HALKIN POLİTİK EĞİTİMİ VE FREİRE

"Anlatılan senin hikayendir" Marx'ın bu ünlü sözüne nazire Freire, yoksulların kendi gerçekliklerini kendi hikayeleriyle yeniden oluşturmanın yöntemini sunuyor bize. Ezilmenin, yoksulluğun salt bir sömürü-yokluk ilişkisi olmadığının da farkına varıyoruz. "Yok" olanlar ortadan kalkınca yoksulluk, kapitalist mülkiyet ortadan kalkınca sömürü ortadan kalkacak mı; sorularını da getiriyor akla. Devrimcilik, devrimci önderlik üzerine düşünmemizi, eleştirel düşüncenin, sorgulamanın gerekliliğini hissettiriyor. Bizler propagandif soyutlamalarımızla algılarımızda da çarpıklık yarattık. İşçiler, köylüler, gençlere vb. seslenişlerimizde gerçek yaşamdaki ilişkileri göz ardı ettik. Çünkü ezilenlerin yaşamında, onlarla birlikte değildik.
Yoksulluğun çığ gibi büyüdüğü, mülksüzleşme ve proleterleşme süreçlerine uygun, ezilenlerin özdeneyimine dayanan örgütlenmelerin oluşturulamadığı bir dönemde Freire'yi okumak buna koşut dünyayı ve sözcükleri okumak (değiştirmek için) çok elzemdir. Özellikle genç devrimcilerin Freire'den öğreneceği çok şey var.
Paulo Freire'nin “ezilenlerin pedagojisi”ne değinirken “pedagoji” kavramının kullanımı üzerinde durmak gerekiyor. Freire, bizce “pedagoji” kavramını praksis kavramıyla bağıntılı kullanmıştır. Praksiste (yani teori ve uygulamanın diyalektiği) teori, mevcut toplumsal-ekonomik eleştirinin, nesnelliğin, gerçekliğin kavrandığı alan olarak adlandırılabilir. Uygulama ise -marksistlerin ifadesiyle ideoloji- kitlelerin harekete geçtiği, popüler yayılma, inandırıcı uyarlanma, pedagojik somutlama alanıdır. İdeoloji bir kitle pedagojisinin itici gücüdür. Yani “her hegomanya ilişkisi zorunlu olarak pedagojik bir ilişkidir”(Lombardi,2000) burada gerçeklik ve düşünce arasındaki ilişki evrimsel, deneysel, somut, insani olarak tanımlanmıştır. İnsanın eylemi ve nesnel gerçekliğin algılanması ve değiştirilmesi süreci bu yüzden pedagojik bir süreç olarak algılanmıştır. Bu tanımlamada “ideoloji” kavramının gölgesi mevcuttur. Bize göre çelişkileri gizleyen, Marks'ın deyimiyle bir çarpıtma(çarpıtılmış bilinç) olarak egemen ideoloji algısı ve ezilenlerle birlikte özgürleşme süreci –pedagojik bir süreç- tanımı yer almaktadır.

Freire'nin yöntemini anlamak için praksis kavramını tartışmakta yarar görmekteyiz. Çünkü Freire “ezen-ezilen ilişkisinin çözümlemesini” bu kavramsız imkansız görür. (s:32) “Gerçekliğe müdahale” yine bu kavramın olmazsa olmazıdır. (s:33). s:80'de ise “insanın yaratıcı faaliyetine” bu kavram bağlamında vurgu yapılır. Praksis Freire'de tarihsel çelişkilerin ifadesidir ve hatta bunların bilincinde olduğu için tam ifadesidir. Ezilenler “dünyayı nesneleştirir, böylelikle onu anlayabilir, emek ve çabalarıyla onu dönüştürebilirler” (s:103) derken gerçeğin çelişkili sürecinin bilincine varılması anlamında bir dünya kavrayışı, bireyler ve kitleler için böyle bir bilincin örgütlenmesi, yani bilgi ve eylem ilkesi haline dönüştürülmesine vurgu yapıyor. Freire, gerçek ve somut problemleriyle ezilenlere yaklaşıyor, bu problemlerin bilincine varma ve bunları bütüncül tarihsel sürece dahil ederek, ezilenlere büyük insanı ve tarihi görev olarak şöyle söyler: “kendilerini ve aynı zamanda da ezenlerini özgürleştirmek” (s:24) eklemek gerekir “ezenleri mülksüzleştirerek”.
Freire'yi okuyunca tarihin daima güncel yani politik olduğunun dolayısıyla ezilenlerin günlük hayatını paylaşarak birlikte öğrenmenin, tarihsel olanın algılanması ve değiştirilmesi gereğini birlikte oluşturmanın anlamını da berraklaştırabiliyoruz. Çünkü praksis'in ezilenleri yaşamın daha üstün bir kavrayışına yönelttiğini görüyoruz.
Paulo Freire, ezilenlerin insanlaşma, insanlıklarını yeniden kazanma mücadelesini “evrensel insan doğası”, “bireycilik” vb. kimi zamanda patolojik tanımlamalara varan -ezenin hayat algısıyla oluşmuş-kavram ve tanımlarla hesaplaşarak yürütüyor. Freire, insan doğası gibi kavramlarla konuşmuyor
çünkü, yöntemi insanı bir süreç olarak, eylemlerinin bir süreci olarak okuyor. Bu, şu anlama gelebilir;insan kendi öz yaratısı, tarihidir, insanlık olarak ve insanlık içinde insanlaşma mücadelesiyle kendi kendini yaratır. Freire, tüm toplumsal ilişkilerin etken ve hareket halinde olduğu bir yaklaşım sunuyor bize. İnsanı
tarihsel bir varlık olarak algılıyor ve buradan biz, insanın bir “doğa” olmadığı anlamına ulaşabiliyoruz. Freire'yi okuyunca ezen-ezilen ilişkisinin “insan doğası” üzerine temellendirilmesinin yanlışlığı açığa çıkıyor. Çünkü temel bir insan doğası yok, insan doğası ancak, toplumsal ilişkilerin diyalektiği yoluyla yavaş yavaş kendini belirleyecek bir oluşumdur. Marks'ın diliyle, bu tarihsel bilinci belirleyen
toplumsal ilişkiler bütünüdür. Marks herhalde, insan “doğa”sının tüm insanlar ve tüm zamanlar için homojen olmadığını, toplumsal ilişkilerin durmadan değişim halindeki bütünlüğünün her zaman çelişkili olduğunu biliyordu.
Freire, yaklaşımını “birey”, “bireysel farklılıklar” üzerine kurmuyor, ezilenlerin özgürleşmesini “insanların özgürleşmesi” olarak tanımlıyor. Dolayısıyla “kimse tek başına kendi çabasıyla kendini özgürleştirmeyeceği gibi kimse başkaları tarafından özgürleştirilemez” (s:46). Bu insanı bireyselliğin en büyük öneme sahip olduğu aktif ilişkiler dizisi-bir süreç-olarak görmemizi engellemez. Birey, insanlar ve doğa bireyselliğin unsurları olarak algılanmalıdır. Kişiliğin değişimi bu ilişkilerin değişimidir ancak, insan doğası toplumsal ilişkiler bütünüdür. Ancak kişiliğin bir unsuru olarak bireysellik gözardı edilemez. Freire, Bertolt Brecht'in dilinde konuşur ezilenlerle: “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz”.
Freire, insanı “bir praksis varlığı olarak” (s:79-80,103-106) görüyor. Bu kavram genel anlamda eylemi, etkinliği, insanın kendi tarihsel, insani dünyasını yarattığı, yaptığı, ürettiği ve değiştirdiği, yaratıcı, özgür etkinliği ve kendini tüm öteki varlıklardan (hayvanlardan) ayrı kıldığı insanal bir etkinliği dile getirir. Felsefe tarihinin önemli kavramı, marksizmin de merkezi bir kavramıdır.(1)
Freire, “şeyler” kavramını kullanıyor. Bu kavramla ezilenlerin, kendilerini ezenlere ait şeyler olarak hissetmelerini kastediyor. Ezenler için olmak (mülkler-şeyler) sahip olmaktır diyor.(s:44). Burada kanımızca Hegel'in “efendi-köle diyalektiği”, “kendinde sınıf, kendi için sınıf” ayrımlarından yola çıkıyor. Ayrıca ezilenlerin, ezenlerin “ev sahipleri” olmalarıyla (s:29) bir ikilikten söz ediyor. “Ezenin imajını içselleştirerek ezenlerin ilkelerini benimsemiş haldeki ezilenler özgürlükten korkar haldedirler” diyor. Burada Freire, kültürel alanı toplumsal alandan soyutlamadan, özgürleşme süreci tanımlıyor. Ursula L.Guin'in Mülksüzler'deki diliyle konuşuyor;(2) “özgürlük fethedilir, armağan olarak
alınamaz, özgürlüğün izini sürekli ve sorumlulukla sürmek gerekir. Özgürlük insanın dışında bir ideal değildir, mit haline gelen bir fikir de değildir. İnsanın yetkinleşme arayışının olmazsa olmaz bir koşuludur” (s:27). Aslında Freire özgürleşmeden bahsediyor, salt bir özgürlükten bahsetmiyor. Saf dilli liberallerin aksine, başkalarının beni engellemediği şeyleri yapmakta özgürümdür vb. demiyor. Özgürleşmeyi genel, kendi kendini belirleme, çeşitli insani yetilerin-güçlerin gelişmesi olarak görürken insanlık ve doğa arasındaki ilişkilere insandışılaştırıcı ilişkilere karşı radikal bir yaklaşım sunuyor. Özgürleşme, ezilenlerin kendilerini özgürleştirme ve yaratma süreci olarak görülüyor. Özgürleşmenin yegane sahici formu kendini özgürleştirmektir. “İşçilerin özgürleşmesi bizzat işçilerin görevidir (Marks) insanlaşma ve devrim bir öz yaratı, öz kurtuluştur. Freire, varoluşçu psikolojinin kavramsal çağrışımlarını da kullanarak toplumsal karakter tiplerine(ezen-ezilen ilişkisinde, ezilen ezenin ev sahipliği olması gibi; ezilenin ezenin rolünü arzulaması, sınır durumlar vb.) vurgu yaparak “özgürlük korkusu”nu irdeledi. (Eric Fromm'da varoluşçudur).
Burada bizce; genel kültür endüstrisine de değinilmelidir. Çünkü kültür endüstrisi mevcut düzen için toplumsal harç üretir. Burada kültürün standartlaşmasından sözedilebilir. Ezilenlere gündelik hayatın sorumluluk ve ağır, sıkıcı işlerinde bir kaçış sağlayarak oyalanma ve zihinsel uzaklaşma yaratır. Kültür endüstrisi hayattaki olumsuz faktörlerin doğal nedenlere ve şansa bağlı olarak ortaya çıktığı inancını ve bir tür kadercilik ve bağımlılık anlayışını güçlendirir.
Freire'nin yaklaşımının önemli dayanaklarından biri olan Kurtuluş Teolojisi'ne kısaca değinmekte yarar görmekteyiz; baskıdan ve yoksulluktan kurtuluşu evrensel, dinsel muhteva taşıyan bir olgu olarak tanımlıyor. “kurtuluş araştırmalarında geliştirilen özgül teoloji yapma tarzı baskı tarzlarının ayrıntılı ampirik analizi ile bu biçimlerin sosyolojik-politik analizinin birleştirilmesinden çıktı. Latin Amerika'da Paulo Freire'in eğitim teorileri kitleler arasındaki yoksulluk ve güçsüzlüğün betimlenmesini yetiştirdi. Yetişkin eğitimi için yeni biçimler oluşturma doğrultusunda, bu baskı biçimlerini zenginlik ile gücün kapitalizme özgü birliğinin kaçınılmaz sonuçları olarak belirlemede Marks'ın sosyo-ekonomik analizinin etkili olduğu görüldü. Halkla birlikte yoksulluk deneyimini yaşayıp, yansıtan teologlar “baskı yapıları”ndan söz etmeye başladılar ve durumu teolojik olarak yorumlayarak “günah yapıları” terimini benimsediler.
(...) Kilise ezen servet sahibi sınıfla uzlaştığı için, şimdi kendini kurtuluş savaşında yoksullarla özdeşleştirmek zorundadır. Bu “yoksullardan yana temel tercih” önerisi Marks'ın “eğer bir sınıf kurtuluş savaşı olacaksa, o zaman başka sınıf da baskının sınıfı olmak zorundadır” şeklindeki görüşünü yansıtmaktadır. Marks'ın, bu tür sosyal baskının, “günahlarını ancak insanlığın toplam kefaletiyle bağışlatabilecek tam bir insanlık yitirilmesi” anlamına geldiği şeklindeki (ilginç teolojik yankıya sahip) sonucu, kurtuluş teolojisinin merkezinde yatan, tanrının evrensel krallığını kurma mücadelesi (ve sosyal politik sonuçları) şeklindeki nihai kadere ilişkin temanın dünyevi biçimini temsil eder.
(...) kurtuluş teolojisini önceki biçimlerden ayırteden (...) şey onun praksis terimini kullanmasıdır"(3)(Battomore 2001:371).
Latin Amerika'da çok sayıda rahip silahlı halk hareketlerine katıldı ve kilise tabanı, resmen toplumsal kurtuluş mücadelesini esinleyen bu yeni dinsel düşünceyi destekledi. Kurtuluş Teolojisi'ne “yoksulların kilisesi” de diyebiliriz. Başlangıç noktası yoksulluktur. Yoksul insanları geleneksel olarak kilisenin yaptığı gibi merhamet nesneleri değil, esas olarak kendi kurtuluşlarının özneleri olarak görmektedirler. Kapitalizmin haksızlıklarının ahlaki eleştirisi onun soğuk ve insanlık dışı doğasına düşmanlık kurtuluş teolojisinin önemli ayrımlarından biridir. Freire, insanlığın bodrum katlarında oturanların güçsüzlük ikiliğine değinir; sessizlik kültürü ve özgürlük korkusunu birlikte ele almak gerekir.
Freire “sessizlik kültürü”yle eleştirel farkındalığın ve tepkinin imkansız kılındığı bir gömülmüşlükten söz ederken, eğitim sisteminin bunun sürdürülmesinin temel amacı olduğunu belirtir. Aslında kavram, itaat-uyum ve baskı araçlarının (devletin ideolojik aygıtlarının) işlevinin farkındalığını da içeriyor. Freire, insan ne kadar sessizlik kültürüne gömülü olursa olsun, ötekilerle diyalog içinde yüzleşerek dünyasına eleştirel bakma yeteneği kazanır.
Ezen-ezilen çelişkisi somut bir durum içinde kurulduğu için bu çelişkinin çözümlenişi nesnel olarak doğrulanabilmelidir. Bu nedenle radikal görev ezilmeyi doğuran somut durumun dönüştürülmesidir. (s:30) Gerçekliğin nesnel dönüşümü için bu radikal talebi sunmak; ezilmenin tanınmasını; ezilmenin kendi kendine ortadan kalkmasını bekleme sabrına dönüştürerek saptıracak olan öznelci hareketsizlikle mücadele etmek; yapıları değiştirme mücadelesinde öznelliğin rolünü dışlamayı gerektirmez... Öznellik ve nesnellik diyalektik bir ilişki olarak kavranmalıdır derken Freire tarihin determinist ve volantarist okumalarına karşı tarihsel maddeciliğin diliyle konuşuyor gibidir. Dünyayı ve tarihi değiştirme sürecinde, dünya ve insan organik bir bütündür.
Freire, eğitimin tarafsızlığının olanaksızlığına değinirken, eğitimin ya insanları “evcilleştirerek” varolan sessizlik kültürüne uyumunu sağlayan bir araç ya da insanların özgürleşmesinde, içinde yaşadıkları toplumsal ilişkiler bütününe ve kendi gerçekliklerine eleştirel bir yaklaşımla bakmalarına ve bu gerçekliği dönüştürmelerine yardımcı bir araç olmak zorunda olduğunu belirtir. Bunu iki aşama olarak tanımlar: “birinci aşamada ezilenler ezildikleri dünyayı deşifre ederler ve praksis aracılığıyla bu dünyanın dönüştürülmesine kendilerini adarlar. İkinci aşamadaki bu aşama içinde ezildikleri gerçeklik zaten dönüştürülmüştür, bu pedagoji ezilenlere ait olmaktan çıkar ve sürekli özgürleşme sürecindeki tüm insanların pedagojisi haline gelir”(s:34). Bu aynı zamanda Mao'nun kültür devriminin, leninist kesintisiz devrim teorisinin temel yönüdür.
Freire farklı olarak ezme ilişkisinin kurulmasıyla şiddetin başladığını vurgular. “Tarihte şiddet hiçbir zaman ezilenlerden kaynaklanmamıştır”(s:35). Freire'de şiddet, dini ve sınıfsal bir içerik taşır. “Zalimler”, “nefret” vb. kullanımlar bunun emaresi sayılabilir. Freire, ezilenlerin şiddetinde (paradoksal görünmesine rağmen) sevgi görür. Bu, onun tarihsel ve toplumsal yapıyla kurduğu ilişkiyle de ilintilidir. Zira Engels şiddeti yeni toplumun –dolayısıyla yeni insanın– ebesi olarak tanımlar. Bu çürümüş, yozlaşmış ve gerici olanın tasfiyesi için şiddet vurgusudur. Freire bununla birlikte yeni rejimin hükmedici bir bürokrasi haline gelmesi tehlikesinden ve özgürleşmenin sekteye uğraması olasılığından söz ederken bürokrasinin en tehlikeli biçimde alışkanlık yaratan ve en tutucu güç olduğunun bilincinde olduğunu gösterir. Devrimci önderlikten ve devrimcilikten bu bağlamda bahseder. Diyalogu, etkileşimi, ezilenlerin kendi consientizaçao'larına (Portekiz dilinde bilinç anlamındadır) vurguyu büyültür. “Ezilenlerin safında devrimci eylem tam anlamıyla pedagojik bir eylem olmalıdır.”(s:46) Devrimci önderlik için diyalogu önerir. Bu aslında devrimin içsel pedagojik karakterine vurgudur. Freire'de insani bir olgu olarak diyalog, insanlar arasındaki yüzleşmedir ve “dünyayı adlandırmak için dünya aracılığıyla yaşanır”.(s:67) İnsani varoluş, gerçek sözlerle beslenir. Söz teolojik bir anlamdan öte bir şeydir. (“Başlangıçta söz vardı”. Söz tanrının sözüdür. Freire'de söz praksistir.)
Freire'nin bizce, “şeyleşme”, “insandışılaşma”, “sahip olmak-olmak ikiliği”, “bölünmüşlük”, “nesneleşme” vb. kavramlarına yabancılaşma ve fetişizm kavramları da eşlik etmelidir. Kısa cümle olarak yabancılaşma insanın verili koşullardaki emeğine, faaliyetine yabancılaşması olarak tanımlanabilir. İnsanın yaptığı her işin, maddi olarak gerçekleşmesinden önce kafasında yaşadığı fikriyle aslında bağdaşık bir pedagoji sunmaktır. Freire-insanların üretim ve geçim araçlarına özgür olarak erişebilme olanaklarından yoksun kalması (ekonomik boyut), ihtiyaçların sürekli olarak rasyonelliğin dışına taşması ve bilinçli olarak yaratılan tatminsizlik duygusu, gerçek ihtiyaçlardan uzaklaşan sürekli bir üretim ve tüketim duygusu –tatminsizlik- zıttı belki yoksulluk kültürü olarak adlandırılabilir. Bu yüzden bu yabancılaşma, tatminsizlik ve yoksulluk kültürünün üretimi demektir. İnsanlararası ilişkinin şeyler arası ilişkiye indirgenmesine Freire'nin de kesin itirazı vardır. Bu “şeyleşme” eğilimi aslında sosyal ilişkilerin nesnelere dönüşmesidir.
Yabancılaşmış emeğin ve yabancılaşmış insan faaliyetlerinin ortadan kalkması için gerekli şartlar, özel mülkiyetin yok edilmesi, kol ve kafa emeğinin arasındaki ayrımın yok edilmesi vb. sıralanabilir. Aslında Freire'nin yaklaşımında buna ek, diyalogdur. Bizce “yabancılaşma” Freire'nin yaklaşımında kendine çok güzel yer bulabilirdi.
Bir yaratma eğilimi olarak diyaloga alçak gönüllülük, sevgi, hoşgörü eşlik eder. Diyalogun bir diğer ilkesi de umuttur, umuda insana inanç eklenmiştir. Freire, kullandığı kavramları çoğunlukla karşıtı ile beraber kullanıyor. Bu geleneksel eğitim anlayışının (bankacı eğitim-sorun tanımlayıcı eğitim, işlevsel okur-yazarlık-eleştirel okur-yazarlık (sözcükleri ve dünyayı okuma), monologa karşı diyalog) daha iyi çözümlenmesini getiriyor.
Freire, “eğitimin insanlarda toplumsal bilinci ve eleştirel düşünme yeteneğini geliştirip, toplumsal katılımı kolaylaştıran ve gerekli kılan bir olgu olarak görülmesi gerektiğini, aksine insanı yok sayan sessizlik kültürünün devamını ve insanların evcilleştirilmesini hedefleyen bir süreç olarak asla düşünülmemesi gerektiğini ifade eder. Bunun için bankacı eğitim anlayışına karşı sorun tanımlayıcı eğitim anlayışını savunur. Sorun tanımlayıcı eğitime göre insan, kendi gücünü içinde yaşadığı dünyayı eleştirel biçimde algılamak için geliştirir. Böylece insan içinde yaşadığı dünyayı durağan bir gerçeklik olarak değil, tersine değişim süreci içinde bir gerçeklik olarak görür. Bankacı eğitim anlayışı gerçekliği mit haline getirme ve insanın içinde yaşadığı dünyada varolmasını açıklayan gerçeklikleri gizleme çabası içindedir. Sorun tanımlayıcı eğitim, gerçeklikle ilgili mitleri ortadan kaldırmaya çalışır.(...). Problem tanımlayıcı eğitim, diyalogu bilinçliliğin oluşmasında vazgeçilmez bir öğe olarak görür, öğretmenleri öğrenmeyi kolaylaştıran, rehberlik eden kaynak kişi, öğrencileri ise öğrenme sürecinin bir ortağı, eleştirel olarak düşünebilen özneler haline getirmeye çalışır” (Yüreğin Pedagojisi s13). Freire, Yüreğin Pedagojisi'nde Ezilenlerin Pedagojisi'nde yer alan vurgularını bir çok yerde tekrarlar. “Gücü elinde bulunduranların gücü, her zaman güçsüzleri yok etmeyi amaçlamıştır”vb (Y.P,s:29,E.P,s:35-36). Freire, Yüreğin Pedagojisi'nde tarihin sonu tezlerine de atıf yapar, “tarih, aynı bizim gibi, bizim ürettiğimiz bilgi tarafından sınırlanan ve koşullanan bir süreçtir. Meydana çıkardığımız, yaşadığımız, düşündüğümüz, kesinleştirdiğimiz hiçbir şey zamanın ve tarihin dışında değildir”.(s:24) Yine s:39'da umut'a değinir ve geçmiş umut yaratmaz; kavganın sevgili isyankar anlarını hatırlamak dışında der. Ezilenlerin Pedagojisi'ne paralel yardım politikalarıyla “muhtaç” etmeden yardım etmenin ayrımına değinir. (s:40).
Yüreğin Pedagojisi, otoriteye ve iktidara hizmet etmeyen, milleti ve geleneği ile arasına koyduğu mesafeyi evrensellikle buluşturan, indirgemeci kategorileri ve klişeleri dışlayan bir entellektüelin dertleşmesi olarak da okunabilir. Yüreğin Pedagojisi'nde gerçeğin gerçeklik bilincine, varlığın düşünceye olan önceliği önermesini keşfedebiliriz, ayrıca Freire, öznel ilişkilerden yola çıkarak, tarihsel gerçekliği kavramanın yolu olmadığını vurgularken, tarihe insanlar arası özel ilişkiler açısından değil, toplumun nesnel yapıları, iktisadi-sosyal ilişkiler ve mücadele, ideolojik belirlenmeler içinde bakılması gerektiğini hissettiriyor.
Freire'yi okurken az gelişmişlik teorileri ve Latin bağımlılık okulunun tartışmalarının eğitsel sürece aktarıldığı izlenimini edindik. Bu teorilerden etkilenmiş gerilla önderlerinin isimlerini Freire sık sık yad ediyor. Bizce Franz Kanon'un “sömürgeleştirilmiş insan” tanımı bu sürece uyan bir tanımdır.
Günümüzde insan ne kadar nesne ise o kadar toplumsal bir varlık oluyor ve gündelik hayatta reddetme bilinci ve iradesi yok ediliyor. Freire burada bize, insan kavramının yeniden kazanılması gerektiğini öğretiyor. Boyunduruğu buyuran kişi her ne kadar tanrı olsa da, Freire'nin tanrısı yaşadığımız dünyada olup bitenden ötürü huzursuz olsa gerektir. Freire, Yüreğin Pedagojisi'nde demokratik bir siyaset yapma biçimine (s:47) değinirken, ideolojilerin doğasına da değiniyor. İdeolojilerin sonunun el çabukluğu ile getirilmesine itiraz ediyor. Sürgüne değinirken yine dertleşme içinde bir Freire çıkıyor karşımıza. Latin ülkelerinin gerçekliğini ortaya seren atıflar buluyoruz.
Freire'nin dil üzerine görüşlerini anlamak için, etkilendiği L.S Vygotsky'nin (1896-1934, Sovyet bilim insanı) düşüncelerine değinmek gerekir. Vygotsky Pavlov'un fizyolojik refleksolojisini eleştirerek, insanlara yalnızca dış ortama tepki veren varlıklar olarak bakılmaması gerektiğini, insanların kendi ortamlarını etkin biçimde yarattıklarını, bu etkinliğin yeni biçimler doğurabileceğinin göz önüne alınması gerektiğini vurgulamıştır. Vygotsky, toplumsal ve tarihsel etmenlerin bir araya gelerek dilde, düşünceye yön veren bir araç geliştirdiklerini vurgulamıştır ve “etkinlik” kavramı önemlidir.
Marks, Alman İdeolojisi'nde “bilinç gibi dil de öteki insanlarla ilişkiye geçme gereksiniminden,zorunluluğundan kaynaklanır” der. Bu yüzden dil özünde toplumsal bir fenomendir. F.Engels dilin oluşumunu emeğe kadar götürür. Freire'nin yaklaşımı ile düşünürsek bilinç en başından beri toplumsal bir üründür, bilinç ve dil karşılıklı olarak birbirini ön gerektirir. Dili yalnızca bir iletişim aracı olarak
gören ve dilin doğal karakteri üzerine yapılan tartışmaları Freire'nin salık verdiği gibi bir yana bırakmak gerekir. Dil için yetenek doğuştandır, ama o yalnızca toplumsal bir ortamda gerçekleşebilir. Dil değişimi tasarlama ve eleştirel bilincin alanıdır. Dil, dili kullanan topluluğun tarihine-yaşantısına
uygun ele alınmalıdır. Ayrıca dil toplumsal hayatın sürekliliğinin aracıdır. Bizce dilin kullanımı sınıf ilişkilerinin ve ideolojilerin izini taşır, bu yüzden toplumsal hayattaki çatışma ve çelişkiler dilin kendi içinde sürer. Dil, bu yüzden, dünyayı algılamanın-tanımanın-adlandırmanın kısaca insanın özgürleşmesi sürecinin parçasıdır.
Freire'ye göre; okuma-yazma kendi gerçekliğini ve içinde bulunduğu dünyayı kavrama süreci olarak bireyin toplumsal pratiğini oluşturur. Yani birey düşünme ve eylemi birleştirerek gerçekliği kendi gerçekliği içinde kavrar. Okuma, kendi ses kalıpları, anlam kalıpları ile ötekiler arasında varolan farklılığın bireysel pratik ve toplumsal pratik kökenlerini kavrama ve ortaklaştırma sürecidir. Yazma, ses ve anlam kalıplarının belli bir sistematik simgeler bütünü ile birleştirilmesi olarak el ve zihin arasında bir eşgüdüm oluşturma sürecidir. Hem okuma hem yazma teori ve pratik içerirler. Yani okuma-yazma düşünme sürecinin harekete geçirilmesini bireysel ve toplumsal pratikler aracılığı ile sağlar. Pratik, bireylerin, kişisel ve toplumsal deneyimleri ile sabit ya da toplumsal kategorilerin(sınıflar, tabakalar) varsayılmış düşünme ve davranış bileşimidir. Kendi pratiklerinden ya da kendi pratiklerine hareket etme bireylerin öğrenme sürecini güçlendiren sonuçları yanında, kendi bilinç süreçlerini gözden geçirme ve alternatifler için sorgulayıcı ve eleştirel demokratik bir konumlanma için bir temel sağlamaktadır. Okuma-yazma insanların kendi yaşamlarıyla doğrudan ilişki kurmalıdır. “Okuma-yazmanın öğrenilmesi toplumsaldır, bu da toplumsal pratiklerle gerçekleşir” (Okuryazarlık,s:9).
Freire'de bize siyasal eylemin yerine eğitimi sunmaz fakat, eleştirel bilincin gelişimindeki rolü nedeniyle siyasal eylem için kaçınılmazlığını vurgular. “Eleştirel bilincin gelişimi de, dilin dönüştürücü gücüne bağlıdır. Dünyayı adlandırmada, Freire'nin kültür çemberlerinin insanlardan çiftliklerini ve köylerini incelemelerini, yaşamlarında merkezi önem taşıyan araçların, yerlerin,
etkinliklerin adlarını toplamaları istenir. Daha sonra bu “üretken sözcükler”, bir çeşit ünlü harfler ızgarası, bir kendin-yap sözlük türeticisi olan “keşif kartları”nda düzenlenir. Türetilen bazı sözcükler anlamsız, diğerleri kabul edilebilir sözcüklerdir. Can alıcı nokta, ses ve harfin (şekil) bir ötekiyle ve
anlam ya da anlam olasılığı ile uyuşmasıdır. (...) Kodlama ve düzenleme, söylenen şeye ve anlatılmak istenen şeye karşılık olarak, ilişkili ve eş zamanlı biçimde öğrenilir. Kod çözme –harflerin seslerle ilişkisini- ise düzenlemeyi çözme ya da yorumlamayla sürdürülür. Böylelikle anlam, öğrenenlerin “varoluşu sorunsallaştırması” nedeni ile başlangıçtan beri vardır”(s:22).
Eğitim izlencelerinin içeriğinin oluşturulması, sorun tanımlama yaklaşımı ile beş aşamalı bir süreç olarak özetle: “birinci evre eğitim ekibi ile bölgeden katılan gönüllüler tarafından yerinde yapılan ve halkın “konusal evren”ini, yani onların toplumsal durumlarındaki başlıca konuları keşfetmek amacı güden ve bugünkü, varolan, somut gerçekliğe ilişkin bir araştırmayı kapsar. Bu, halkın varoluşu ile bağlantılı anlamlı sözcükleri, tipik deyişleri ve ifadeleri bulmak üzere dilbilimsel bir incelemeyi de içerir. Örneğin köylülerin dili, kentin teneke mahallesindeki işçilerinkinden farklıdır. Bu evre, öğrenenlerin dünyayı nasıl gördüklerini ve kendilerini dilbilimsel olarak nasıl ifade ettiklerini tanımlamaya olanak verir.
İkinci evre; hem tartışmada kullanılmak üzere belirli konuların, hem de eleştirel konuşma yanı sıra dilin gelişimini de üretecek olan sözcüklerin, çözümlenmek üzere seçilmesini kapsar. “Üretken sözcükler” dilbilimsel ölçütlere (sesbilimsel zenginlik, vb.) ve sosyo-siyasal önemlerine göre seçilir. Böylece seçilen konuların çoğu yöreden gelen konular olmaktadır; ancak Freire, ekibin kendisinin de halk tarafından önerilmemiş bazı konuları izlence katma hakkının olduğunu ileri sürer. Örneğin; onun bilinçlenme için kaçınılmaz olduğuna inandığı konu, antropolojik kültür kavramıdır. Çünkü bu kavram, insanları doğa ile insan kültürü arasındaki farkı görmelerine ve böylece toplumu dönüştürmedeki rollerini kavramada yardımcı olmaktadır.
Üçüncü evrede; bu üretken konular ve sözcükler ile, kodlamalar yapılır. Bunlar, yöredeki tipik varoluşsal durumların görsel sunumları (resimler, posterler, slaytlar) olup tartışacak sorunları ortaya koyabilecek biçimde tasarlanır. Kodlamalar, yöre insanı için bilindik durumları temsil etmekle birlikte, bölgesel ve ulusal sorunları çözümlemesi için yeni bakış açılarına yol açmalıdır. Bunların tartışılması; gruplar okuma-yazmayı öğrenmeye başlarken, eş zamanlı olarak katılanları daha eleştirel bir bilince doğru yönlendirmektedir. Kuşkusuz bu kodları hazırlama işi çok ustalık gerektiren ince bir görevdir, çünkü bunların ne fazla açık ne de fazla anlaşılmaz olmaları gerekir.
Dördüncü evrede; eşgüdümcüler (öğretmenler) için kılavuz işlevi görecek çalışma izlenceleri geliştirilir. Bunlar, eşgüdümcüleri yetiştirme izlencesinin bir parçasıdır ve bütün izlencenin en zor kısımlarından birisidir. Çünkü eşgüdümcülerin, sonunda diyalog yaklaşımını benimseyebilecekleri yeni tutumlar geliştirmeleri için verilmesi gereken özen, bu evrede kendini gösterir. Son olarak, beşinci evrede; çok çeşitli eğitim araç-gereci üretilir. İlk okuma-yazma aşaması için bu araç-gereç, o yörede seçilen her üretken sözcüğe karşılık gelen ses ailelerinin çözümlendiği kartları da içermektedir.”(4) (Ayhan, 1997:201-202) Kod çözme ve yeniden kodlama evresi insanların kendi yaşamlarının öznesi oldukları bir süreçtir.
“Freire için okuma-yazma doğası gereği, erkeklerin ve kadınların yalnızca okumak, anlamak ve kendi deneyimlerini dönüştürmek için değil; fakat daha geniş toplumla olan ilişkilerini yeniden kurmak için haklarını ve sorumluluklarını onun aracılığıyla isteyecekleri siyasal bir projedir de” (Okuryazarlık,s:43)
Son olarak işlevsel okur-yazarlığın, kitlesel iletişim kültürünün iletilerini çözmeye, toplumsal, ekonomik, siyasal gerçekliğin resmi ideoloji dışı eleştirel algısına hizmet etmediği ve kitlesel suskunluk, kültürel egemenlik biçimi olduğu gerçeği karşısında Freire okuryazarlığı yeniden anlamlandırıyor. Gerçekliğin eleştirel okuması olarak...
Kaynaklar:


• Paulo FREİRE, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları
• Paulo FREİRE, Yüreğin Pedagojisi, Ütopya Yayınları
• Paulo FREİRE, Okuryazarlık, İmge Yayınevi
• Franco LOMBARDİ, Gramsci'nin Marksist Pedagojisi
(1) Küçük insanın (çocuk) praksisi, yaratıcı etkinliği belki oyun olarak alınmalıdır. Ezilenlerin praksisi yaratıcı etkinliği “emek” olarak da alınabilir. (etkileşimi de katmak gerekir)
(2) Devrimi yapamazsınız, devrimi satın alamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde.
(3) Battomore, Tom(2001), Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul.
(4) AYHAN, Serap(1997). Paulo Freire: Yaşamı, Eğitim Felsefesi ve Uygulaması Üzerine, A.Ü.E.B.F. Dergisi, Cilt:28-Sayı:2 Ayrıbasım, A.Ü. Basımevi, Ankara.
Mahmut Yılmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder