Farsça’nın Anti-Faşist Şairi Abdul-Kasım Lahuti - ''AYAKLANIN''

Güçlü işçileriz bizler.
Yok bir şeyimiz iki pazumuzdan başka.
Ey, iki pazumuzdan başka.
Ey rençperler, uyanın gençler ve yaşlılar, ayaklanın.
Ey, ayaklanın.
Abdul Kasım Lahuti, 1887 yılında İran’da dünyaya geldi. Gençliğinde günlük gazetelere ülkesinin ahvali üzerine yazılar yazmaya başladı. 1909 yılında yayımladığı ilk şiiri “Duymuyor musun Ey Rençper?” adını taşıyordu.

Lahuti, meşruti devrimin yenilgisinden sonra idama mahkûm oldu. Bağdat sürgününü kabul ederek idamdan kurtuldu. Fakat bir yıl sonra, 1910’da İran’a geri döndü ve emperyalizmle mücadele etmek için “İşçi Partisi”ne katıldı. 1922’de İkinci Tebriz Ayaklanmasına öncülük etti. Rıza Han’ının askerleri ayaklanmayı bastırana kadar, halk şehri 10 gün boyunca elinde tuttu. Lahuti kendisine sunulan ölüm ve sürgün seçenekleri arasından sürgünü seçti. Böylelikle, o ve yoldaşları bir kez daha sürgün edildiler.

Daha sonra Lahuti ve yoldaşları sosyalizm düşüncesiyle tanıştılar. Bundan sonraki dönemde Lahuti’nin eserleri renk değiştirdi. Özgürlükçü ve devrimci temaları işlemeyle başladı. Sosyalizmin güçlendirilmesi ve özgürlükçü düşüncelerin yayılması için çaba harcadı.
1940 yılında Sovyetler Birliğine geçmek zorunda kaldı ve Tacikistan’da yaşadı.

Arap Dünyasına yeni bir gerçeklik doğuyor -Robert Fisk

Filistin Belgeleri Balfur Deklerasyonu kadar yıkıcıdır. Filistin “Yönetimi” (ki birinin bu sözcüğü tırnak içine alması gerekiyor) tahminen 7 milyon mültecinin “dönüş hakkını,” şimdilerde İsrail olmuş olan ve Filistin’deki İngiliz mandasının ancak %10’u olan bir “devlet” için vermeye hazırdı ve hazırdır.

Bu korkunç belgeler açıklandıkça, Mısır halkı Başkan Mübarek’in düşmesini istiyor; Lübnanlılar da Hizbullah’a hizmet edecek bir başbakan atıyorlar. Arap dünyası buna benzer bir durumu daha önce görmüş değil.

Filistin Belgeleriyle başlarsak, Filistin halkının temsilcilerinin mültecilerin evlerine dönmelerinin son umudunu da yoketmeye hazır oldukları anlaşılmıştır.

Kendi temsilcilerinin kendilerine nasıl sırtlarını döndüğünü öğrendiklerinde Filistinliler, bunu nefretle karşılayacaklardır ve karşılamışlardır. Filistin Belgelerinin ışığında bu insanların kendi içindeki temsilcilerine inanması artık olanak dışıdır.

Eko-ırkçılık ve Direniş Üzerine Gelişigüzel Düşünceler


Kazi Toure

“Igniting a Revolution”  kitabından çeviridir.

Bu konu geniş ve derin bir konu ama, bazı aleni şeyleri belirtmeye çalışacağım, ne yapılması gerektiği konusunda da topu size atacağım. Bugünlerde bazı şeyleri nasıl dile getirdiğimize dikkat etmemiz gerek, çünkü gelişigüzel düşüncelerden dolayı bir takım işler çevirdiğinize dair suçlamalarla karşılaşabilirsiniz.

Senelerdir insan türünün herkesin hayatını “daha iyi” bir hale getirmek ve geliştirmek için türlü türlü şeyler icat etmeye yeteneği olduğunu biliyoruz… ya da bu retorik böyle ifade ediliyor. Ancak görünüşe göre, bu icatların büyük çoğunluğu hem bizim hem de gezegenimizin sağlığı için son derece tehlikeli.

Bitki ve sebzelere sıkılan pestisid ve herbisitlerden, inek ve tavuklardaki hormon enjeksiyonlarına, ormanlardaki erozyonlardan sularımızın kirletilmesine, küresel ısınmaya sebep olan gaz emisyonlarına dek emperyalizmle yayılan hırsın sosyal ve çevre sorunlarımızın kökünde yer aldığını biliyoruz. Ben her şeyin birbiriyle bağlantı halinde olduğunu düşünüyorum-herşeyin. Dünyanın bir yerinde olup biten şeyler dünyanın başka bir yerindeki insanları etkiliyor. Atık İdaresi ya da Dow Chemical yoksul insanların ya da başka toplulukların yaşadığı çevrelere toksik solüsyonları boşalttığı zaman o suyu içen insanlar etkilenirler. Bu ülkede en çok kirlenen alanlar ya Kızılderili/yerli yerleşim bölgelerinde, ya da yoksulları ve başka ırktan insanların yaşadığı yerlerde. En iğrenç ve artık terk edilmiş fabrikalar Yerli yerleşim bölgelerinde  ya da ekonomik olarak depresif bir halde bulunan insan topluluklarının yaşadığı yerlerde bulunur. En yıkıcı ve çevresel olarak en sorunlu yerler Mississippi ve New Orleans’ta, bu yerler son zamanlarda büyük kasırgalardan payını alan yerler- burada da ABD devletinin ırkçı ve umursamaz tavrına şahit olmuş olduk.

Yapısalcı Marksizm

Değişim Momentleri

Althusser'in Marx İçin ve Kapital’i Okumak adlı kitaplarının Paris’in hummalı politik kültürüne duhul ettiği ve yapısalcı marksizmi Saussure’cü semiyolojiye, batı marksizmine ve altmışlı yıllar boyunca tohumlanan post-marksizme ait bir dizi eğilime alternatif olarak tespit ettiği günden bugüne yaklaşık yirmi beş yıl geçti.[1]

O kısa ömründe yapısalcı marksizm, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan kuşkusuz en kapsamlı ve tartışmalı, ancak bir o kadar da güçlü bir teorik projeye dönüştü. Althusser'in, sonrasında dostlarının ve öğrencilerinin yaptığı çalışma, ayrıca ondan etkilenen felsefecilerden, sosyal bilimcilerden, edebiyat eleştirmenlerinden ve politik eylemcilerden oluşan heterojen bir grubun ortaya koyduğu çabalar, insanî kültürlerden teorik sorunlara kadar geniş bir alana yayılan bilgiye ait muazzam bir hacim oluşturdu.

Onlarca yıl geçtikten sonra yapısalcı marksizm, bazen verimli bazen de hasmane polemiklere konu oldu. Çatışma yaşadığı en göze çarpan isimler ve ilgili düşünsel alanlar şu şekilde sıralanabilir: Derrida’nın fenomenolojik postyapısalcılığı, Annales Okulu’nun yapısalcı-işlevselci tarihsiciliği, Deleuze ve Foucault’nun Nietzsche’ci postmodernizmi, Lacan’ın Saussure’cü psikoanalizi, Habermas’ın evrensel pragmatizmi ve E. P. Thompson’ın hümanist tarihsiciliği.[2]

ZÜBÜK

Zübük, Aziz Nesin'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış, yönetmenliğini Kartal Tibet'in, senaristliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı 1980 yapımı film. Türkiye siyasi yapısındaki çarpık karakterleri hicveder. Zübük, Zeybek sözcüğünden ses benzeşimiyle, Aziz Nesin tarafından yaratılmış bir sözcüktür.

Milletvekili İbrahim Zübükzade (Kemal Sunal) mesleğinden ihraç edilmiş bir siyasetçidir. Sözünde durmayan, ahlaksız bir adamdır. Gazeteci Yaşar (Metin Serezli) gazetede yayınlamak istediği yazı dizisi için Zübükzade’nin yaşam öyküsünü öğrenmek ister. Gittiği köyü Gülören’de karşılaştığı köylüleri Zübükzade’yi nefretle anarlar. Yaşar’ın köylüden aldığı bilgiye göre Zübük iş hayatına bir dairede kâtip olarak başlamış, kısa sürede aldığı rüşvetlerle zengin olup çıkmıştır. Foyası ortaya çıkınca kovulan Zübük, Destek Partisi’ne girip yağcılıkla ocak başkanlığına yükselir. Girdiği her yere de rüşveti bulaştırır. Muhalefet partisinden olan Kadir Ağa’nın (Kadir Savun) kızı Yektane’yi (Nevra Serezli) evlenme vaadiyle kandırıp birlikte olur. Ama çetin ceviz Yektane, silah zoruyla Zübük’ü nikah masasına oturtur. Uyanık Zübük, partili partisiz herkesi öylesine birbirine düşürür ki, sonunda halk onun belediye reisi olması için neredeyse yalvarır. Aklı sürekli şeytanlığa çalıştığı için kendisine kurulan komploları da birer ikişer savuşturan Zübük, kendini milletvekili seçtirir. Tüm bu anlatılanlara çok şaşıran kurt gazeteci Yaşar, Zübük’le yüzyüze konuşmaya gider. Zübük, tüm yüzsüzlüğü ile, köylüyü, kasabalıyı, giderek tüm halkı kötüleyip, kendisinin ne denli dürüst ve vatansever bir politikacı olduğunu öyle bir anlatır ki; Yaşar Zübük’e neredeyse acımaya başlar. Ama giderayak Zübük’ün kendisine de oynadığı bir oyun aklını başına getirir. Çirkin politikacıların elinde çaresiz kalan halkın her zaman haklı olduğunu anlar...

Gerrard Winstanley ve Kazıcılar

İnsanı şaşırtan temel husus aslında şudur: aralıksız din savaşlarının hüküm sürdüğü on yedinci yüzyıl, radikal Reform için esasen iyi bir zaman değildir. Cujis regio, ejus religio[1] -din büyük ölçekli politikaya ait bir meseledir artık.

Uluslarda ve uluslararasında oluşan ittifakların birbiriyle yaptıkları savaşlar, Avrupa’yı Katolikler, Lutheryanlar ve Kalvinistler olarak üç ayrı bloğa böler. Cennetlikler bloğu, rakip canavarların ağırlıkları altında parçalanır. Ardından Avrupa’daki hâkim güç olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’nu yıkmak için yapılan Otuz Yıl Savaşları, imparatorluğun çeşitli bölümlerindeki kültürleri ya ezer ya da büyük ölçüde yozlaştırır. Almanya parçalara ayrılıp harap olur ve nesiller boyunca kendine gelemez. Radikal Reform, Orta Avrupa’nın Ortaçağ sonlarına ait kültürünün doğal bir ürünü olarak oluşur ve Otuz Yıl Savaşları, onun köklerini yok eder. Hollanda’da, İsviçre’de ve Hutter’ciler arasında fosilleşme süreci baş gösterir.

Temelde İngiliz İç Savaşı ve cumhuriyet, sınıf mücadelesinin bir ürünüdür ve iç savaşın son günlerinde gözlenen hiziplerdeki artış, neredeyse tüm alt orta sınıfı ve üst işçi sınıfını içine alır. Adlarına rağmen Eşitlikçiler (Levellers) gem vurulmamış demokratlar olmaktan çok uzaktırlar. İktidara ortak olma hakkının kendileri gibi varlıklı insanlarda -küçük, orta sınıf varlıklılarda- olması gerektiğini iddia ederler. Beşinci Monarşistler, gerçek bir toplumsal programa sahip olmayan, aşırı binyılcılardır.

Metodist vâizler (Ranter) lâfzî anlamda binyılcıdırlar. Esasta onlar, Özgür Ruh Kardeşliği’nin yeniden dirilmiş hâlidir ve Tanrı’nın kafasını özümseyip onu kutsamakla, kötülüğün bir ruhun yanına yaklaşamayacağına inanmaktadırlar. Tabor’dan sürülen Adamitler gibi ahlâk dışı bir esrime içinde yücelmiş olarak yaşarlar. Malları ortak kullandıklarında çıplaklık, dillerle konuşma ve seksüel orjiler gibi olgular, hafiflikten uzak bir heyecan durumu içinde yaşanan çılgın, endişeli ve telâşlı bir hayatın parçaları hâline gelecektir. Esasında bazı metodist vâizler, Üstad Eckhart ve Renanya mistiklerinin torunları olarak aşırı spiritualisttir. II Charles’ın Restorasyon’u ile birlikte Quaker’lar (Sarsıcılar) içinde eriyip İngiliz Püritenizmi’nin tümüyle dışına düşerler.

ON İRLANDALI ŞEHİT

Yirmi dokuz yıl önce, 1981’de yapılan açlık grevinde, on İrlandalı hürriyet savaşçısı şehit düştü.
Açlık grevine yol açan olaylar, İngiliz Hükümeti’nin Kuzey İrlanda’daki İrlandalı savaş tutsaklarına Özel Kategorik Statü verme siyasetini sonlandırdığı 1976’da başladı. İlgili statü, tutsaklara savaş tutsağı muamelesi yapılmasını öngörüyordu. Tutsakların özel hapishane üniformaları giymeleri ya da hapishane içi işlerde çalışmaları gerekmiyordu.
Bu özel statünün sona erdirilmesindeki niyet, politik tutsakların iç disiplinini ve örgütlülüğünü kırmaktı. Bu müdahale, İngiliz işgaline karşı verilen direniş mücadelesini kriminalize etme stratejisine dayanıyordu.
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ve İrlanda Millî Kurtuluş Ordusu (INLA) tutsakları, cevap olarak “battaniye protestosu”na başladılar. Bu protesto dâhilinde tutsaklar, hapishane üniformaları giymeyi reddedip, en fazla çıplak kalmayı ya da battaniye ile yaşama yoluna gittiler.
Bu protestonun amacı, “beş talep”i güvence altına almak suretiyle, eski politik tutsaklık statüsünü geri kazanmaktı:
Beş talep şunlardı:
1. Hapishane üniforması giymeme hakkı;
2. Hapishane işlerinde çalışmama hakkı;
3. Diğer tutsaklarla serbestçe görüşme hakkı;
4. Eğitimlerini ve boş zamanlarını kendi iradeleriyle örgütleme hakkı;
5. Haftalık bir görüş, bir mektup ve paket hakkı.

Kahire Parlamento Binası kuşatıldı -Gordon Reynolds*

Bugün, protestocular Kahire şehir merkezindeki parlamento binasını kuşattı. Suez’de iki protestocu hayatını kaybetti; Kahire’de bir polis, başına atılan taş sonucu öldü. Tahrir Meydanı’ndaki protestocuların üzerine göz-yaşartıcı bombalar atıldı ve Twitter’e giriş, Mısır sınırları dahilinde yasaklandı.

Fakat bu sabah saat 8 civarında, güneş şehrin puslu havası üzerinde doğarken, bir taksiyle şehir merkezine doğru gittiğimde yolların bomboş ve açık olduğunu gördüm.

Twitter’de, Tahrir Meydanı ve şehrin Mohandesin bölgesinde protesto gösterilerinin düzenleneceğine dair duyurular yapılmıştı. Bu duyurular, 25 Ocak’ta hashtag #jan25‘i gözleyen Mısır otoriteleri tarafından da alındı ve herhangi bir gösteriye yer verilmemesi için bölgeye büyük kitleler halinde güvenlik güçleri yerleştirildi. Neredeyse her cadde başında, polisler, 6-8 kişilik gruplar halinde nöbet tutuyordu. Polisler, parlamento binası girişinde de barikat kurmuşlardı. Nil nehri üzerinde güneş yükselirken, polis timleri, kollarını kavuşturmuş boş sokakları seyrediyorlardı.

TÜRKİYE İŞÇİ SINIFI TARİHİ (18.yy-19.yy) - 2

İlk Siyasal Örgütlenmeler
1908-1913 arasında geçen beş yıl, Osmanlı topraklan üzerindeki işçilerin ve sol (sosyalist) aydınlann ilk siyasal örgütlenme adımlanm attıklan dönemdir. Örgütlenme çabalanmri en yoğun olduğu bölgeler Selanik, Manastır, Drama, Kavala gibi Rumeli kentleriyle İstanbul ve İzmir'di. Örgütlenme adımlarına büyük ölçüde Bulgar, Rum, Ermeni, Yahudi sosyalistleri önayak olurken, İstanbul'da Osmanlı aydınlan arasında ilk "solcu" veya kendilerini "sosyalist" olarak adlandıran çevreler de bu beş yıllık dönemde ortaya çıktı. Bu ilk dönemin özelliği ekonomik-sendikal amaçlı örgütlerin sosyalist çevreler ve örgütlerle sıkı dirsek teması ve özellikle Rumeli kesiminde içice geçmişliğidir. Büyük işyerlerinde, örneğin demiryolları, liman işletmeleri, Tramvay Şirketi, Reji Tütün fabrikaları ve benzerlerinde daha 1908 öncesinde kurulmuş yardım sandığı, dayanışma derneği türünden örgütler, 1908'de birer işyeri sendikası görünümünde ortaya çıktılar, varlık vem yasallıklannın tanınması için mücadele verdiler. Örneğin Anadolu-Bağdat Demiryolları Memurin ve Müstahdemin Cemiyet-i Uhuvvetkârisi, Rumeli Demiryolları, Tramvay Şirketi, bazı maden işletmelerinde kurulmuş benzeri birlikler, Aydın Demiryolları İşletmesi'ndeki İleri Demeği, Selanik Tütün İşçileri Sendikası, ekonomik mücadele amaçlı, sendika yapısındaki örgütlenmelerin en önemlilerindendi. Tatil-i Eşgal yasasının tüm engelleyici maddelerine rağmen, sendikal örgütlenmenin, hızından fazla biışey kaybetmeden 1908'i izleyen yıllarda da farklı adlar ve biçimler altında sürmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken bir olgudur.

Tariş Direnişi - BELGESEL

1. ve 2. MC iktidarları sırasında tarım satış kooperatifi birliklerine çok sayıda MHP militanının işçi olarak yerleştirilmek istenmesi çeşitli olaylara yol açmıştı. 1979 ara seçimlerini izleyen Demirel azınlık iktidarının kurulmasından sonra da aynı olaylar yaşandı. 1979 sonunda TARİŞ'te işten çıkarmalar başladı. Ardından MHP'li militanları toplu sözleşme ve yasa hükümlerine aykırı olarak işe almak isteyen genel müdürlük 22 Ocak 1980'de "arama" adı altında bir polis operasyonu gerçekleştirdi. Jandarma desteğinde panzerler TARİŞ'e girdi. İşçilere ateş açıldı. Bu operasyon, devletin, radikal toplumsal/siyasal insiyatifleri kırmaya yönelik operasyonlarından ilkiydi ve 3. MC Hükümetti'nin kendi iktidarını kanıtlamaya yönelik bir hamle olmasından dolayı da önemliydi.

İplik işçileri başta olmak üzere işçiler 22 Ocak'ta direnişe geçtiler. Direnişçi işçilerin 3 talebi vardı: Olaylarda polisin sorumluluğunun tescili, gözaltına alınan işçilerin serbest bırakılması, iş ve can güvenliğinin sağlanması. Direnişe, Çimentepe ve Gültepe gecekondu halkı da destek verdi. Ege Üniversitesi öğrenciler, "direnişinizi, direnişimizle destekliyoruz" diyerek yürüyüşe geçti. Olaylarda 8 polis-jandarma ve 60 öğrenci yaralandı.

The Truman Show (1998)

yönetmen: Peter Weir
senarist: Andrew Niccol konusu:
oyuncular: Jim Carrey, Laura Linney, Noah Emmerich, Natascha McElhone, Holland Taylor, Brian Delate, Blair Slater, Peter Krause, Heidi Schanz, Ron Taylor, Don Taylor, Ted Raymond, Judy Clayton, Fritz Dominique, Angel Schmiedt, Nastassja Schmiedt, Muriel Moore, Mal Jones, Judson Vaughn, Earl Hilliard Jr., David Andrew Nash, Jim Towers, Savannah Swafford, Antoni Corone, Mario Ernesto Sánchez, John Roselius, Kade Coates, Marcia DeBonis, Sam Kitchin, Sebastian Youngblood, Dave Corey, Mark Alan Gillott, Jay Saiter, Tony Todd, Marco Rubeo, Darryl Davis, Robert Davis, R.J. Murdock, Matthew McDonough, Larry McDowell
Truman Burbank, kartpostalları aratmayacak güzellikte bir adada yaşamaktadır. Bir işi, evi ve çok sevdiği karısı vardır. Ancak Truman dışında herkes tüm bunların düzmece olduğunu bilmektedir. Truman'ın yaşamı gerçek zannettiği bu stüdyolarda tam otuz yıldır, 24 saat boyunca canlı olarak bütün dünyaya yayınlanmaktadır.
Truman bundan hiç şüphelenmemiştir, ta ki öldü zannettiği babasını bir gün caddeden geçen figüranlar arasında görünceye kadar…
Alacakaranlık Kuşağı adlı kült televizyon dizisinin bir bölümünden esinlenerek yaratılan Truman Show, Batı dünyasında on yıllardır süregelen toplumsal eleştirilere bir örnek olarak yerini alıyor. Peter Weir'in filminde söylemeye çalıştıkları ve Truman'ın trajedisi, kimi zaman beklendiği üzere gözlerinizi doldurmasa da, başı ve sonu olan eliyüzü düzgün bir Jim Carrey filmine kim hayır diyebilir.

BİR YASEMİN ÇİÇEĞİ OLARAK; TUNUS

           Ortadoğulu liderler hakkında ne düşünüyorsunuz genel olarak? ‘ ’Ne düşüneyim, hepsinin canları cehenneme! İsrail ve ABD uşaklığı yaparak cehennemde kendilerine mekân ve bolca odun hazırlıyorlar. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek için yazılanların nesi ağırmış. Filistinli çocukların gözlerinden dökülen her damla yaş bir alev topu gibi cehennemde bile bırakmayacaktır onun peşini. Zaten Mısır halkı ona son sözünü söylemiş; Son Firavun! Ayrıca Ortadoğulu tüm halkların; Tayyip Erdoğan tişörtü giyip, Türk bayrağı açmaktan daha fazlasına ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Toplu şekilde isyan edip, başlarındaki kuklalardan kurtulmak gibi mesela. Örgütlenip dünyayı değiştirmek adına başkanlık saraylarını basıp kan dökmek gibi mesela. Arap halkının bir gün silkinip kan emici petrol vampirlerine dünyayı dar edeceklerine inanıyorum. Ahmedinejad’a gelince; o, bu dünyada bir seferi zaten, onun için dönüp arkasına bakmıyor bile’’ Ben demiştim demek için değil de, yalnızca özlemimin derinliğini ifade etmek için 18 ağustos 2010 tarihinde Habertaraf.com sitesine verdiğim röportajdan bir alıntıyla başlamak istedim yazıma. Bildiğiniz üzere Tunus çalkalanıyor. Yoksulluğun, esaretin, kızgınlığın ve mutsuzluğun tam kalbinden esen yasemin rüzgârları bir diktatörlüğün daha uykularını kan içinde bıraktı. Bu büyük kâbusu tabir ettirmek için Cidde’ye kadar giden Bay Bin Ali’nin Tunus semalarına geri dönmesinin artık imkânı yok. Halk ayaklanınca Fulgencio Batista gibi o da haysiyetsiz bir ülkeye sığınmayı tercih etti. Bu tercihiyle Arap ülkelerindeki rejimlerin sahiciliği konusundaki endişeleri de gidermiş oldu aslında. Suudi Arabistan’a gelince; söylenecek fazla bir şey yok. Amerikan’ın biricik müttefiki olan suud ailesi şunu unutmasın; bir gün o petrol de biter, bir gün o hanedan da yıkılır, Allah Büyük!

Kültür Endüstrisi Kültür Hilesi Olarak Aydınlanma - Theodor W. Adorno

Nesnel olarak nitelenen dinin desteğinin yitimi, kapitalizm öncesi kalıntıların feshi olan sosyolojik teori, teknolojik ve sosyal farklılaşma ya da uzmanlaşmayla birlikte kültürel bir kaosa öncülük ederek her gün yanlışlanıyor; üstelik şimdi aynı etkiyi herşey üzerinde yaratıyor. Filmler, radyo ve dergiler her parçada ve bütünde hep aynı kalan bir sistem oluşturuyor! Politik karşıtların estetik aktiviteleri bile kesin olan sistemin ritmine gayretli bir itaat içerisinde...
Otoriter ülkelerde etkileyici endüstriyel yönetim büroları ve sergi merkezleri hemen hemen birbirleriyle aynı. Uluslarararası şirketlerin dahiyane planlaması olan; her yerde boy gösteren muazzam parlaklıktaki kuleler ivme kazanmış olan serbesleşmiş girişimci sistemin dışardan görünümleri... Şimdi betondan yapılmış şehir merkezlerinin yanında daha eski evler gececekondu görünümünde ve dayanıksız yapılarıyla dağın eteklerindeki yeni evler teknik ilerlemelerinin övgüleri içerisinde bir teneke gibi kenara atılmayı bekliyor. Şehir iskan projeleri, bireyi; küçük yaşam alanlarında bağımsız görünen, rakibine daha önemsizmiş gibi davranan biri haline getirdi bile; işte kapitalizmin gerçek gücü... Çünkü yerleşimciler, tüketiciler ve üreticiler olmak üzere aynı işin ve zevkin merkezine çekildiler, tüm yaşayan varlıklar iyi işleyen komplekslere dönüşüverdi. Toplumun küçük ve büyük gruplarının sıradışı birlikteliği, erkekleri bu kültürün bir modeli olarak sundu: belirli ve genel olanın yanlış kimliği! Suni çerçevesinin çizgileri görünmeye başlayan tekel altındaki bütün kitle kültürleri özdeştir. En yüksek mevkilerdeki insanlar bu tekelin görünümünü saklamakla pek ilgili değildir, şidddeti ortaya çıktıkça daha da güçlenecektir. Sinema ve radyo sanatmış gibi görünmeyi çok uzun süre devam ettirmez. Gerçek şu ki bunlar yalnızca üretilen şeyin yararlılığını ortaya koymak adına oluşturulan ideolojinin içeriğidir... Kendilerine endüstri adını veren bunlar, yöneticilerinin geliri yayımlandığında, hiç şüphe yok ki ürettikleri malın sosyal faydasını düşünecek durumda değillerdir!
İlgili kesimler kültür endüstrisini teknolojik terimlerle açıklar. Zorunlu olan kopya ilerlemelerin kaçınılmaz olarak pek çok yerde aynı ürünlerle tatmin edilebilen benzer gereksinimlere ihtiyaç duyduğu, milyonlarcasının bu yüzden onun içinde olduğu anlatılır. Teknik zıtlığın, çok büyük oranlarda dağılmış yaygın tüketim noktaları ve az sayıda üretim merkezi, yönetim tarafından plânlamaya ve organizasyona gereksinim duyduğu söylenir. Bununla birlikte iddia edilir ki, tüketicilerin ihtiyaçlarına göre ayarlanan standartlar ilk sıraya yerleştirilir, bu yüzden de çok az direnmeyle karşılaşarak kabul görür. Sonuç sistemin birliğini daha da güçlendirecek manipülasyon ve hukuk ihtiyacının birliğidir. Teknolojinin toplum üzerinde elde ettiği gücün en önemli boyutunun bunların toplum üzerindeki ekonomik gücü olduğu gerçeğinden bahsedilmez. Teknolojik neden kendi baskınlığının nedenidir. O kendinden ayrı olan toplumun zorlayıcı doğasıdır. Arabalar, bombalar, sinemalar; onların ulaştığı seviye, onun gücünü yanlış yönde ilerlettiğini gösterene kadar onları birlik halinde tutar. O kültür endüstrisini standardizasyon ve kitle üretiminin başarısından daha ileriye götüremedi; hem de işin mantığı ile sosyal yaşam arasındaki tüm içerikleri feda ederek!

Kemalist Rejim ve Kürt Ayaklanmaları Özerklikten Sömürgeliğe-Beylerin Yenilgisi

Kürtler, 16. yüzyıla kadar kendi geleneksel aşiret yapıları üzerinde yükselen bağımsız beylikler halinde yaşıyorlardı. 16. yüzyılın başında İran'da yükselmekte olan Safevi gücüne karşı müttefik arayan Yavuz Sultan Selim'in sözkonusu beyliklerle yaptığı 16 bağımsız Kürt beyliği tanıyan bu anlaşmaya göre Kürt beyleri sikke bastırmaya devam edecek, Cuma namazlarında kendi adlarına hutbe okutabileceklerdi; beylikleri haraca da bağlamayan bu anlaşmanın öngördüğü yegâne yükümlülükler, savaş halinde beyliklerin askerî yardımda bulunması, Devlet'e karşı ayaklanmamaları ve Osmanlıların onayı olmadan sınırlarında bir değişiklik
yapmamalarıydı. Osmanlı mülküne böylesi gevşek bir tarzda içerilen Kürdistan için İstanbul yine de bir çekim merkezi oldu. Fuzulî, Nâbi, Nefi gibi şairler ürünlerini Kürtçe vermek yerine İstanbul'a giderek Osmanlı edebiyatının gelişmesine katkıda bulundular.
• Ancak diğer yandan, Hakkâri, Bitlis ve Cizre gibi önemli beylik merkezlerinde, Kürtçe'de hatırı sayılır bir saray edebiyatına ve bilimsel faaliyete tanık olundu; örneğin Kürt edebiyatının Şeref Han'ın Şerejnamesi. Ehmed Hani'nin Memozm'i gibi başyapıtlar 16. yüzyılın sonunda ve 17. yüzyılda Osmanlı Kürdistan'ında yazıldı.

Üvercinka (ilk baskı) -Cemal Süreya

Cemal Süreya (d. 1931, Erzincan - ö. 9 Ocak 1990, İstanbul), şair. Asıl adı Cemalettin Seber'dir.

Cemal Süreya 1931'de Erzincan'da doğdu.("1931 yılında Erzincan'da doğdum. Bir doğum günüm yoktur benim"-Güngör Demiray'a mektup,Cemal Süreya Arşivi,Mektuplar Dosyası) 1938'de Dersim İsyanı sonrasında ailesi Bilecik'e sürgün edildi. 9 ocak 1990 tarihinde İstanbul'da ölmüştür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi maliye ve iktisat bölümü'nü bitirmiştir.Maliye Bakanlığı'nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı'nda kültür yayınları danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yılı aşkın Türk Dil Kurumu üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Yayınevlerinde danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik yapmıştır.

Ağustos 1960'tan itibaren yalnızca dört sayı çıkarabildiği Papirüs dergisini Haziran 1966- Mayıs 1970 arası 47, 1980-1981 arası iki sayı daha çıkardı. Pazar Postası, Yeditepe, Oluşum, Türkiye Yazıları, Politika, Yeni Ulus, Aydınlık, Saçak, Yazko Somut, 2000'e doğru gibi yayın organlarında şiir ve yazılarını yayımladı.

İkinci yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından sayılan Cemal Süreya'nın ilk şiiri "Şarkısı Beyaz" Mülkiye dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden birisiydi. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile, duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle ikinci yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir. Ölümünden sonra adına bir şiir ödülü kondu. 1997'de de Cemal Süreya arşivi yayımlandı.

Cemal Süreya 38 sürgününü bir şiirinde şöyle anlatıyordu:
"Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu."

HALKIN POLİTİK EĞİTİMİ VE FREİRE

"Anlatılan senin hikayendir" Marx'ın bu ünlü sözüne nazire Freire, yoksulların kendi gerçekliklerini kendi hikayeleriyle yeniden oluşturmanın yöntemini sunuyor bize. Ezilmenin, yoksulluğun salt bir sömürü-yokluk ilişkisi olmadığının da farkına varıyoruz. "Yok" olanlar ortadan kalkınca yoksulluk, kapitalist mülkiyet ortadan kalkınca sömürü ortadan kalkacak mı; sorularını da getiriyor akla. Devrimcilik, devrimci önderlik üzerine düşünmemizi, eleştirel düşüncenin, sorgulamanın gerekliliğini hissettiriyor. Bizler propagandif soyutlamalarımızla algılarımızda da çarpıklık yarattık. İşçiler, köylüler, gençlere vb. seslenişlerimizde gerçek yaşamdaki ilişkileri göz ardı ettik. Çünkü ezilenlerin yaşamında, onlarla birlikte değildik.
Yoksulluğun çığ gibi büyüdüğü, mülksüzleşme ve proleterleşme süreçlerine uygun, ezilenlerin özdeneyimine dayanan örgütlenmelerin oluşturulamadığı bir dönemde Freire'yi okumak buna koşut dünyayı ve sözcükleri okumak (değiştirmek için) çok elzemdir. Özellikle genç devrimcilerin Freire'den öğreneceği çok şey var.
Paulo Freire'nin “ezilenlerin pedagojisi”ne değinirken “pedagoji” kavramının kullanımı üzerinde durmak gerekiyor. Freire, bizce “pedagoji” kavramını praksis kavramıyla bağıntılı kullanmıştır. Praksiste (yani teori ve uygulamanın diyalektiği) teori, mevcut toplumsal-ekonomik eleştirinin, nesnelliğin, gerçekliğin kavrandığı alan olarak adlandırılabilir. Uygulama ise -marksistlerin ifadesiyle ideoloji- kitlelerin harekete geçtiği, popüler yayılma, inandırıcı uyarlanma, pedagojik somutlama alanıdır. İdeoloji bir kitle pedagojisinin itici gücüdür. Yani “her hegomanya ilişkisi zorunlu olarak pedagojik bir ilişkidir”(Lombardi,2000) burada gerçeklik ve düşünce arasındaki ilişki evrimsel, deneysel, somut, insani olarak tanımlanmıştır. İnsanın eylemi ve nesnel gerçekliğin algılanması ve değiştirilmesi süreci bu yüzden pedagojik bir süreç olarak algılanmıştır. Bu tanımlamada “ideoloji” kavramının gölgesi mevcuttur. Bize göre çelişkileri gizleyen, Marks'ın deyimiyle bir çarpıtma(çarpıtılmış bilinç) olarak egemen ideoloji algısı ve ezilenlerle birlikte özgürleşme süreci –pedagojik bir süreç- tanımı yer almaktadır.

Sanatı Sanatçılardan Kurtarın ... Alexander Brener - Barbara Schurz

1
Çirkin bir dünyada yaşıyoruz. Bu çirkinliğin sorumlusu kim? Çirkin ne? Eğer bir güzellik satıcısı tarafından soruluyorsa, asıl çirkin olan bu sorudur. En çirkin manzara da sanatçıların kendilerini satmasıdır. Bir meta olarak sanat çirkin bir fikirdir; bir eğlence olarak sanat çirkin bir eylemdir. Bir memnun etme ve satış mesleği olarak görsel sanatlar çirkin bir iştir. Sanat alışverişi, sanat koleksiyonculuğu, sanat manipülasyonu, sanat işi çirkindir.

Bir geçim aracı olarak, bir hayatın tadını çıkarma aracı olarak sanat çirkindir. “Sanatçının da yemek yemesi lazım” ifadesi çirkindir. Bir sanatçının yemek ihtiyacı bir başkasından fazla değildir.

Sanatta ekonomik ilişkiler utanç verici ve çirkindir. Sanatta ticaretçilik, kariyercilik, para yapmacılık, hayatta kalmacılık çirkindir.

Bir iş adamı olarak sanatçı, bir sanatçı olarak iş adamından daha çirkindir. Sanatçının himaye altına alınmış bir ahmak olarak, bir masum olarak, bir şirket adamı olarak, bir koleksiyon parçası, başarılı adam olarak imajı çirkindir. Doğal bir hayvan, bitki, ot, egzotik meyve olarak sanatçı çirkindir. Sanatta anti-entelektüalizm çirkindir. Sanatta sahte entelektüalizm çirkindir. Sanatta özel-leştirilmiş entelektüalizm de çirkindir.

KOZANOĞLU - YILMAZ GÜNEY

Yapım:1967 ~ Türkiye
Tür:Dram
Yönetmen:Atıf Yılmaz
Oyuncular: Yılmaz Güney, İhsan Yüce, Suna Keskin, Cahit Irgat, Danyal Topatan, Tuncer Necmioğlu, Asım Nipton, Candan İsen, Hakkı Haktan, Hasan Ceylan, Hülya Duyar, Kani Kıpçak, Osman Türkoğlu
Senaryo:Ayşe Şasa
Yapımcı:Kadir Kesemen
Görüntü Yönetmeni:Gani Turanlı



Konusu:
Öldürülen babasının öcünü almak için dağa çıkıp, eşkiyalığın içyüzünü kavrayınca da bir siyaset oyununa kurban giderek, hayatını darağacında yitiren bir halk çocuğunun öyküsü.

HAYVAN ÖZGÜRLÜĞÜ VE SOL - Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve Felsefesi

“Auschwitz birisi bir mezbahaya bakıp da ‘onlar sadece hayvan’ diye düşündüğünde başlar.” Theodor Adorno


“Hayvanlar söz konusu olduğunda bütün insanlar Nazidir; hayvanlar için bu sonu gelmeyen bir Treblinka’dır” Isaac Bashevis Singer

          Hayvanları özgürlüğe kavuşturma projesi insanları özgürleştirme ve doğal bir dünya mücadelesi ile bağlantılıdır. Hayvan özgürlükçülerinin hayvan ve insan hakları mücadelelerini tek bir mücadele olarak gördükleri Dünya’nın uğradığı zulmün ve baskının köklerini ortay a çıkarmayı ister ; adaletsizliğe, zulme, sömürüye, savaşa, şiddete, kapitalist neo-liberalizme ve doğal dünyanın ve biyolojik çeşitliliğin yok edilmesine karşı çıkan gezegen mücadeleleri arasında önemli yer tutar.

Hayvan özgürlüğü ahlaki evrimimiz ve politik mücadelemizdeki yeni gerekli ve mantıki ilerlemedir. Hayvan özgürlüğü insanların son ikiyüz yıl içerisinde yaptığı en ilerici ahlaki ve politik gelişmelere dayanıyor ve onları kendi mantıki sonuçlarına taşıyor. Hak, eşitlik, şiddetten uzak durmak gibi mücadeleleri bir sonraki aşamaya, hümanizmin suni ve yasal bağlarından uzaklara taşıyor, böylece türcülüğü de kapsayan hiyerarşilere de bütün önyargılara da meydan okuyor. Martin Luther King’in şiddetin ve ayrımların olmadığı “dünyaevi” hayali barış ve eşitlik değerleri bütün hayvan türlerini de içerek şekilde genişletilmedikçe gene de her yanı kan içerisinde bir mezbaha olarak kalıyor.

VİCDANIN İKİ YÜZÜ - KISA FİLM

Hrant Dink Vakfı tarafından düzenlenen 2010 tarihleri arasında Türkiye içi ve dışından, toplam 107 adet vicdan konulu kısa film arasından, vicdan filmleri yarışması kapsamında AKDENİZ SİNEMA KOLLEKTİFİ tarafından hazırlanan ""Vicdanın İki Yüzü"" yarışma filmimiz 3. olmuştur 

Konu: İki arkadaşın vicdan üzerine diyalektik çatışması.

Oyıncular: NECİP MEMİLİ/BURÇ KÜMBETOĞLU

DUVAR - BELGESEL

 UNUTTURMAMAK İÇİN...
Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan Ergenekon’a uzanan Türkiye’nin yakın tarihine Gazeteci suikastları çerçevesinde bakan bir belgesel “DUVAR”. 1 yıl 10 ay süre zarfında hazırlanan Duvar belgeseli, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Susurluk, Ahmet Taner Kışlalı ve Hrant Dink başlıklı 5 bölümden oluşuyor. Abdi İpekçi 80 öncesinin Türkiye’sinde uzlaşmayı isteyen etkili bir genel yayın yönetmeniydi. Uğur Mumcu “karanlığa” karşı yürüyen Türkiye’nin en önemli araştırmacı gazetecisiydi son çalışması “APO ve MİT”ti. Susurluk kazasıyla bir dönemin “çamuru” gün yüzüne çıkmıştı ama karanlık güçlüydü… Ahmet Taner Kışlalı, Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm dünyada uygulamaya soktuğu liberal muhafazakâr politikaya uymayan bir isimdi. Yükseltilen milliyetçilik, darbe “tam tamları” cumhurbaşkanlığı seçimi, laik anti-laik kutuplaşması, genel seçimler, bu ortamda Hrant Dink hem Ermeni hem de solcuydu. Belgesel’in amacı öldürülen gazetecileri “UNUTTURMAMAK İÇİN”dir. Belgeselde birçok gazeteci, siyasi figür, aileler, avukatlar olayları anlatıyorlar. “DUVAR”’da yer alan kişiler ise şöyle; Nükhet İpekçi, Derya Sazak, Doğu Perinçek, Rıdvan Akar, Ufuk Uras, Güneri Civaoğlu, Banu Avar, Çetin Soysal, Emine Ayna, Özge Mumcu, Ceyhan Mumcu, Ruşen Çakır, Mehmet Elkatmış, Fikri Sağlar, Fethiye Çetin, Akif Akkuş, Turgut Kazan ve Kemal Göktaş. Süleyman Demirel Üniversitesi Radyo Televizyon yayıncılığı bölümü öğrencilerinin çekirdek kadroyu oluşturduğu belgesel ekibine birçok profesyonelde danışmanlık yaptı. 5 bölümden oluşan Gazeteci Suikastları Belgeseli “DUVAR”, Türkiye’de Gazeteci suikastlarının 100. yılında, İnsan Hakları Haftasında GençİZ’le İZ TV’de yayınlandı.

HRANT DİNK (BİYOĞRAFİ - BELGESEL)

Hrant Dink 15 Eylül 1954´te Malatya´da dünyaya geldi. Beş yaşında ailesiyle birlikte geldiği İstanbul´da anne ve babasnın ayrılması üzerine iki erkek kardeşi ile birlikte Gedikpaşa´daki Ermeni Protestan Kilisesi´nin çocuk yuvasında yatılı olarak yaşamaya başladı. Üç kardeş ilköğretimini bu kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu´nda sürdürürken, yazları da okulun Tuzla´daki kampında barındılar. Hrant Dink ortaokulu Bezciyan, liseyi ise Üsküdardaki Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda okudu, Şişli Lisesi´nden mezun oldu.
İlkokulda tanıştığı Silopi doğumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel Yağbasan ile evlenen Hrant Dink´in üç çocuğu oldu. İstanbul Fen Fakültesinde Zooloji ve ardından da Felsefe eğitimi alan Dink, "biyoloji felsefesi" kürsüsü hayallerini, Türkiye´de gelişmekte olan sol siyaset içerisindeki aktif mücadelesine terketti. Siyasi faaliyetlerinin Ermeni kimliği ile ilişkilendirilmesi ve cemaatin bundan zarar görebileceği endişesiyl ismini mahkeme kararı ile "Fırat" olarak değiştirdi.
Hrant Dink ve eşi Rakel, bu dönemde içinde yetiştikleri Tuzla Çocuk Kampı´nın yönetimini üstlenerek pekçok kimsesiz Ermeni çocuğuna sahip çıktılar. Tuzla Kampı´na "Ermeni militan yetiştirildiği" suçlaması ile Devlet tarafından el konulması sonrasında Dink siyasal görüşleri nedeniyle de üç kez gözaltına alındı ve tutuklandı.
Kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink, 90lı yıllarda Ermenice günlük Marmara gazetesinde "Çutak" (Erm: Keman) rumuzuyla Ermeni tarihine ilişkin Türkiye´de çıkan kitaplara yönelik eleştiri yazıları yazmaya başladı. 5 Nisan 1996 tarihinde ilk sayısı yayınlanan haftalık Agos gazetesi, İstanbulda Türkçe-Ermenice yayımlanan ilk gazete olarak tarihe geçti.

Sabahattin Ali ile Dink’in Ortak Kaderi - FİLİZ ALİ

Sabahattin Ali dosyası kapanıp üzerine korku tohumları ekilmeseydi, sonraki siyasi cinayetlerin üzerine cesaretle gidilseydi Türkiye bugün canilerin kahraman gibi gezdiği bir ülke olur muydu?

1948’de Sabahattin Ali’yi öldüren katil mahkemeye verdiği ifadede “...milli hislerim galeyana geldi, Sabahattin Ali’yi öldürdüm” diyor ve devam ediyordu:
“Bu işi vatani vazife olarak yaptım. Eğer Ali kaçsaydı, bu memlekete çok fenalık yapacaktı.” Yazarın katili bu sözleri yaklaşık 60 yıl önce söylemişti. Hrant Dink’in katili de “milli hisleri galeyana geldiği” için öldürmedi mi tanımadığı, hiçbir yazısını okumadığı Hrant Dink’i?
Fikre karşı küfür
Sabahattin Ali’yi bu ölüm yolculuğuna çıkaran Markopaşa gazetesinin macerasıdır bir bakıma. Gazetenin ilk sayısı 25 Kasım 1946’da çıkmış, daha ikinci sayısında dağıtıcıları tehdit edilmiş ve gazete dağıtılamamıştı.Dağıtım elden yapıldı ve bir günde 4 bin adet satıldı. 16. ve 17. sayılarının alt başlığı “Muharrirleri polis nezaretine alınmadığı ve hapse girmediği zamanlarda çıkar” idi. 22. sayı toplatıldı. Ali ve diğer yazarlar, Malûmpaşa, Merhumpaşa ve Ali Baba adlarıyla devam ettiler. 1947 Aralık’ında çıkan son sayıdan sonra davalar ve mahkûmiyetler dolayısıyla Markopaşa, Merhumpaşa olarak hayata veda etti.
Sabahattin Ali, 1 Kasım 1947’de, yani öldürülmesinden 1 yıl önce Merhumpaşa gazetesinde şöyle diyordu:
“Bir yıldan beri bu gazetede türlü fikirler ortaya attık. Bu fikirler yüzünden türlü hücumlara uğradık. İsterdik ki, bize hücum edenler, karşımıza, yani halkın önüne yine birtakım fikirlerle çıksınlar.Ne gezer! Onlar sadece sövmüşler. (...) yurdun dört bucağında çıkan bir sürü gazete ve dergide, aleyhimize üç yüzden fazla yazı çıkmış... Bir tekinde olsun, bir tek fikrimiz, bir tek satırımız ele alınıp, çürütülmemiş. Sadece küfredilmiştir.

"ARAP 68'İ" Mİ?

Almanya'da günlük yayınlanan sol gazete junge welt'in fransız sömürgecilik ve mağrib tarihçisi benjamin stoja'yla kuzey afrika'daki isyanlar üzerine yaptığı söyleşi;

Kuzey afrika haftalardır ciddi sarsılmalara sahne oluyor. bu isyanların nedeni nedir?

Şu anda yaşadığımız isyanlar, dünyanın genelini, ama özellikle akdeniz bölgesi'ni ve tabii dolayısıyla mağrib'i de etkisi altına alan ekonomik krizin sonucu. belirleyici olan; krizin, cezayir, tunus ve fas gibi ülkelerde ciddi anlamda demokrasiden yoksun rejimlerin gölgesinde ortaya çıkmış olması. bu sebepten, bölgedeki insanların ekonomik kriz karşısında kendilerini çaresiz ve izole edilmiş hissettiğini söyleyebiliriz, çünkü ülkelerindeki kurumlar yalnızca iktidarlarını korumayı düşünüyor ve bu durum çoğunlukla uzun zamandır böyle.


Üç Maymun

Türkiye - Fransa - İtalya ortak yapımı Nuri Bilge Ceylan filmidir. Yönetmenin Uzak ve İklimler'den sonra Cannes Film Festivali'nin yarışmalı bölümüne kabul edilen üçüncü, toplamda ise beşinci uzun metrajlı filmidir. Başrollerini Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal'ın paylaştığı film, küçük zaafların büyük yalanları doğurmasıyla parçalanan bir ailenin, gerçeklerin üzerini örterek bir arada kalma çabasını anlatır. Filmin adı da, acı ve sorumluluklardan, gerçeği görmeyerek, duymayarak ve gerçekler hakkında konuşmayarak kaçmaya çalışan karakterlere göndermedir. Üç Maymun genel olarak, "üç maymunu oynamanın" gerçekleri ortadan kaldırıp kaldırmayacağını sorgular. 61. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarışan ve Nuri Bilge Ceylan'a en iyi yönetmen ödülünü kazandıran film, 81. Akademi Ödülleri'nde Türkiye'nin yabancı film dalında aday adayıdır. Konusu : Yaklaşan genel seçimlerde bir muhalefet partisinden aday olan işadamı Servet (Ercan Kesal), ıssız bir yolda olan ve ölüme yol açan bir trafik kazasının sorumluluğunu almamak için, o sırada araçta bulunmayan şoförü Eyüp’e (Yavuz Bingöl) para verip yalan söyleterek kendisinin yerine hapse girmeye ikna eder. Seçimde kaybeden Servet, hapisteki Eyüp'in karısı Hacer'le de (Hatice Aslan) ilişki kurar. Hacer'in durumu farkeden oğlu İsmail (Ahmet Rıfat Şungar), annesini suçlar. Bir yıl sonra hapisten çıkan Eyüp de olanları farkeder. İsmail ailenin "namusunu temizlemek" amacıyla Servet'i öldürünce Eyüp onun hapse girmesini önlemek için, daha önce patronunun kendisine yaptığı teklifi kimsesiz gariban bir gence yapacaktır.
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Yapımcı: Zeynep Özbatur
Senaryo yazarı: Ebru Ceylan Ercan Kesal Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Yavuz Bingöl Hatice Aslan Ahmet Rıfat Şungar Ercan Kesal Cafer Köse Gürkan Aydın
Görüntü yönetmeni: Gökhan Tiryaki Kurgu Ayhan Ergürsel Bora Gökşingöl Nuri Bilge Ceylan
Yapım yılı, ülkesi: 2008, Türkiye - Fransa - İtalya
Süre: 109 dakika

TÜRKİYE İŞÇİ SINIFI TARİHİ (18.yy-19.yy) - 1

Zanaâtten Sanayiye İlk Geçiş ve İşçi Sınıfının Doğuşu
19. yüzyılla birlikte geleneksel zanaâtlerin yapısında başlayan çözülmeyi Osmanlı'da kapitalizmin Batı Avrupa'daki gelişimi izlemedi, çöken zanaâtlerin yerini doğrudan doğruya burjuvalara ait sanayi işletmeleri almadı. Zanaâtlerin çöküşüne yol açan Batı Avrupa'nın mamul mallarının Osmanlı iç piyasasını işgal etmesi idiyse, fabrika üretimini gerekli kılan da ordunun çağdaş bir donanım edinme gerekleriydi ve büyük ölçekli sanayi işletmeleri, zanaatkar üretimim yıkan bireysel büyük ölçekli üretim birimleri olarak değil devlet kuruluşları olarak ortaya çıktılar. İlk Osmanlı sanayi kuruluşları maliyet kaygısı olmayan, pazar mekanizmalarından bağımsız, devlet siparişleriyle çalışan fabrikalardı. Ordunun talepleri doğrultusunda dokuma ve dericilik kollarında kurulan fabrikalar, Osmanlı sanayileşmesinin başını çekti.
İlk fabrikalardan biri Feshane'ydi. Yeni kurulan Osmanlı ordusu Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin fes ihtiyacını karşılamak üzere 1835'te İstanbul'da Kadırga'da imalata başlıyan fabrika, 1839'da Haliç'te Saray'a ait bir binaya taşındı. Önceleri hayvan gücüyle (katırlarla) işletilen araçlar daha sonra buhar gücü ile işleyen makinelerle donatıldı. Adı 1850'lerin başında Basmahane-i Âmire olarak değiştirilen Bakırköy'deki bez fabrikası Hazine-i Hassa'ca bağlı olarak kuruldu, zamanla geliştirilerek, maliyeti pahalı basmadan bez üretimine
geçti, îl 840'lann ikinci yansında Ohannes ve Bogos Dadyan biraderler tarafından kurulan İzmit Çuha Fabrikası'nm yanısıra bu kişilerin kendi hesaplarına kurduklan pamuklu ve ipek canfes fabrikası bir süre sonra Emlak-ı Hakanfye devredilerek Saray'a bağlandı.

Sermayeyi Endişelendiren ‘Açlık’ Değil, Açlık Ordusu

İlkel insan topluluklarının kaderi onbinlerce sene boyunca doğa koşulları tarafından belirlenmiş, kıtlık ve açlık insan topluluklarını karınlarını doyurabilecekleri verimli alanlara doğru göç etmek zorunda bırakmıştı. Tarım devrimi ve yerleşik hayata geçişle ile insanlık, doğa güçlerine boyun eğmekten kurtulmaya, doğayı dönüştürerek ona egemen olmaya, kendi hayat koşullarını üretebilmeye başlamıştır.
Sanayi devrimi insanın doğa üzerindeki hakimiyet mücadelesinin dönüm noktasını oluşturur. Son 200 yılda öyle muazzam bir teknolojik hamle gerçekleşti ki bugün insanoğlu ekvatordan Kuzey kutbuna, denizin binlerce metre altından uzaya kadar hemen bütün yerde yaşamını üretebiliyor. Bilim ve teknoloji sayesinde en iyi hayvan ırkları yaratıldı. Sulama, gübreleme ve tohum ıslahı sayesinde toprağın verimliliği onlarca kat arttı. İstenilirse çölün ortasında dahi tarım alanları yaratılabiliyor. Cep telefonlarını, yani uzaydaki uyduları kullanmak gündelik yaşamımızın yalın bir parçası haline geldi. eşdeğer uydularla bütün sene dünyada yetişmekte olan tarım ürünlerinin miktarları dahi saptanabiliyor.
İnsanın, asla değilse besin ürünleri üretimi bakımından, doğa üzerindeki egemenliği öyle bir aşamaya geldi ki, hava koşulları ne kadar olumsuz olursa olsun yaklaşık 6 milyar 300 milyonluk insan nüfusunun besin ihtiyacının kat be kat fazlasını üretebilme potansiyeline sahibiz. Bugün dünyadaki besin üretiminin, 10.5 milyar insanın sağlıklı beslenmesine yetebileceği hesaplanmaktadır.

TUNUS'DA MAHALLELER HALK KOMİTELERİNİN KONTROLÜNDE

Tunus: Gerçek bir devrim -Ebu Jahjah
Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi yerlerde dahi Arap rejimleri titriyor ve Arap halkı kabına sığmayan bir hareketlilik içinde. Bu devrimci canlanma bütün Arap dünyasında geçerli
Tunus devrimi bütün düzeylerde kendi mantığını kabul ettirmeye devam ediyor… Rejimin kalıntılarının, bazı taktiklerle (araçlarla sokaklarda dolaşıp insanlara ve evlere rasgele ateş ederek, altyapıyı tahrip ederek vs) kaosu yaymaya dönük girişimlerinin ardından, Tunus halkı her kentte ve her mahallede olmak üzere bütün ülkeye yayılan komitelerde örgütlenerek, sokaklarda devriye gezmeye ve halkı korumaya başladı. Hatta halk komiteleri eski rejimin milis güçlerinin de peşine düştü ve bir silahlı çatışmada iki milis gücü halk tarafından infaz edilirken bir kişi de şehit düştü.
İsrail’in karşıdevrimi desteklemek için Tunus’ta faaliyette olduğuna ilişkin haberler var. Ayrıca Libya’dan sabotaj amaçlı sızmalar olduğu da söyleniyor. Bunların münferit vaka mı yoksa arkası gelecek vakalar mı olup olmadığı bilinmiyor.

İSYANIN SESİ KUZEY AFRİKA

Cezayir Bağımsızlık Savaşı hakkında...BELGESEL (YENİDEN)
Cezayir ve Tunus'da oluşan isyan dalgası nedeniyle geçmişte yayınlaığımız (Cezayir Bağımsızlık Savaşı hakkında...) yazımızı ve belgeselimizi tekrar yayınlıyoruz iyi seyirler...

II. Dünya Savaşından önemli hasarla fakat galibiyetle ayrılan Fransa savaştan sonra iç politika istikrarsızlıklarının yanında, dışarıda ilk olarak Hindiçin (Vietnam) meselesiyle karşı karşıya kalmıştır. Fransa Hindiçin meselesini bu topraklardan çekilmek suretiyle 1954 yılında halletti. Fakat esas sorun şimdi Cezayir’de başlayacaktı.

Fransa Osmanlı toprağı sayılan Cezayir eyaletini 1830 yılında fiilen işgal etmiş ve burada tam bir sömürge sistemi kurmuştu. Fas ve Tunus’tan farklı olarak Cezayir’e ayrı bir önem atfeden Fransa bu topraklarla kendini bütünleşmiş sayıyordu. Bu nedenle Fas ve Tunus’a 1956 yılında bağımsızlık vermesine rağmen Cezayir meselesinde böyle davranmamıştır.
Cezayir Bağımsızlık Savaşının ilk meşalesini yakan 1931 yılında kurulan Abdülhamid bin Badis tarafından kurulan Cemiyetu'l-Ulemai'l-Muslimin ile 1936 yılında Messali Hac tarafından kurulan Cezayir Halk Partisi idi. Bunlardan ilki İslami ikincisi milliyetçi eğilimleri temsil ediyordu. Her iki örgüt de Cezayir halkının bağımsızlığını ve Avrupalılarla eşit haklara kavuşturulmasını amaçlıyordu.

KIRINTI -KISA FİLM-

Yazan-Yöneten: Arinsu Arslan
OYUNCULAR
Baba : Veli Sezgi
Çocuk : Serengil Demir
Dil: Kürtçe/İngilizce
ÖZET:Fakir bir ailenin sürekli televizyon izleyen çocuğu,televizyonda açlıkla mücadele eden insanları,afrikadaki çocukları görünce onlara yardım etmek için elindeki ekmekleri ufalar ve kırıntıları televizyonun mazgalından içeri atar.

Açlığı,yokluğu,fakirliği sorguluyor.Yardım etmenin erdeminden,çocukların saflığından,güzelliğinden bahsediyor.Bize ne kadar duygusuzlaştığımızı,ne kadar kendi içimize kapandığımızı,dünyada olup biteni umursamadığımızı hatırlatıyor.Uyanın diyor bize,uyanın ve ne kadar kirlendiğinizin farkına varın artık..

Fransa Maoist Komünist Partisi tarafından Yapılan Yazılı Açıklama

Tunus’ta halk ayaklanması devam ederken Fransa Maoist Komünist Partisi tarafından yapılan yazılı açıklama ile Mağrip halkları ile dayanışma çağrısı yapıldı. Açıklamada, bölgedeki iktidarların daha önce ulusal kurtuluş mücadelesine öncülük etmiş olsa da, kurtuluş mücadeleleri sonrasında sömürgeciler ile işbirliği içinde oldukları vurgulandı:

“Bağımsızlık mücadelelerle, ulusal kurtuluş savaşlarıyla kazanıldığından bu yana bürokratik ve diktatoryal rejimlerin faşist doğası Mağrip'te başarılı olmakta.

Ulusal kurtuluş için kahramanca mücadeleler nasıl oldu da Mağrip halkına karşı faşist diktatörlüğe dönüştü?

Lenin’in, Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresindeki sözlerini anımsamak iyi olacak:

BİSİKLET HIRSIZLARI - (Ladri Di Biciclette / Bicycle Thieves) 1948

 Bisiklet Hırsızları, senaryosunu Cesare Zavattini'nin yazdığı, Vittorio De Sica'nın yönettiği, 1948 İtalyan yapımı drama filmidir.

Film gerek yapım tekniği, gerekse de sinema estetiği açısından Yeni-Gerçekçilik akımının simgesi olarak kabul edilir.
Filmde Vittorio De Sica, II. Dünya Savaşı sonrası yoksul Roma atmosferi içerisinde, var olma mücadelesi veren sıradan bir işçi perspektifinden, umut, utanç ve yitiriliş üçgeni ekseninde insanlık durumunu gözler önüne sermektedir. Bir süredir işsiz olan Antonio Ricci'nin yeni işi için aldığı ve iş için çok gerekli olan bisikleti, bir afişi yapıştırdığı sırada çalınır. Polis hırsızı kendilerinin bulmalarını söyleyince Antonio ve 10 yaşındaki oğlu Roma’yı karış karış dolaşarak bisikleti ararlar.

Yönetmen : Vittorio De Sica
Senaryo Yazarı : Luigi Bartolini
* Lamberto Maggioran - Antonio
* Enzo Staiola - Bruno, Antonio'nun oğlu
* Lianella Carell - Maria, Antonio'nun karısı
* Gino Saltamerenda - Baiocco
* Vittorio Antonucci - Hırsız
* Giulio Chiari - Dilenci
* Elena Altieri

Bella Ciao ya da Nam-ı Diger Çav bella


Bella Ciao, (Türkçe'de Çav Bella olarak bilinir) II. Dünya Savaşı sırasında, İtalyan partizanların söylediği bir şarkıdır.
Çav Bella şarkısı İtalya'da Mussolini döneminde anti - faşist , komünist , devrimci , sosyalist grupların marşıdır . Bu sözlerin yazarı bilinmemektedir , ve melodisi eski İtalyan Halk Şarkılarından Po Valley adlı şarkının melodisine benzemektedir .
Parça Milva'dan Yves Montand'a, KUD Idijoti'den Kızıl Ordu Korosu'na onlarca şarkıcı ve grup tarafından seslendirilmiştir. Size bir Bella Ciao (Çav Bella) seçkisi sunuyoruz.

Eşcinsellik Hastalık İse Neden Günah ?

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık, biz sizi kavimler ve kabileler (‘kabileler’ Arapça’da “değişik tür, cins, çeşit” anlamına da geliyor) halinde yarattık ki, birbirinizi tanıyabilesiniz. (Hucurat Suresi, 49/13)

Uzun süredir yoga kursuna devam eden otuzlu yaşlarındaki kadın nihayet arkadaşlarına üç aylık hamile olduğunu ilan ediyor. Derken bebeğin cinsiyeti konusunda ufak bir muhabbet dönüyor ve “kocakarı” testinden söz ediliyor. “Tam göbek deliğinden tutup aşağıya sarkıtılan zincir eğer halka çizerek dönüyorsa kız, sağa-sola gidip geliyorsa erkektir” diyor biri. Yoganın verdiği rehavetle olsa gerek bir diğeri “eğer hem sağa-sola gidip hem de halka çiziyorsa, eşcinsel olacak bebeğin”. Anne adayı bu espri karşısında yüzünü buruşturup şaşırtıcı bir yanıt veriyor: “Lütfen çocuğum eşcinsel olmasın, Türkiye’de yaşaması çok zor olur!”
Hangimiz beş-on yıl önce, bir anne adayının aklına, bebeğinin eşcinsel olma ihtimali karşısında eşcinsellerin yaşadığı zorlukların geleceğini hayal edebilirdik? Annenin kaygısındaki önceliğe bakarsak Türkiye’de eşcinsel algısı olumlu yönde bir hayli evirilmiş görünüyor. Zaten Türkiye fiilen olmasa bile fikren hızlandırılmış bir ilerleme dönemi yaşıyor. Yeni anayasayla aynı dönemde gündeme gelen eşcinsellik tartışmasının başlatıcısı Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf ne demişti Faruk Bildirici’ye: “Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence.”

Sarhoş Atlar Zamanı - (A Time for Drunken Horses)

İran, Irak, Türkiye sınırında yaşan Kürt bir ailenin dramı anlatılır. Anne ve babasının ölümünden sonra Ayoup, engelli ağabeyi Madi'nin tedavisi için katır sırtında İran'a yük taşımaya başlar. Bu sırada ablası kardeşi Madi ile ilgilenmektedir. Çetin kış şartlarında İran - Irak sınırında çeşitli işler yapar. Birgün soğuktan donmamaları için yük taşımacılığında kullanılan atlara viski içirdiklerini görür. Fakat yük taşıyan insanlar soğuktan çalışamamaktadırlar. Ardından Ayoup daha fazla para kazanabilmek adına kardeşi Emine ile birlikte kaçakçılığa başlarlar. Savaşın enkazları, halkın yoksulluğu sahne sahne gözler önüne serilir. Savaşın izlerinde, yaşanan gerçek bir hikayedir. Filmde atlara gösterilen özen, insanlara gösterilmez.
Yönetmen: Bahman Ghobadi
Senaryo: Bahman Ghobadi  
Oyuncular: Ayoub Ahmadi, Rojin Younessi, Amaneh Ekhtiar-dini
ÖDÜLLER:
  • Altın Kamera Ödülü (Caméra d 'Or), Cannes Film Festivali Fransa, 2000.
  • Jüri özel ödülü (Silver Hugo) Uluslararası Chicago Film Festivali, ABD, 2000.
  • En iyi uzun metrajl film ödülü, Edinburgh Film festivali, İskoçya, 2000.
  • En iyi uzun metrajlı film ödülü, Santa Fe film festivali, ABD, 2000.
  • Büyük jüri ödülü, Uluslararası São Paulo Film Festivali Brezilya, 2000.
  • En iyi uzun metrajlı film ödülü, Uluslararası Banff Film Festivali Kanada, 2000.
  • Jüri özel ödülü, Uluslararası Gijon Film Festivali İspanya, 2000.
  • En iyi uzun metrajlı film ödülü, Çocuk Filmleri Festivali (İran) İsfahan, İran, 2000

Cezayir'de protestolar büyüyor...

Cezayir’de hükümet üyeleri, ayaklanmanın kıvılcımını çakan yükselen gıda fiyatlarını durdurmak için neler yapılabileceğini tartışırken, gösterilerde şu ana kadar üç kişi öldü, yüzlerce kişi ise yaralandı.

Cezayir İçişleri Bakanı Dahou Oul Kablia’nın bugün bir radyoya yaptığı açıklamaya göre yaralanan 400 kişiden en az 300’ünü polisler oluşturuyor.

Öldürülen iki kişiden biri 18 yaşındaki Azzedine Lebza. Lebza, başkent Cezayir’e 300 km. uzaklıktaki M’Sila kentinin Ain Lahdjel bölgesinde öldürüldü. İçişleri Bakanı Kablia, Lebza’nın bir polis karakolunu basma girişimi sırasında hayatını kaybettiğini belirtti. Kablia, Cuma günü de başkent Cezayir’in 50 km. batısındaki küçük bir kasaba olan Bou Smail’de bir göstericinin öldüğünü sözlerine ekleyerek, “Yaralı biçimde sokakta bulunmuş. Bir patolojist kafasındaki yaralanmalar nedeniyle öldüğünü söyledi, ancak kesin ölüm nedeni henüz belirlenemedi” dedi. Daha önce bir sağlık görevlisi 32 yaşındaki Akriche Abdelfattah’ın suratına isabet eden bir gaz bombasıyla öldüğünü ifade etmişti.

Üçüncü bir ceset ise göstericiler tarafından yakılan bir otelin içinde bulundu.

AYDINLANMACILIK, TOPLUM DÜŞÜNCESİ VE KARL MARX

Aydınlanmacılık, insanın taksiratlı reşit olmayan durumunun son bulmasıdır. Reşit olmamak, başkalarının güdümü olmadan aklını kullanamama beceriksizliğidir. Reşit olmama durumunun taksiratlı olmasının nedeni, aklın kusurundan değil ama birisinin kendi aklını kullanmasında yeterince kararlılık ve cesaret gösterememesidir. Bundan dolayı aydınlatmacılığın şiarı, sapere aude! yani "kendi aklını kullanma cesaretine sahip ol" dur."

Immanuel Kant

"Din, doğaya bakış, toplum, devlet düzeni, her şey en acımasız eleştiriye tabi tutulmuştur; her şey aklın mahkemesi karşısında ya varlığını gerekçelendirmeli veya varlığına son vermelidir. Düşünen akıl her şeyin tek ölçüsü olarak kabul edildi. O devir Hegel‘in deyimiyle her şeyin tersine çevirildiği çağdı."

Aydınlanmacılık Nedir?
Aydınlanmacılığın İngilizce karşılığı Enlightenment, Almanca karşılığı ise Aufklärung dur. Aydınlanmacılığın bu iki dildeki karşılığı arasında birisi daha çok pratiği, diğeri ise daha çok teoriyi çağrıştıran ama birbirini tamamlayan önemli bir fark olduğu kanısındayım. Enlightenment sanki yürünen uzun veya kısa ama karanlık bir yolun engebelerinin ve dolambaçlarının görülebilmesi için ışıklandırma eylemiymiş gibi bir duygu uyandırıyor. Aufklärung ise daha çok önünüzde duran bir durum veya bir şey hakkında etraflı bilgi edinip öğrenme ve bilgilendirme eylemidir. Belki bu farktan dolayı Ġngiliz, Fransız ve Alman aydınları arasında bir karşılaştırma yapıldığı zaman, İngiliz ve Fransızların politik sistemlerini devrimci yoldan değiştirirken, Almanların düşünceyi devrimcileştirdiği (Heinrich Heine) söylenir. Bu fark Aydınlanmacılığın birbirini tamamlayan iki boyutunu vurgular.

Sorgu ifadesi - Mazlum Doğan

"MAZLUM DOGAN - Evet. şimdi, genel olarak hareket Türkiye kamuoyunda, resmi basın tarafından, yayin organları tarafindan Apocular diye tanıtılımaktadır. Halk arasında, bizim dışımızdaki çeşitli Türkiye'deki sol gruplar ve Kürdistan'daki burjuva milliyetçi hareketler tarafindan böyle adlandırılmaktadır. Oysa bir siyasal organizasyonun bir kişinin adıyla lanse edilmesi doğru bir şey değildir. Aslında gerçekte de böyle değil. Adı üzerinde bir partidir ve adıda Partiya Karkeren Kürdistan'dır. Daha çok Apocular diye lanse edilmesi Kürt burjuva milliyetçileri tarafindan yapılmıştır. Bu, kastın yanı sıra bir de Kürdistan halkının köylü anlayışııdan kaynaklanıyor. Mazlum doğan üzerinde bestelenen türküyü dinlemek için tıklayın:



MAZLUM DOGAN'IN SAVUNMASI (Mahkeme Tutanaklarindan PKK Davasi)Durusma hakimi tarafindan sanik Mazlum Doğan çağrıldı.

SANIK MAZLUM DOGAN SORGUSUNDA: DURUSMA HAKIMI - PKK örgütünün mensubu oldugun, örgütün kurulmasi, sevk ve idaresinde görev aldigin, örgütün basin-yayin islerini yürüttügün, örgüt mensubu Ali Dursun'un Diyarbakir Numune Hastanesinden Agustos 1978 tarihinde kaçirilmasi olayina Istirak ettigin, Ibrahim Senel adina sahte hüviyet kullandigin iddia ediliyor.

İşte ilaç piyasasında dönen oyunlar...- İsmail Tokalak

 6 Ocak 2011 gece yarısı TBMM’den geçen RTÜK yasası ile reçetesiz ilaçların reklamı serbest bırakıldı. Bu olayın reçetesiz ilaç tarafı. 
Bir de reçeteli olanı var ki, nereden bakarsanız bakın ilaç sektörü, çok iyi denetlenmesi gereken, fakat iyi denetlenemeyen, bu yüzden bir taraftan insan sağlığını tehdit ederken, diğer taraftan birçok oyuna açık bir durumda olan bir sektör. 

Bu bilinmeyen bir şey değil, fakat kimse bu olayın üzerine gitmez. İnsan sağlığıyla ilgili olduğu için konu fazlasıyla hassastır. İlaç pazarında her türlü oyunu oynayıp daha çok kar yapmaya çalışanlar, “biz insan sağlığı için mücadele ediyoruz,” kalkanı ile bir dokunulmazlık kisvesine bürünmüşlerdir. Olayların üzerine biraz gittiğinizde, karşınızda kendilerine yönelik en ufak bir eleştiriye tahammülü olmayan, sizi hemen susturmaya hazır güçleri bulursunuz. Bu yüzden bu konulara değinenler, ileri sürdükleri iddialarda çok sayıda kaynak ve referans göstermek zorundadır. 
İnsan sağlığını tehdit eden yalnız iyi denetlenmeyen ilaç piyasası değildir. Gıda piyasası, kimya sektörü, GDO’lu gıda ve tohum üreten biyoteknoloji sektörü ile bunlara bağlı sektörlerin denetimsizliği de insan ve çevre sağlığı için büyük tehdit oluşturmaktadır. 

''Lenin’den Anılar'' - Nadejda K. KRUPSKAYA

Kadın sorunu toplumsal sorunun, işçi sorununun parçasıdır...

(...) Lenin, sözümü kesmeden, birkaç kez onaylayıcı biçimde başını salladı. Sözlerimi bitirince, soran gözlerle ona doğru baktım. “Anlaştık!” dedi. ... “Sadece birkaç ana noktada düşüncelerimi söylemek istiyorum ki bu noktalarda yaklaşımınızı tamamıyla paylaşıyorum. Eğer bu çalışma eylem, mücadele hazırlayacak ve onları başarılı kılacaksa, bunlar bana süre giden ajitasyon ve propaganda çalışmamız açısından da önemli görünüyor.

“Yönergeler, kadının gerçek kurtuluşunun ancak Komünizmle mümkün olabileceğini kesin bir şekilde ifade etmelidir. Kadının toplumsal ve insani konumu ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki kopmaz bağ güçlü bir şekilde işlenmelidir. Böylece, kadın hakları savunuculuğuna karşı araya kalın ve silinmez ayrım çizgisi çekilmiş olur. Ama bununla, aynı zamanda, kadın sorununu toplumsal sorunun, işçi sorununun parçası olarak kavrama ve böyle bir sorun olarak onu proletaryanın sınıf mücadelesi ve devrimle sıkı bir şekilde bağlamanın da temeli verilmiş olur.

“Komünist kadın hareketinin kendisi bir kitle hareketi, salt proleterlerin değil, bilakis her türden sömürülen ve ezilenin, kapitalizmin ya da herhangi bir egemenlik ilişkisinin tüm kurbanlarının genel kitle hareketinin bir parçası olmalıdır. Komünist kadın hareketinin proletaryanın sınıf savaşımları ve onun tarihsel yaratısı olan komünist toplum için önemi de burada yatar. Partide Komünist Enternasyonal’de seçkin bir devrimci kadınlar topluluğumuz olduğu konusunda haklı bir gurur duyabiliriz. Ama tayin edici olan bu değildir. Kent ve köydeki milyonlarca emekçi kadını kendi tarafımıza, mücadelelerimize ve özellikle de toplumun komünistçe dönüştürülmesine kazanmalıyız. Kadınlar olmaksızın hiçbir gerçek kitle hareketi olamaz.

Tüm Bölgelerde Demokratik Yerelleşme - Mustafa Sönmez

Demokratik özerklik tartışmalarına, 24-25 Ağustos 2010 tarihlerinde “ Neresi Demokratik.Nasıl Özerklik?” başlıklı iki yazı ile değinmiştim. O yazılardan bir paragrafı aktarmalıyım: “Kürtlerin hangi derdine çare olacaksa bu model, söyler misiniz, bölge dışındaki milyonlarca Kürt’e ne getirecek? Mesela İstanbul, Ege,Çukurova’daki Kürtler, Güneydoğu’daki “özerk” bölgenin nimetlerinden- neler olacaksa o nimetler- nasıl yararlanacaklar? Eğer Kürt nüfusun en az yüzde 40-50’si bölge dışında, ülkenin gelişmiş bölgelerinde yaşıyor ve onların birçoğunun Kürt kimliği ile kültürel hakları ile ilgili talepleri bulundukları bölgelerde sürüyorsa, o zaman bölge temelli bir proje Batı’daki Kürtleri nasıl kucaklayacak?”…
Bu soruyu, İmralı’daki Abdullah Öcalan’a iletmişler ve birkaç okurum, verilen cevabın yer aldığı sitenin linkini aktardılar. Bakın ne diyor Öcalan;

HAYVAN HAKLARI VE YENİ AYDINLANMA

Açık olalım: devrim için mücadele ediyoruz, reform için değil; köleliğin sona ermesi için mücadele ediyoruz, yoksa insancıl sahipler için değil. Hayvan hakları insan kulağının duyduğu en radikal fikre yol veriyor: hayvanlar yiyecek, giysi, kaynak, ya da eğlence nesnesi değillerdir.
Dr. Steve Best

Beş milyon yıl önce atalarımız eski büyük kuyruklu maymunlardan koparak geliştiler; sonraki iki milyon yıl içerisinde evrimin hominid çizgileri sadece bipedal(iki ayak üzerinde duran) bir tür olmaya doğru evrim geçirmek yolunda büyük değişimler geçirmekle kalmadı, ayrıca büyük beyinli , dile ve teknolojiye hakim bir tür olma yolunda değişimlerden geçti.

Son iki yüz yıl içerisinde, insanlar biyoloji anlamında çok az değiştiler; ama sosyal ve teknolojik kapasiteleri anlamında çok hızlı bir evrim geçirdiler. Ne yazık ki, teknolojik evrimimiz ahlaki evrimimizi büyük oranda geçmiş durumdadır. Dr. Martin Luther King’in sözleriyle söyleyecek olursak, “yanlış yollara sapmış insanların kendilerince doğru yerlere yönlendirilmiş füzeler kullandığı bir dünyada yaşıyoruz.”

İnsanlar ahlaki bir ilerleme kaydetmişlerdir, ama yavaş bir şekilde. Batı kültüründe, eşitsizliği, hiyerarşiyi ve aşağı olmayı insan doğasının ya da varlıkların doğal akışı şeklinde gören mitleri meşrulaştıran cehaleti, önyargıyı ve keyfiyeti aşmak için iki bin yılın geçmesi gerekti.

Batı toplumu 1960’lardan itibaren ahlaki anlamda daha hızlı bir gelişim göstermiştir. Öğrenci, siyah, Kızılderili, feminist, ve gay-lezbiyen hareketleri hakların evrenselliği sürecini geliştirmiş ve önyargının büyük bariyerlerini aşarak insan özgürlüğüne daha fazla bir derinlik katmıştır.

KALPAZANLAR (The Counterfeiters)


II. Dünya savaşı sırasında Nazilerin, savaşın tek galibi olabilmek için yaptıkları ahlakdışı işlerden biri de; sahte para basarak diğer ülke ekonomilerini çökertmektir. Bu iş için kurdukları gruba, el sanatları ve kalpazanlık konusunda çok iyi olan Salomon Sorowitsch da dahi ederler. Sefaletten kurtulan yaşamlarına rağmen, içinde bulundukları durum onları rahatsız eder. Ahlakdışı işler yapan insanlarla yaptıkları iş birliğinden duydukları utanç, onları vicdanlarıyla karşı karşıya getirir.


Yapım: 2007 ~ Almanya, Avusturya
Tür: Dram, Savaş, Suç, Tarih
Yönetmen: Stefan Ruzowitzky
Süre: 1 saat 38 dk
Oyuncular: Karl Markovics, August Diehl, Martin Brambach, August Zirner, Devid Striesow,

'İki Dilli Hayat' yayılıyor

DERSİM - Dersim Belediyesi, "iki dilli yaşama" destek vererek oda ve hizmet birimlerinin Türkçe olan isimleri ile Kürtçe'nin Zaza lehçesindeki isimlerini ekledi. Viranşehir’de esnafa üzerinde Kürtçe ve Türkçe sebze ve meyve isimleri yazılı kartlar dağıttı. Patnos’ta ise imza standı açıldı.

Derism Belediyesi, "iki dili yaşama" destek vererek oda ve hizmet birimlerinin Türkçe olan isimleri ile Kürtçe'nin Zaza lehçesindeki isimlerini ekledi.

Konuya ilişkin açıklama yapan Belediye Başkanı Edibe Şahin, "Belediyemiz yerelden yönetim ile Demokratik Özerklik çerçevesinde partimizin bir projesi var. Ve bu proje en uygun yerinden yönetim ile yerel yönetimlerdir. Bizlerde Dersim'de özellikle 2 dilli hizmet anlamında bugün bir başlangıç yaptık. Bütün belediye hizmet binamızdaki odaların isimlerini, burada en çok kullanılan Kürtçe'nin Zazaki lehçesinde yazılı tabelalarımızı astık. Bu aynı zamanda belediye olarak 2 dilli verdiğimiz hizmetin bir göstergesi. Sadece bununla sınırlı kalmayacağız. Her zaman zaten halkla görüşmelerimizde toplantılarımızda kendi dilimizi kullanıyoruz. Ve Dil çalışmalarımız daha da genişletilecek" dedi.

Noel hikâyesi (2010): Meryem ve Yusuf Filistin’de –James Petras

Meryem ve Yusuf için zor zamanlardı. Gayrimenkul balonu patlamış, inşaat işçileri arasında işsizlik yükselmişti. Usta bir marangoz için bile iş bulmanın bir yolu yoktu.

Ama batakhane sahiplerinin, Wall Street vurguncularının katkılarıyla ve ağırlıklı olarak Amerikalı Yahudilerin paralarıyla finanse edilen yerleşim bölgelerinin inşası sürüyordu.

“Çok şükür” diye düşündü Yusuf: “Birkaç koyun ve zeytinimiz var. Meryem de birkaç tavuk besliyor.” Yine de Yusuf endişeliydi: “Bugünlerde Meryem oğlumuzu doğuracak. Peynir ve zeytin, büyümekte olan bir çocuğu beslemek için yeterli değil.” Yanında çalışacak sağlam bir oğul düşlüyordu… Balıklar ve ekmekler çoğaltacaktı.

Sığınmak Belgeseli - Hakkari Çukurca 1991

1991'de, Saddam Hüseyin, kendisine karşı ayaklanmış olan Şiilere ve Kürtlere karşı bir "Temizlik Operasyonu"na girişti.
Irak nüfusunun yüzde 20'sinden fazlasını oluşturan 4 milyon Kürt, soykırım tehlikesiyle yüzyüze kaldı.
İnsanlar, önüne çıkanı öldürerek kuzeye ilerleyen Saddam ordusunun önünden kaçmaya başladılar.
Zengin, yoksul, köylü, şehirli bir milyon insan, bir anda, yersiz yurtsuz, çaresiz bir göçmen topluluğuna dönüştü.
Yaklaşık 450 bini, hafızalarında Halepçe katliamının dehşetiyle, Irak-Türkiye sınırına yığıldı. Diplomatlarla politikacılar için kısa, can korkusu çekenler için fazla uzun bir tereddüt döneminden sonra, sınır açıldı.
"Kuzey Irak", çoğumuza "terör", "bölücülük", "sınır ötesi harekât", "kırmızı çizgi" gibi politik-stratejik lafları hatırlatıyor.
Haritalara bakınca, olsa olsa, farklı renkte taranmış bir bölge görüyoruz.
Haritalar, ağaçları topluca, yeşil bir leke olarak gösterir. Haritalarda dağlar soğuk değildir. Haritalardaki ırmaklar akmaz. İnsanlar ise, haritalarda hiç görünmez...

Neoliberalizme karşı direnişin yılı

2010 yılı için dünyada söylenebilecek en geçerli ifade “neoliberalizme karşı direniş yılı” olsa gerek. 2010, dünyanın her yerinde küresel ekonomik krizin faturasını emekçi halk yığınlarına ödetmeye çalışan küresel kapitalizmin ekonomik-politik baskı aygıtlarına ve onların ülkelerdeki temsilcileri hükümetlere karşı baş kaldırışın yılı oldu.

İşinden atılan, çalışma koşulları zorlaştırılan, emeklilik hakları gasp edilen, ücretlerinden kesinti yapılan işçiler, krizin yükünü iki defa çekmek zorunda bırakılan kadınlar, eğitim reformu adı altında yapılan paralılaştırma politikalarıyla harçları kat be kat arttırılan öğrenciler, 2010 yılında neoliberalizme geçit vermeyeceklerini gösterdiler.

Yılın hemen başında başlayan grevler kısa sürede tüm Avrupa’yı sardı. Yunanistan’da nakliye işçilerinin hak gasplarına karşı başlattıkları eylemler, Fransa, İspanya, Almanya, Finlandiya, İngiltere, İtalya, Hollanda, Belçika, İrlanda, Portekiz, Çek Cumhuriyeti, Avusturya ve Macaristan’a yayıldı ve yıl boyunca Avrupa’da yüzlerce eylem, onlarca grev yapıldı.

Fransa’da Sarkozy hükümetinin emeklilik reformu adı altında çıkardığı yasaya karşı milyonlarca Fransalı emekçi sokaklara çıktı. Emeklilik yaşının 60’tan 62’ye, tam primli emeklilik yaşınınsa 67’ye çıkarılmasına karşı “Geleceğimizi karartmalarına izin vermeyiz” diyerek karşı çıkan öğrenciler de sokaklara inince 3,5 milyon kişinin katıldığı eylemlere tanık olduk. Fransa’da yapılan toplam 241 eylem ve grev yapıldı; her defasında hayat durdu.

İngiltere’de öğrenciler yıllar sonra sokaklara indi. Harçların %300 zamlanarak 9 bin Sterlin’e çıkarılmasına seyirci kalmayan öğrenciler İngiltere sokaklarını mesken belledi. On binlerce öğrenci sokaklara çıktı, “Öğreniyiz, yoksuluz, ödemiyoruz” dedi. İktidardaki Muhafazakâr Liberal Parti’nin binasını işgal eden, Prens Charles’ın yolunu kesen, polisle çatışan, “Eğitim hakkımız engellenemez” diyen öğrencilerin eylemleri 2011’de de devam edecek.