu sorunun adı konulabilmektedir. Çünkü kadın özgürlüğünün bu bağlamda toplumun gerçek özgürleşmesinin nasıl olacağının içeriği tam doldurulamamıştır. Programı, stratejisi örgüt ve eylem biçimleri gündemden tam anlamıyla oturmuş olmaktan uzaktır. Tarih nasıl sınıflı toplum uygarlığına; kadının cins köleliği temelinde ve doğayı tahrip eden bir şiddet, zorbalık, savaşlar ve sömürü tarihi olarak başladıysa, kadının özgürlük mücadelesi ve onun başarısıyla da bir özgürlük, barış, eşitlik ve doğruluk tarihi olarak yeniden yaratılacak ve yeniden yazılacaktır. Bütün göstergeler yeni uygarlığın şafak vaktinde kadın özgürlüğünün belirleyici rol oynayacağını ve tekrar ama daha üst bir düzeyde özgür kadın çağının yaşanabileceğini göstermektedir.
Proletarya devrimleri ve devrim girişimleri sömürü sınıfların adına ve onların güçlü katılımlarıyla gerçekleşen devrimler olduğu için en çok ezilen kesim olan kadınları da kapsamıştır. Burjuva toplum anlayışında umduğunu bulamamış kadın, baskın çıkma isteklerini karşılama açısından devrimlere etkili olarak katılım sağlamıştır. Örneğin Sovyet-Bolşevik devriminde kadın katılımı oldukça belirgindir.
Günümüzün bir çok devrim hareketlerinde de kadının katılımı daha bilinçli ve örgütlüdür. Marx kadını özgürlük ölçütü ve gelişim düzeyinin toplumsal kurtuluşla ilişkili olduğunu vurgular ve kadın sorununun çözümünü kapitalist sistemin tüm ekonomik, siyasal ve sosyal temellerinin kaldırılmasıyla bağdaştırır.
Engels ise; insanlık tarihinin anaerkillik evresine dair tezlerini benimseyerek Marksist teorik belirlemelere yeni boyutlar katar. İlk sınıf baskısının kadın üzerinde geliştiğini ve kadının ev içi köleliğini çözümleyerek cins ve sınıf sömürüsünü birlikte ele alır.
Kadının özgürlük ruhu ve mücadelesi, zafere inanan yüreği başarıya giden yolun teminatıdır. Her türlü baskı ve sömürüye inat sistem karşısında onurlu duruşunu ve mücadelesini sergileyerek toplumların ve tüm insanlığın kurtuluşunun öncüsü olacaktır. Özgür yarınlar kadın öncülüğüyle yaratılacak kadının güzelliği, canlılığı duygusal ve estetik zenginliği yaratılacak barış toplumunun temelini oluşturacaktır. Kadının duygusal, düşünsel, estetik ve ruhsal güzelliğinin yansıdığı yaşam 'anlamlı ve özgür' bir yaşam olacaktır…
GERÇEK DEVİN tarafından gönderilmiştir.
İlk insanın savunma ve korunma güdüleri sadece kendisi ile sınırlı iken kadının kendisiyle beraber yavrusunu da sahiplenme ve koruma yoluna gitmesi, kadını erkekten farklı kılan- ayıran temel özelliği olmuştur. Kadının bu temel özelliğini toplumsallaşmayla birlikte geliştirmesi ve genişletmesiyle tabiat halinin aşılmaya başladığı görülür. Ortak ihtiyaçların beraberce giderilmesi ilk insan topluluklarının örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Yaşam perspektiflerinin giderek artması ve bu gereksinimleri karşılayacak kaynakların sınırlı olmasından dolayı belli arayışlara gidilmiştir. Bunun sonucunda toplayıcılık yerini çiftçiliğe ve hayvancılığa bırakmıştır. Üretim zincirinin aktif halkası olan kadın toplumsallaşma ve ortak yaşamın gelişmesiyle birlikte bu üretim sürecinde öğretici konumdadır. Öğretici konumun bir sonucu olarak toplumsal yaşamda erkeğin de üstlenmeye başladığı koruma, avcılık ve benzeri sorunların aşılmasında birlikte hareket edilmeye başlanmıştır.
Yaşamın değişen ve ilerleyen aşamasında erkek üretim alanında gittikçe yetkinleşmiş, hayvancılık ve çiftçilikte de en önemli yeri almıştır. bir önceki süreçte toplumsal yaşamın düzenlenmesinde söz sahibi olan kadın, bu konumundan ödün vererek eve çekilmeye başlamıştır. Erkeğin kadını geride bırakması üretimde belirleyici olmasıyla birlikte artık kadın erkeğin egemenliğine girmeye başlamıştır. Toplumda erkeğin ön plana çıkması ile doğduktan sonra kadın klanına yerleşen çocuk artık erkek klanına mensup oldu. Kan bağı ana tarafında değil baba tarafından aranmaya başlandı. Bu durum basit bir değişimmiş gibi görünse de Sümerlerde başlayan ve Babiller döneminde kadının toplumdan tamamen dışlanmasıyla devam eden sınıflı toplum döneminde (M.Ö. 2000 MÖ. 2000) üretime damgasını vuran tarım ve zanaatçılık, kominal toplumda var olan ve gelişen kolektif iş bölümünü, üretici güçlerin emek üretkenliğinin fazlalaşmasını sağlamıştır. Yeni tarım araç gereçlerinin üretilip, önceden var olanların geliştirilmesi gibi yenilikler üretimde ihtiyaçtan fazla ürünün elde edilmesine sebep olmuştur. Artı ürünün ortaya çıkmasıyla bu ürünün daha önceden kominal toplumun lehine denetleyen ve dağıtımını, kullanımını düzenleyen yönetici kesimler, kominal anlayıştan uzaklaşarak özel mülkiyetlerini yani tekelciliği geliştirmeye başlamışlardır.
Özel mülkiyet maddi durumu yükselttiğinden durumu özel olan kesimlerle diğer kesimler arasında yarışmalar başlamıştır. Bu da sınıfları ortaya çıkarmıştır. Erkek egemenliği çerçevesinde gelişen toplum 4000 yıllık bir süreyi kapsar. Yani uygarlaşma ve toplumsallaşma denilen bu dönem uygarlıksal gelişimi sırf erkeğe endekslemiş kadını tarih dışı bırakmıştır. Önce emeğin daha sonra bedenin erkek tekelindeki bir mülk haline getirilmesiyle başlayan sınıflaşma kadını ezilen ve sömürülen en eski sınıf olarak ortaya çıkarmıştır. Sosyalist özü, eşitlikçi, adil, paylaşımcı doğası gereği sınıfsallaşmayı özümseyen kadın doğasıyla sınıflı toplumlar tarihine giriş yapamamış ve sürekli bir düşüş yaşamıştır. Tarihte kalan birkaç kadın varsa bunlar da erkeksi kadınlardır.
Mevcut üretimsel gelişmeler yeni üretim alanlarının açılıp yeni emek güçlerinin bulunmasını şart koştuğundan artan kaynak arayışları köleleştirmenin temeli olmuştur. Ortaya çıkan yeni üretim anlayışı sonucu elde edilen artı ürün toplumun egemen sınıflarına aktarılmış, geriye kalan kesim ise üretimde daha fazla emeğe sahip olmasına rağmen egemenlere oranla daha az pay almışlardır. Bu durum da çalışan ve emek harcayan kesimin egemenlere bağlı olması sonucunu doğurmuştur. Özellikle savaşta esir alınanlar ve borcunu ödeyemeyen fakir insanlar gelişen yeni üretim ve insan emeğinin üzerine kurulu sistemin kölesi olmuştur. Bu yüzden köleci dönem sömürü adına en kanlı savaşların olduğu eşitsizlik ve sömürü tarihinin adıdır.
Artık hâkimiyeti elinde bulunduran erkek toprağa, mülkiyete, kadına ve insana kısacası her şeye sahip olma hırsı ile sonu gelmeyecek savaşlara başlamıştır. Köleleştirme savaşlarına hız kazandırarak gücüne güç katan egemen düzen ve cins, kılıç zoruyla fethedilen topraklardan elde ettiği kadın ve erkekleri kırbaç ve işkencelerin gölgesinde çalıştırarak insanlık değerlerini düşürmüştür. Köleci toplumda erkek egemenliği sınıf egemenliği ile iç içe geçirilerek toplumsal egemenliğe dönüştürülmüştür. Erkek, egemen cins, egemen sınıf, egemen devlet olmuştur. Erkek hem devletleşmiş hem de egemen kültürün her hücresine kurumlarıyla kendisini hâkim kılmıştır. Bu da toplumda kadının düşüşünün ve insanlığın, halkların düşüşünün bir ifadesi olmuştur. Devlet olgusunun çıkmasıyla tanrıların güç ve otoriteleri göklerden indirilmiş, hâkim artık tanrı krallar yani erkekler olmuştur.
Önceden toplumsal yönetimi elinde bulunduran kadınlar tarafından artı ürün diğer kabilelerle paylaşılmaktaydı. Kabileler arası sürekli yoğunlaşan değiş tokuşlar ile üretim giderek kişisel tüketim için yapılan bir faaliyet olmaktan çıkarılıp, salt değişim amaçlı yapılan meta üretimine çevrilmiş, insan dâhil her şey metaya dönüştürülmüştür. Doğurganlık özelliği nedeniyle nüfus ve iş gücünü arttırma zorunluluğu kadınların kabileler arasında değiş tokuş edilmelerine ve beraberinde nesneleştirilmelerine yol açmıştır.
Anaerkil dönemde kadının üretimsel etkinliği ve kutsal doğurganlığının getirdiği üstünlük ile sosyalist ve eşitlikçi çevrede toplumsal değerler ve yaşam tabularını belirleyen yönü kadınları yüceltirken, üretimde değişen rolün toplumsal rollere yansıması, böylece erkeğin 'yasa koyuculuğu' eline alması ile kadının geçmişte var olan doğal otoritesinin ve manevi etkinliğini yıktığı görülür. Erkek kendi koyduğu yasalarla egemenliğini kalıcılaştırırken, iradesini tartışılmaz mutlak iradeye çevirir ve kadını baba koca himayesine gir-meye mecbur kılar.
Köleci dönem kadının tarih içerisinde gelişimini tamamlayamadan kişiliğini, bulamadan yitirilmişliğinin kendine ve cinsine yabancılaşma sürecinin başlangıcı olmuştur. Kadının mevcut doğurganlık gerçeği ve fiziksel gücünün sınırlılığı öne sürülerek üretimsel anlamda tecridi de dayatılmıştır. Geçmişteki konumu ve üretkenliğine sahip çıkamayan kadın erkeğe karşı her zaman alttan alma yöntemini kullanmıştır. Yaşamdan ve özgürlüklerinden feragat eden kadın zamanla benliğini yitirmiş ve erkek mantığı ile düşünen bir kadın olmaktan kurtulamamıştır. Çabaları kendini mutlu etmek, için değil, erkeği memnun edebilme adınadır. Eve kapatılan kadın erkeğe karşı isteklerini ve var olan sorunlarını tartışarak değil entrikalarla çözmeye çalışmıştır. Kadın alt tabakadan da olsa üst tabakadan da olsa cinsel sömürüye maruz kalmıştır.
Tek tanrılı dinlere geçişten önce de sonra da kadına bakış açısında bir değişiklik olmamıştır. Tek tanrıcılık sisteminin temel unsuru olan peygamberlik kurumunun köleci sistemin yumuşatılmasında etkili olduğuna kuşku yoktur. Fakat Hz.İbrahim'le başlayan tek tanrıcılıkta tüm peygamberler erkektir ve kadına yer yoktur.
Mitlerde de Âdem ile ilk günahı işleme nedeni ile suçlu ve günahkar kılınan kadın şeytan ile özdeşleştirilmiştir. Kadını toplumsal faaliyetlerden en fazla uzaklaştıran ve koyduğu katı kurallarla yasalarla nefessiz bırakan Yahudilik, erkek egemenliğini ideolojik anlamda ilk olarak sistemleştiren dindir. Kadının cinselliği günah görülüp katı dini kurallarla sınırlandırılırken, erkeklere sınırsız evlenme ve cariye edinme hakkı verilmiştir. Bu dinde her şeyi ile yok edilen kadın köleci dönemin sonlarına doğru doğan Hıristiyanlık dini ile birlikte biraz da olsa bir yaşam umuduna kavuşur. Din tanrı karşısında kadın ve erkeğin eşit olduğunu savunarak erkeğe tek eşliliği ve sadakati dayatır. Fakat bedeni ve cinselliği, olumsuzlaşan geleneksel ahlakı onaylamış, kadın bedenini çok yönlü denetime almıştır. İsa'nın doğumu ile kadın tam bir doğum aracına indirgenmiştir ve en alttadır. Meryem'in hiçbir etkinliği yoktur. Rab üflemiş o da doğurmuştur. Üfleme erkek hâkimiyetini dile getirir. Aslında kadınla özdeşleşmesi gereken tanrısal güç çarpıtılmış, Meryem'in şahsında bu güç kadından çalınmıştır.
Sınıflı toplumun bir üst aşaması olarak nitelendirilen feodal düzen ataerkilliğin kendisine ideolojik bir çerçeve kazandırdığı dönemdir. Köleci sistemin yarattığı derin manevi boşluk ve insanı değersiz kılan yaklaşımını gidermek mantığıyla ortaya çıksa da çelişkileri daha da derinleştirmiştir. Din olgusunun feodal düzeni daha kalıcı kılmak ve kendi yoz sistemini daha da ilerletmek için iyi bir afyon olduğunu gören feodal ağa-beyler dini oldukça iyi kullanmışlardır. Artık toprağa bağlı sömürü anlayışı kendini bu düzenle göstermeye başlamıştır. Feodal dönemin ataerkil ezici yapısı kendi bünyesinde kültürel, sanatsal ve düşünsel hiçbir faaliyet barındırtmıyordu. Dini ezici ve sindirici bir unsur olarak kullanan feodal kurumlar özellikle kadını yaratıcılık yetilerinden soyutlamış ve onu şeytanla özdeş kılmıştır. Kadına toplum dışılık dayatılmış, hekimlik ve ilaç yapımı ile uğraşan kadınlar ' cadılıkla' suçlanmıştır. Yani kadın sadece bir meta ve çocuk üretme aracı olarak görülmeye başlanmıştır. İslamiyet dini ve çıkışı itibari ile içinde bulunulan süreçteki sorunların çözümü olarak şeriat yasaları oluşturulmuştur. Kısa sürede egemen sınıfların eline geçen İslamiyet ve onun şerri yasaları toplumu daha da geriletmiş ve toplumda bir baskı unsuru olmuştur. Kadın bu yapı içerisinde de iradesizleştirilmiş, çarşafıyla eve odalara kapatılmış ve düşürülmüştür. Bu durum feodal toplumsal yaşam şeklinin her alanına yansımıştır. Toplumsal düzenin oturtulmasının temel ayağı olan aile kadın cinselliğinin ve bedensel-iradi tüm haklarının erkeğe devredilmesi anlamına getirilmiştir. Kadın toplumsal yaşamdan soyutlanmıştır. Yahudilik dininden devralınan sünnet ile erkek cinselliği ön plana çıkarılıp meşrulaştırılırken aynı yöntem kadın üzerinde cinselliğin bastırılması ve tahrip edilmesi amacına hizmet eder.
Bütün bunlarla birlikte feodalizmde kadın, barış görüşmelerinde, diplomatik ilişkilerin ilerletilmesinde verilen esas hediye malzemesiydi. Cariyelerin en fazla kurumsallaştığı bu dönemde erkeğe göre şekillenen kadın artık hemcinslerini bile çekemez duruma gelmiştir. Bu dönemde kadın tarihi artık tümüyle unutulmuştur. Kendi içinde bölünmüşlüğü en uç noktalara varmış kadın kendine ait olmayan kıskanç, didişmeci, dedikoducu özellikleri kendi adıyla özdeş kılmış, yapılan baskı ve yaptırımlarla kadın olmayı bile unutmuş, makineleşmiş, tekdüzeleşmiş, ezilmeye mahkum edilmiştir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan derin sömürü düzeni yaşamın sosyal boyutunda da et-kisini fazlasıyla hissettirmektedir. Özellikle insanlaşmanın ve sosyalleşmenin temel dinamiği olan kadınlara kapitalist yaşam biçimi içerisinde bir meta gözüyle bakılması ve sömürünün acımasız çarkları arasında sadece ekonomik olarak değil, cins olarak da sömürüye ve şiddete maruz kalması kadın sorununun günümüzde daha derin olarak varlık gösterdiğine işarettir.
Çünkü kapitalist-emperyalist sistemde kadının sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel gelişimine vahşi kapitalizmin tüketim toplumu, tüketim ilişkileri çerçevesinde yer verilmek istenmiştir. Bu bağlamda kadının estetik ve duygusal zenginliğini, yoğunlaşmasını 'cinsel obje' mantığı ile sömürmekte, çarpıtarak ve özünden boşaltarak dejenere etmeyi amaçlamaktadır.
Erkek egemenlikli sınıflı toplumlar sisteminin en üst ve son aşaması olan kapitalist dönem, neolitik çağın görkemi olan anaerklilikten sonra ele geçirdiği üreticilikle, her geçen gün kadın üzerindeki tahakkümünü derinleştirmiştir. Bilimsel ve teknik alanlarda meydana gelen gelişmeleri de egemenliğin sürekliliği için kullanan erkek, kadın üzerindeki baskı ve sömürüde sınır tanımazlığını pervasızca sergilemekten çekinmemiştir. Böylece diğer sınıflı dönemlerde kadının karşı karşıya kaldığı baskı ve ayrımcılık kapitalist-emperyalist dönemle birlikte ' sahte özgürlük ve sahte yaşam' aldatmacalarıyla altın tepside sunulan kadın gerçekliği inkarının diğer adı olmuştur. Çünkü kapitalizmin temel felsefesi olan bireycilikle başlayan metalaştırma kültürü, kadını cinsel obje olarak algılamış ve kadının cinselliğini pazarlama yolunu tercih ederek yeni bir sektör oluşturmuştur.
Kapitalizm, kadın etrafında oluşturduğu ölümcül sömürü çemberine doğuş yıllarından itibaren gün be gün yeni halkalar ekleyerek çoğaltmıştır. İlk yıllarda burjuva sınıfı kiliseler aracılığıyla en küçük sosyal birim olan aile kurumuna nüfuz ederek işe başlamış, kadının erkeğin egemenliğine girişi evlilik sözleşmesiyle resmiyet kazanmıştır. Böylece daha önceleri doğal bir gelişim seyri izleyen kadın, bir sadakat zinciri ile erkeğe yasalar çerçevesinde bağımlı hale getirilmiştir. Bu durumda aile, özel mülkiyetin kurumsallaşmış bir gerçeği olarak varlık göstermiştir.
Emperyalist aşamaya ulaşıldığında para-ekmek- kadın ilişkisinin karşımıza meta halinde çıktığını görüyoruz. Çünkü burada tüm ilişkilerin pazar ekonomisine göre şekillendiği açıktır. En başta insan ilişkileri, evlilik, kültür, siyasal yaşam kendisine ve geriye kalan her şey pazarlama kapsamı içerisindedir. Zira kapitalist-emperyalist sistemde insanın insana bağımlılığından çok, insanın metaya bağımlılığı söz konusudur. Bu sistemde, özgürlük, paylaşım, vicdan gibi mevcut değer yargıları gözetilmeksizin sırf maddi çıkar ve zevkler için insanlar biraraya gelir. Metaya bağımlılık arttıkça insanın kendisine ve özüne olan yabancılaşması artar. Artık insan kendi ürettiklerinin kölesi durumuna gelmiş olur. İnsani ilişkilerde maneviyat yerine maddiyat belirleyici konuma yükselir. Burada para insan davranışlarını, kişiliğini ve zevk algısından, estetik yapısına kadar her şeyi belirleyen bir olgu olarak karşımıza çıkar.
Meta kültürü içerisinde şekillendirilmeye çalışılan insan öyle bir hale gelmiştir ki ne istediğini ve nasıl yaşayacağını bilemez haldedir. Tepkileri ve öfkeleri eritilir, duyguları ve bi-linci çarpıtılarak dumura uğratılır. Kendisine yaşatılan yaşamı kolayca kabullenir. Çünkü bu yaşamı ve ilişkileri 'özgür iradesi' ile seçtiğini sanarak kendisini bu büyülü dünyanın rehavetine kaptırır. Burada kadın en çok sömürüye maruz kalan taraftır. Öyle ki gelişen liberal kapitalizm sürecinde sonuna kadar ailenin mülkü olan kadın, sermayenin mülkü haline getirilmiştir. Bu durum kadın tarafından 'özgürleşme ' olarak algılanır. Çünkü erkek egemenliği devam ederken kadına erkek egemenliğinin kontrolünde sınırlı bazı haklar tanınır ve sadece belli yerlere gelmesine izin verilir. Göreli olarak yaşanan bu rahatlık durumu kadını metalaştırmayı amaçlayan güçlü sermaye sisteminin işini daha da kolaylaştırır. Çünkü bu durumun farkına varamayan kadın bir yanılsamanın sonucu olarak adeta gönüllü olarak bu yaşamı arzular ve böyle bir arayışa girerek popüler yaşam denilen meta kültürü içerisinde erir ve cinsel bir obje haline gelir. Bu aşamada kapitalizm en fazla kitle iletişim araçlarını kullanır. Medya aracılığıyla egemenlerin yaşam tarzı, sözde sanat anlayışı ve sanatçılarının tatminsiz, doyumsuz, salt güdülere dayanan ilişkilenme tarz-ları milyonların beynini ve yüreğini tutsak alır. Böylece geniş yığınlar gün geçtikçe birbirine benzeşmekte; düşünceleri, arzuları, istekleri, amaçları ve hatta hayalleri aynılaşmaya başlamaktadır. Ucuz duygularla, hayvani güdülerle ve şehvetin fetişleştirilmesiyle insan ilişkilerini sıradanlaştırır ve bu ilişkinin içeriğine sadece cinsellik yerleştirilir. Tüketim öylesine çılgınca bir hal alır ki bir doyum noktası kalmaz.
Global-emperyalizmin tüm kurum ve kuruluşlarıyla kadın üzerinde uyguladığı vahşi sömürünün fırsat eşitsizliğinin ortadan kaldırılması kadınların yükselteceği özgürlük mücadelesi ile ortadan kaldırılacaktır. Kadın, insanlık tarihinin tanık olduğu en katmerli baskı ve sömürü gerçekliği ile karşı karşıya kaldığından, salt kapitalist toplum ile izahı yapılama-yacak kadar derinlikli bir sorundur. Günümüzde ancak bu sorunun adı konulabilmektedir. Çünkü kadın özgürlüğünün bu bağlamda toplumun gerçek özgürleşmesinin nasıl olacağının içeriği tam doldurulamamıştır. Programı, stratejisi örgüt ve eylem biçimleri gündemden tam anlamıyla oturmuş olmaktan uzaktır. Tarih nasıl sınıflı toplum uygarlığına; kadının cins köleliği temelinde ve doğayı tahrip eden bir şiddet, zorbalık, savaşlar ve sömürü tarihi olarak başladıysa, kadının özgürlük mücadelesi ve onun başarısıyla da bir özgürlük, barış, eşitlik ve doğruluk tarihi olarak yeniden yaratılacak ve yeniden yazılacaktır. Bütün göstergeler yeni uygarlığın şafak vaktinde kadın özgürlüğünün belirleyici rol oynayacağını ve tekrar ama daha üst bir düzeyde özgür kadın çağının yaşanabileceğini göstermektedir.
Proletarya devrimleri ve devrim girişimleri sömürü sınıfların adına ve onların güçlü katılımlarıyla gerçekleşen devrimler olduğu için en çok ezilen kesim olan kadınları da kapsamıştır. Burjuva toplum anlayışında umduğunu bulamamış kadın, baskın çıkma isteklerini karşılama açısından devrimlere etkili olarak katılım sağlamıştır. Örneğin Sovyet-Bolşevik devriminde kadın katılımı oldukça belirgindir.
Günümüzün bir çok devrim hareketlerinde de kadının katılımı daha bilinçli ve örgütlüdür. Marx kadını özgürlük ölçütü ve gelişim düzeyinin toplumsal kurtuluşla ilişkili olduğunu vurgular ve kadın sorununun çözümünü kapitalist sistemin tüm ekonomik, siyasal ve sosyal temellerinin kaldırılmasıyla bağdaştırır.
Engels ise; insanlık tarihinin anaerkillik evresine dair tezlerini benimseyerek Marksist teorik belirlemelere yeni boyutlar katar. İlk sınıf baskısının kadın üzerinde geliştiğini ve kadının ev içi köleliğini çözümleyerek cins ve sınıf sömürüsünü birlikte ele alır.
Kadının özgürlük ruhu ve mücadelesi, zafere inanan yüreği başarıya giden yolun teminatıdır. Her türlü baskı ve sömürüye inat sistem karşısında onurlu duruşunu ve mücadelesini sergileyerek toplumların ve tüm insanlığın kurtuluşunun öncüsü olacaktır. Özgür yarınlar kadın öncülüğüyle yaratılacak kadının güzelliği, canlılığı duygusal ve estetik zenginliği yaratılacak barış toplumunun temelini oluşturacaktır. Kadının duygusal, düşünsel, estetik ve ruhsal güzelliğinin yansıdığı yaşam 'anlamlı ve özgür' bir yaşam olacaktır…
GERÇEK DEVİN tarafından gönderilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder