HAYVAN ÖZGÜRLÜĞÜ VE SOL - Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve Felsefesi

“Auschwitz birisi bir mezbahaya bakıp da ‘onlar sadece hayvan’ diye düşündüğünde başlar.” Theodor Adorno


“Hayvanlar söz konusu olduğunda bütün insanlar Nazidir; hayvanlar için bu sonu gelmeyen bir Treblinka’dır” Isaac Bashevis Singer

          Hayvanları özgürlüğe kavuşturma projesi insanları özgürleştirme ve doğal bir dünya mücadelesi ile bağlantılıdır. Hayvan özgürlükçülerinin hayvan ve insan hakları mücadelelerini tek bir mücadele olarak gördükleri Dünya’nın uğradığı zulmün ve baskının köklerini ortay a çıkarmayı ister ; adaletsizliğe, zulme, sömürüye, savaşa, şiddete, kapitalist neo-liberalizme ve doğal dünyanın ve biyolojik çeşitliliğin yok edilmesine karşı çıkan gezegen mücadeleleri arasında önemli yer tutar.

Hayvan özgürlüğü ahlaki evrimimiz ve politik mücadelemizdeki yeni gerekli ve mantıki ilerlemedir. Hayvan özgürlüğü insanların son ikiyüz yıl içerisinde yaptığı en ilerici ahlaki ve politik gelişmelere dayanıyor ve onları kendi mantıki sonuçlarına taşıyor. Hak, eşitlik, şiddetten uzak durmak gibi mücadeleleri bir sonraki aşamaya, hümanizmin suni ve yasal bağlarından uzaklara taşıyor, böylece türcülüğü de kapsayan hiyerarşilere de bütün önyargılara da meydan okuyor. Martin Luther King’in şiddetin ve ayrımların olmadığı “dünyaevi” hayali barış ve eşitlik değerleri bütün hayvan türlerini de içerek şekilde genişletilmedikçe gene de her yanı kan içerisinde bir mezbaha olarak kalıyor.



Hayvan özgürlüğü Sol’un hümanizmin konforlu sınırlarından etik bağlamda kaliteli bir sıçrama yapılması için değişmesine ihtiyaç duyuyor, böylece ahlaki çıtayı akıl ve dilden hissetme yeteneği ve öznelliğe doğru yükseltiyor. Solun bir zamanlar ekoloji ile yüzleşmesi gerektiği gibi şimdi de hayvan hakları ile yüzleşmesi gerekiyor. Ekolojiyle yapılan yüzleşme Solcu teori ve pratikleri zenginleştirip derinleştirdiği gibi hayvan özgürlüğü ve hakları ile yapılacak yüzleşme de benzeri sonuçlar verecektir.

Türcülük insan olmayan türlerin insan türünün ihtiyaçlarına hizmet etmek için var olduğu inancıdır, hayvanların değişik anlamlarda insanlardan alttadır ve insanların çıkarları onlarınkinden üstündür inancıdır. Irkçılık ve türcülük gibi türcülük de bir grupla diğeri arasında yanlış bir düalistik ayrım yaratarak hiyerarşik olarak farklılıkları düzenlemeye çalışır ve üstün olanın üstün olmayana olan hakimiyetini haklı çıkarmaya çabalar. Toplumun beyazların kendilerini farklı ırktan insanlardan üstün görmesinin ya da erkeklerin kadınları kendilerinden altta görmesinin mantıksızlığını, kabul edilemezliğini ve önyargılı bir tavır olduğunu idrak etmesi gibi artık şimdi de insanların kendilerini sadece türleri farklı diye hayvanlardan üstün görmesinin akıl dışı ve son derece keyfi bir tavır olduğunu anlamaya başladığını görüyoruz. Bir hayatın öznesi olan ve hissetme yeteneğine sahip hayvanlar arasında bu farklılıklar-insanın akıl ve dil sahibi olduğuna dair tek tür kendisini kabul etse de- artık cinsiyet farklılığı veya ten renginin farklı olmasından farklı bir şey değildir, ancak insan primatının evrim geçirmemiş psikolojisinde bu farklılıklar azami öneme sahiptir. Teori yani türclük teorisi, pratiği sözü edilmeyecek denli zalimane hakimiyet, şiddet ve cinayet biçimleriyle şekillendiriyor.

Türcülüğün önyargılı ve ayrımcı tavrı Sol’un da bir parçası. Şiddeti ve herkes için hak talep etmeyi küçümserken Sol milyarlarca mazlum hayvanın ihtiyaçlarını ve çıkarlarını kaale almakta başarısız oluyor. Her ne kadar küresel kapitalizmin holistik ve sistemli eleştirisini yapmakla gurur duysa da Solcular insan, doğa, ve düya özgürlük mücadeleleri arasında bağlantılar kuramadığı gibi sömürüye, hakimiyetçiliğe ve hiyerarşiye karşı tek bir güç olarak mücadele verme ihtiyacını da anlayamıyor.

Ekoloji ve hayvan hakları perspektifinden bakıldığında Marksistler ve diğer sosyal radikaller aşırı derecede tutucu tavırlar sergilemiştir. Komünist Manifesto’da Marks ve Engels hayvan refahçılarını küçük burjuva veya hayırseverler, fanatikler, naif reformistlerle aynı gerici kategoride değerlendirmişler ve böylece mesela ABD’deki hayvan refahı hareketinin kadınların politize olmasında önemli olduğunu anlayamamışlardır, kadınlar hayvanlara uygulanan zulmü azaltmaya uğraşırken onların bu mücadelesi erkek şiddetine karşı ve çocukların sömürülmesine karşı yürüttükleri mücadeleden ayrı bir şey değildi. 1844 Ekonomik ve Felsefi manüskriptlerde Karl Marks insan hayatına doğacı bir bakış geliştirdi ama baskın Batı geleneği gibi insanlarla insan olmayan hayvanlar arasında keskin bir düalizm sergiledi, sadece insanların bilince ve kompleks bir sosyal dünyaya sahip olduğunu ileri sürdü. Hayvanların duygusal, sosyal, ve psikolojik karmaşık yapısını reddederek Marks aslında hayvanların üretici eylemlilik anlamında sadece anlık ve içgüdüsel bir bağ sergilerken insan emeğinin özgür irade ve zekayla ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Eğer Marksizm ve diğer Sol gelenekler gururlar teorilerini bilime dayandırıyorlarsa o zaman sosyal radikallerin o bilimin- özellikle de hayvan duyguları, düşünceleri ve iletişiminin karmaşıklığını çalışan kognitif etoloji disiplininin hayvanları bilinçten ve sosyal hayattan yoksun varlıklar olarak gören yanılgılarla dolu, gerici, türcü kavramlarını çevrelediğini idrak etmeleri gerekiyor.

Marks’ın çevreci bir bilince sahip olup olmadığına dair bir sürü renkli tartışma devam ede dursun onun türcü olduğu ve sosyal teori ve politikaları sakatlayan demode antroposentrik/hakimiyetçi paradigmaya sahip birisi olduğu kesindir.Sol türcülüğünün manzarası – çoğunlukla ilerici dergilerde , gazetelerde ve online sitelerdeki makalelerin azlığından bellidir, bu da hayvan hakları hayvan sömürüsü meselelerini düşünmeyi reddetme şeklinde bir kabalıktan kaynaklanıyor.

Mesela The Nation fabrika çiftliğinde çalışmakta olan işçilerin maruz kaldığı davranışlarla alakalı iğneleyeci bir yazı yazdı, ama oradaki kafeslere tıkılıp kalmış binlerce tavuğun maruz kaldığı sömürüden tek kelime söz etmedi. Tam tersi bir şekilde Gale Eisnitz’in çalışması Slaughterhouse-Mezbaha hayvanların ve insanların mezbahalarda yaşadığı sömürüyü, insanların hayvanlara uyguladığı rutinleşmiş şiddet eylemleri yüzünden insanın insanlıktan çıkışını göstererek anlatıyor.

Önyargı, cehalet, taşralılık ve bütüncü yaklaşımdan mahrumiyetin bir semptomu olarak Sola iyice yayılmış olan bu tavrı daha iyi anlamak için ünlü bir Marksist kuramcı ve Z Magazine/Z Net’in yardımcı kurucusu olan Michael Albert meselesini düşünelim. Çevre ve hayvan hakları dergisi olan Satya’da son röportajında Albert şu itirafta bulunuyor: “dünyayı daha iyi bir yer yapmak için toplumsal hareketlerden söz ettiğimde aklıma gelen şey hayvan hakları değil. Dürüst olmam gerekirse hayvan hakları benim için kadın hakları, latino hareketleri, gençlik hareketleri veya diğerleri gibi bir anlam taşımıyor. Hayvan hakları ve ona dair eylemliliklerle alakalı geniş çapta bir tartışmanın gerektiği aşikar. Ama gerçekten de Irak’taki savaş ya da haftada 30 saatlik çalışma hakkı gibi bir aciliyeti de yok.”

İnsan üstünlüğüne inanan Albert’tan hayvan ve insanların çektiği acıların birbirine benzediğini söylemesini beklemiyorum; ama akla hayale gelmeyecek şekilde esaret altına alınan, işkence edilen ve öldürülen on milyarlarca hayvanın acısının görece daha rahat hayatlar yaşayan insanların çalışma saatleriyle karşılaştırılmasını da anlamıyorum. Ancak insan ve hayvan özgürlüğü meseleleri kimsenin kazancının olmadığı bir yarış değildir, hayvanlar için elde edilen kazanımlar insanlar için kayıplara sebep olmaz. Soldaki çoğu kişi gibi, Albert da hayvanların suistimal edilmesi ve insanların çektiği acı arasındaki derin bağlantıları kavramasına yardımcı olacak bütüncül vizyona sahip değil.

Miyop Soldaki sorun sadece Karl Marks’tan kaynaklanmıyor, ayrıca onu çevreleyen geleneklerden de kaynaklanıyor-modern hümanizmden, mekanik bilimden, endüstriyalizmden, Aydınlanma’dan da kaynaklanıyor. Tanrı merkezli bir dünyadan insan merkezli bir dünyaya doğru alınan yol, kana susamış Hristiyanlığın haçlı seferlerinden Aydınlanmanın eleştirel düşünce ve otonomi kültürüne doğru gidilen mesafe çok büyük tarihi kazanımlardı ve hayvan hakları da işte bu kazanımlar üzerinde yükselmiştir. Modern sosyal kuram ve bilim Hristiyalığın en kötü yönlerinden birisini (idare etmeyi olumsuz anlamda hakimiyet olarak anlayarak) hayvanlar insanlar kullansın diye vardır görüşünü devam ettirmiştir. Gerçekten de hayvanların durumu dirikesim, genetik mühendislik, klonlama, fabrika çiftçiliği ve mezbahaları geliştiren modern bilimler ve teknolojilerle daha da kötüleşmiş durumda.

Darwinizm Marks ve onu takip eden radikal düşünceler üzerinde önemli bir etki yaratmıştı, ama hiç kimse Darwin’in hayvan hayatının zekasına yaptığı vurguyu önemsemedi, bütün türler arasındaki temel eşitliği ve hayvanlardan insanlara doğru giden evrimin sürekliliğini önemsemedi.

Sosyal ekologlar ve Murray Bookchin gibi eko-hümanistler hayvanların istismar edilip öldürülmesinden bir endüstri oluşmasını kınarlar ama hayvanların insanların amaçları uğruna kullanılmasını savunan o insan hakkına asla karşı gelmezler. Farklı hayvan türleri arasındaki akıl, dil, kültür ve teknolojiyi belgeleyen bilimsel çalışmalardan bihaber olarak Bookchin Kartezyen Marksistlerin mekanistik görüşü tekrar ederek hayvanların dilden ve akıldan yoksun aptal yaratıklar olduğu görüşünü kabul eder. Bu yüzden hayvanlar “birinci doğa”ya aittir, yoksa bu coşkun bir biçimde yaratıcı insan kültürünün dünyası olan “ikinci doğa”ya değil. Genelde Solda olduğu gibi sosyal ekologlar hayvan sömürüsünün çevreye, insan toplumuna ve insan psikolojisine olan etkisini kuramlaştırmakta başarısızlar. Nihayetinde onlar kapitalist sosyal ilişkiler içerisinde hayvanlara karşı işlenen o korkunç şiddet türlerine izin veren ve onaylayan aynı refahçı görüşleri barındırıyor ve “insani tavır”dan söz eden dirikesimciler, fabrika çiftliklerinin sahipleri, mezbaha operatörleri, kürk çiftçileri , rodeo ve sirk patronlarıyla aynı dili konuşuyorlar.

Sol geleneksel olarak ekonomiye doğrudan bağlantılı olmayan baskı çeşitlerini anlamak ve ondan söz etmek yeteneği anlamında geri kalmış durumda. Sol için ırkçılığı, cinsiyetçiliği, ulusalcılığı, dini, kültürü ve günlük hayatı, ideoloji ve medyayı, ekolojiyi ve diğer meseleleri anti-kapitalist çerçeve içerisinde tanımak için on yıllarca süre geçmiştir, ve bunun eninde sonunda olmasının sebebi de diğer özgürlük hareketlerinin baskısıdır. Marksist Solun cinsiyet, ırk ve kültürü sözü edilmesi gereken konular olarak belirlemiştir ama bunlar da ancak sınıf mücadelesi başarıldıktan sonra sözü edilecek konulardır. Bu tür dışlayıcı ve indirgemeci politikalar Rosa Luxemburg’ün günlük hayatın ve kültürün önemini belirtmek için söylediği “Eğer dans edemeyeceksem sizin devriminizin bir parçası olmak istemiyorum” sözlerini hatırlatıyor.

Frankfurt ekolü kuramcıları gibi Neo-Marksistler politika, kültür ve ideolojinin sadece ekonomi ve sınıfa indirgenemeyecek önemini kavradılar . 1960lardan sonra Solcular nihayet ekolojininim sadece bir “burjuva meselesi” ve toplumsal mücadelelerden bir “sapma” olmadığını anladılar. “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı eserinde Max Horkheimer ve Theodor Adorno insanların doğa ve ve birbirleri üzerindeki egemenliği arasındaki ilişkinin ve hayvanların esaret altındaki görüntülerinin aslında insanın kabalığının ve doğaya yabancılaşmasının önemli sembolleri olduğuna dair önemli içgörüler geliştirdiler. Herbet Marcuse, doğal dünyayla olan ilişkiler ve sömürüden uzak tavırlarla bezeli “yeni bir duyarlılığın” öneminin altını çizdi.

1970lerden beri Sol “doğa sorunu”ndan söz etmeye başlamış olsa da hayvan meselesinin toplumsal ve ekolojik meselelerin bağrında yattığını görme konusunda başarısız oldu. Meselenin karşılıklı ilişkiler hakkında olduğunu basit ama vurucu bir şekilde belirtmek için bir toplumun onun dominant gıda üretimi fabrika çiftçiliği olduğu sürece ekolojik sürdürülebilirliği başaramayacağını düşünmeniz yeterli. Hayvanları insanların gıda tüketimi için esaret altına altıp ona kilo aldırma şeklindeki endüstriyel sistem ABD’de 2. Dünya Savaşı’ndan sonra zirveye çıktı ve ardından da tüm dünyaya yayıldı, işte bu su kirliliğinin (kimyasal maddeler, çok büyük hayvan artığı vb sebeplerle ) ana sebebi olup orman yağmurlarının yok edilmesinde, çölleşmede, küresel ısınmada ve yetersiz su, arazi ve ürün kullanımında da önemli etkenlerden olmuştur.

İnsanın kabalığı ve doğaya yabancılaşmasını eleştirenler toplumun ekoloji yoluyla doğayla yeniden uyum içerisine girmesinin önemini belirtirken bir yandan da içerdiği milyonlarca hayvan türünü görmezden gelerek sadece fiziksel dünyaya odaklanan yeni etiğin türcü, miyop ve yetersiz olduğunun altını çiziyorlar. Bu durum şuna benziyor; sanki herkes dağlara ve nehirlere saygı duyarak gemiye binebilir ama bir yandan da hala hayvanlar üzerinde deneyler yapmak, onlarla eğlenmek, onları yemek, ve onları giymek istiyor. Solun ekolojik meseleleri doğal dünyaya duyulan derin bir saygıdan değil ama daha çok sürdürülebilir bir çevrenin insanın varlığı için ne kadar önemli olduğunu anlamış bulunan “aydınlanmış bir antroposentrizmden” (açık seçik bir oksimoron) kaynaklanıyor. Hayvanların ekosistemlerin sürdürülebilirliği açısından önemini ve hayvan sömürüsünün ne türden çevresel sonuçlara sebep olabileceğini bilmenin ne hayati bir role sahip olduğunu anlamak daha zor bir mesele olabilir, hayvanlara uygulanan şiddet ve insanlara uygulanan şiddet arasındaki ilişkiler gibi daha kompleks meseleleri burada saymıyoruz bile. Dahası, “doğaya saygı duymak” ağaç dikerek, hibrid arabalar kullanarak, yeniden dönüşüm kutuları kullanarak daha kolaydır, yoksa hayvan yemeyi ve hayvan ürünlerini giymeyi bırakan bir vegan olarak doğaya saygı duymak daha zordur. İnorganik dünyayla alakalı bir görüş farklılığından çok daha farklı olarak insanın hayvanlarla alakalı görüşlerinde devrim yaparak etik veganizmi benimsemesi çok daha zor, kompleks ve hem felsefi hem pratik akıl açısından derin bir meseledir.

Kısacası, modern radikal gelenek- feminizmi ve ırkçılık karşıtlığını içeren Marksist, sosyalist, anarşist ya da diğer Sol bir gelenek olsun- Batı’nın antroposentrizm mirası devralmıştır; çevre ve gezegen üzerindeki diğer türler açısından özgürleştirici bir felsefe olarak asla görülemez. Günümüz Solu hayvanlara yönelik bir Stalinizmdir.

Gerçek devrimci bir sosyal kuram ve hareket bir türün üyelerini değil sadece, ama bütün türleri ve dünyanın kendisini de özgürlüğüne kavuşturacaktır. Adına layık bir biçimde geleceğin devrimci hareketi mesela ilk tarım topluluklarının hayvanları tarımda kullanması örneğinde olduğu gibi hiyerarşi ve hakimiyetçiliğin köklerini kavrayacak ve doğaya dair yeni bir etik oluşturabilecektir, çevre etiği ve hayvan hakları bir araya gelerek enstrümentalizmi ve akla gelebilecek her türden habis formdaki hiyerarşik düşünme biçimlerini alt edebilecektir.

ID(Inclusive Democracy-Kapsamlı Demokrasi) ve Hayvan Özgürlüğü

“İnsanlar hayvanları katletmeye devam ettikçe birbirlerini öldürmeye de devam edecekler.” Pisagor


“Bir çok eylemci bu hareketin devrimci niteliğini anlamıyor. Biz büyük bir savaş veriyoruz, gezegenimizi ve hayvanları insanın açgözlülüğüne ve insan yıkımına karşı savunuyoruz.” David Barbarash, eski ALF Basın Sözcüsü

Hayvanları Savunma Hareketi monolitik bir yapı olmadığı için devletçi ve devletçi olmayan tarafları, radikal ve muhafazakar boyutları olduğu için Sol eleştiriler genellemeler yapmamalı, bu farklı eğilimleri de göz önüne almalı. Hayvan hakları/özgürlüğü meselesi ID (KapsamlıDemokrasi-Steve Best ve Anthony J. Nocella’nın kurduğu bir site) ve diğer radikal yönelimler için şu anlamlarda önem taşıyor: 1- bu mesele Sol ideolojinin bir parçası olan türcülüğün ve hümanizmin provakatif manada daha iyi bir eleştirisinin yapılmasını sağlar, 2- ekoloji ve doğa meselesine dair daha geniş bir düşünme talep eder , ve 3- hiyerarşinin ve hakimiyetçiliğin dinamikleri ve kökenleri konusunda daha zengin ve bütüncül bir analize sağlar.

Belirttiğim gibi, hayvan refahı ve hakları taraftaları politik ve legal yollar aracılığıyla önceden kabul görmüş şekillerde değişiklik yapılmasından yanadır, bunu yaparken de temsili demokrasinin işlediği ve çıkarlar, büyük şirketler, ekonomik büyüme ve çıkarın gücü karşısında adalet, akıl ve merhameti savunabildiğine büyük bir imanla bağlıdırlar. Bu legalist yönelimler hayvanları savunma hareketinin büyük bir bölümünü oluşturur, çoğu büyük bürokrasi ve para kazanma makineleridir; ancak sıklıkla hayvanlar adına kazanımlar ve zaferler elde ederler ; aynı anda demokrasi mitinin devletçi mitlerini güçlendirir ve meşrulaştırırlar.

Hayvan refahı ve hakları legalistleri hayvanların çektiği acıyı çok büyük ölçüde azaltabilmişlerdir, kedi ve köpeklerin iyi yuvalara kavuşturulmasından tutun hayvan barınaklarına ve fabrika çiftiliklerindeki hayvanların durumlarını iyileştirmeye dek. Fabrika çiftliklerinde ve mezbahalardaki hayvanların çıkmazı aslında o kadar korkunç bir boyutta ki katlanmak zorunda oldukları bu cehennemde yapılacak her türden iyileştirme övgüye layık olup desteklenmeli. Köleliğin kalkmasını savunan veya toplumsal devrimci bir hareket açısından önemsiz olsa da batarya kafeslerinin büyüklüğündeki küçük bir artış bile bu hapisanelere tıkılmış tavuklar için çok büyük anlam taşır. Aynı zamanda refahçı taktikler hayvanların meta konumunda bir değişiklik yaratmadığı gibi fabrika çiftliklerinin ve mezbahaların kurbanları üzerine “insancıl tarım” damgasının vurmasına da sebep oluyor. Bu yüzden hayvanların katledilmesini meşrulaştırırken tüketicinin vicdan azabı hissini dindiriyor; belki de uzun vadede daha fazla esarete ve ölüme sebep oluyorlar.

Hayvanları Savunma Hareketindeki hayvan refahı ve hakları yaklaşımları kendi davalarının haricinde neredeyse tamamen apolitiktir. Çoğu kez legalistler 1- toplumsal hareketlerin tarihinden bihaberdir , 2- küresel kapitalizm ve neoliberalizmin mantığı ve dinamiklerine dair eleştiri getiremez ve 3- kapitalizmle hayvan sömürüsü arasındaki bağlantıyı görmeyi başaramazlar. Bu yüzden sistemli bir vizyona , endüstrileştirilmiş kitlesel üretim ve ölüm sistemleriyle hayvanları sömüren küresel sistemin ve toplumun politik eleştirisine sahip olmadan mücadele etmeye devam ederler.

Sömürü ve çevrenin yıkımına sebep olan akıl dışı bir büyüme sistemi olarak kapitalizme getirilen bütüncül ve yapısal eleştiriler sosyal ekoloji ve ID-/Inclusive Democracy-Kapsamlı Demokrasi gibi farklı yaklaşımlar yaratılması açısından önemli olmuştur, bu yüzden de Hayvanları Savunma Hareketinin kuramsal gelişmesi açısından olmazsa olmazıdır. Sofistike bir toplumsal ve tarihi çözümleden yoksun olarak Hayvanları Savunma Hareketinin çoğu yukarıda sözü edilen bütün suçlardan mahkum durumda. ID’nin eleştirileri bu noktada doğrudur, Hayvanları Savunma Hareketi reformist, tek konuya odaklı bir hareket olup talepleri çıkar, büyüme ve hakimiyet uğruna bütün hayatı ve dünyayı sömüren bir küresel sistem tarafından hemen yutulan bir harekettir, oysa potansiyel olarak bu talepler ekonomisi önemli ölçüde hayvan sömürüsüne dayanan bir sistem için hayvan haklarını talep etmekle radikal sayılabilecek bir durumdadır.

Hayvanları Savunma Hareketine ve diğer reformist davalara zıt olarak Takis Fotopoulos insan dinamikleri ve sosyal kurumlara bakışımızı genişletirken, onların dünya üzerindeki etkilerini ve toplum için sonuçlarını da ortaya koymaktadır. Anti-kapitalist, radikal demokrasi ve “ekolojik demokrasi” kavramı içerisinde ekolojik meseleleri birleştirerek Fotopoulos bu nosyonu ” insanın doğal dünyaya egemen olma çabalarını yok etmeye yönelik kurumsal bir çerçeve, yani başka bir deyişle insanlarla doğayı entegre etmeye yönelik bir sistem olarak düşünmekte ve bu da Doğaya araçsalcı bakışın aşılmasıyla mümkün görülmektedir. Araçsalcı bakışta Doğa büyümek için bir araç olarak görülür, bu da iktidarın sonsuz şekilde yoğunlaştığı bir süreçtir.”

Fotopoulos ve diğer ID kuramcıları küresel kapitalizm ve onun sosyal demokrasi ve neoliberalizmden başka diğer politik sistemler karşısında kazandığı başarının önemli bir analizini ve kritiğini yapıyor. Sosyal ekoloji ve Sol kuram için genel olarak doğru olsa da insanların tarih boyunca hayvanları sömürmesinin dinamikleri ve sonuçları ID’nin doğa, ekoloji ve araçsalcılık üzerine geliştirdiği kuramda söz edilen bir şey değil.

ID eleştirisinin Hayvanları Savunma Hareketinin devletçi yönelimini hedef seçme kolaycılığına rağmen bu genel çerçeve Hayvan Özgürlüğü Hareketi söz konusu olduğunda yön değiştirmek zorunda, çünkü burada bazı önemli ortak özellikler söz konusu. Öncelikle, Hayvan Özgürlüğü Hareketinin retorik ve doğrudan eylem taktikleri gösteriyor ki ID gibi Hayvan Özgürlüğü Hareketi de devletin kapitalist ekonominin bir uzantısı olduğunu ve bu yüzden de temsili demokrasinin bir mit ve esrar perdesi olup kapitalizmin muhaliflerini yatıştırıp onların gözlerini seçimlerle boyadığını ortaya koyuyor. İkincisi Hayvan Özgürlüğü Hareketi aynen ID gibi anti-kapitalisttir, hiyerarşi ve baskı konusunda sistematik(ya da en azından bütüncül) bir çözümleme sunmaktadır. Üçüncü olarak, Hayvan Özgürlüğü Hareketi insan ve çevreci hareketlerle dayanışma adına tek konu odaklı olmayı da reddeder. Dördüncü olarak, Hayvan Özgürlüğü Hareketinin anti-kapitalist ideolojisi doğası gereği anarşisttir. Hayvan özgürlüğü savunucuları sadece sosyal ve politik görünümleri açısından anarşist olmakla kalmazlar, organizasyon ve taktik anlamında da anarşisttirler. ALF eylemcilerinin birbirleriyle kurduğu küçük hücreler- bir diğer ALF üyesinin bilmediği ve böylece polisin müdahalesinin söz konusu olmadığı yapılanmalar- yardımlaşma, destekleme ve bilinç oluşturma anlamında diğer anarşist gruplara benzemektedir.

Hayvanları özgürlüğe kavuşturma projesi insanları özgürleştirme ve doğal bir dünya mücadelesi ile bağlantılıdır. Hayvan özgürlükçülerinin hayvan ve insan hakları mücadelelerini tek bir mücadele olarak gördükleri Dünya’nın uğradığı zulmün ve baskının köklerini ortay a çıkarmayı ister ; adaletsizliğe, zulme, sömürüye, savaşa, şiddete, kapitalist neo-liberalizme ve doğal dünyanın ve biyolojik çeşitliliğin yok edilmesine karşı çıkan gezegen mücadeleleri arasında önemli yer tutar.

Radikal hayvan hakları/özgürlüğü eylemcileri ayrıca online öğrenme topluluklarında, enformasyon sitelerinde de etkindirler, örneğin Infoshop ve Indymedia örnek olarak gösterilebilir, bu yerlerde radikal kültürler küresel manada şekillenmektedir. Fotopoulos ve diğer eski ve yeni anarşistlerin tasavvur ettiği topluluklar online olarak global topluluklar ve aralarında Amerikan Yerlileri, Kara Panterler, dünya ve hayvan özgürlüğü savunucuları gibi militan sözcülerin de bulunduğu, ayrıca enerji verici, birleştirici ve politize edici bir hard core müzikle de ifade edilen Liberal Destek Takımları tarafından katılım sağlanan protestolarda bulunuyorlar. Bir çok hayvan özgürlükçüsü toplumsal meselelerin farkında olup insan özgürlüğü mücadelelerine katılmış, politik olarak radikal ve açıkgöz, ittifak politikalarına destek veren kişilerdir. Hayati öneme sahip, kaliteli düşünce, mücadele ve ittifak biçimleri ortaya çıkıyor ama Sol’un bu durumun farkında olduğunu söyleyemeyiz.

Diğer toplumsal hereketlerin kurumsallaştığı, gücünü kaybettiği, reformist bir hal aldığı koşullarda hayvan özgürlükçüleri gerçek çağdaş direniş örnekleri olmuş durumda. Onlar iktidara, devlet egemenliğine, ideolojik hegemonyaya meydan okuyorlar. İnsanların dezenformasyon sistemleri, medya kaynaklı pasifizm, kitlesel kültürel uyuşturucu ve eğlence çeşitleriyle normalleştirilip robotlaştırılmasına da karşı çıkıyorlar. Kelimenin gerçek anlamıyla tuğlalarla, çekiçlerle, Molotof kokteylleriyle sömürü ve baskı kurumlarına saldırıyorlar, yoksa sadece ideolojilerine ve kavramlarına saldırmakla bırakmıyorlar işi. Militanlıkları ve cesaretleri onay görmeyi, saygı duyulmayı ve desteklenmeyi hakediyor. Günümüz radikalleri çoğunlukla kuram ve felsefeyle uğraşırken Hayvan Özgürlüğü Hareketi kapitalizme karşı ve hayatı savunma adına eylemlerde bulunuyor, bunu da kendi kişisel özgürlüklerini sabotaj ve baskın sırasında yakalanırlarsa kaybetme pahasına yapıyorlar.

Ancak Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve ID arasında ne kadar paralellikler bulunsa da Fotopoulos Hayvan Özgürlüğü Hareketini küresel kapitalizme ve onun çeşitli hiyerarşik iktidar sistemleri konusunda detaylı ve sağlam bir eleştiri getirememesi manasında eleştiriyor, ayrıca doğrudan demokrasi adına Pazar sistemini ve devletin gücünü kırıcı radikal sosyal değişimler meydana getirmek için gerekli pozitif ve uygulanabilir stratejiler ortaya koyamaması anlamında da eleştiriyor. BU bakış açısıyla Hayvan Özgürlüğü Hareketinin sınırlarından söz ederken “hayvanlara yönelik alternatif bir bilincin gelişmesi ancak antisistem bir bilincin parçası olmakla mümkün olabilir, bu da yerel, bölgesel, ulusal, uluslar arası boyutlarda hegemonik bir yapıda olmak zorunda. Başka bir deyişle ekolojik demokrasi stratejisi ID(Kapsamlı Demokrasi) stratejisinin bir parçası olmalı, burada da doğrudan eylemin Solun geleneksel taktiklerinden daha fazla bir anlam taşısa da önemli bir rolünün olduğu ve hala bir savunma taktiği olarak işe yaradığı kabul edilmeli. Aslında en çok gereksindiğimiz şey halihazırdaki sistem içerisinde alternatif kurumlar(yani ekolojik demokrasinin kurumlarını) oluşturarak sistem karşıtı bilinci hegemonik bir hale getirmektir.

Fotopoulos’un sözleri olasılıkla balina ve şempanzelerin türünü yok olmaktan korumak, dünyayı kurtarmak ve bazı deniz ve karar hayvanlarının tamamen ortadan kalkmasını engellemek gibi tek konu odaklı davaların önemini azaltıyor. Birbiriyle bağlantılı olsun ya da olmasın sosyal adalet, hayvan hakları ve ekoloji uğruna yapılan radikal mücadeleler her biri otorite yanlısı ve sömürücü sosyal sistemlerin sonucu olan küresel ısınma, yağmur ormanlarının yok olması, hızlı ekolojik bozulma çağında her türden farklı şekillerde ortaya çıkıyor.

Ancak Fotopoulos temel argümanında kesinlikle haklı. Sabotaj eylemleri- günümüzün cesur direnişinin önemli ve nadir örnekleri olarak-artçı, savunmacı ve kapitalist hakimiyetin daha büyük zararlarını durdurmaktan aciz bir yapıdadır. Hayvan Özgürlüğü Hareketinin çoğu bunu kabul eder. Radikal değişiklikler için gerekli pozitif vizyonlar ve onları yerli yerine koymak için gerekli olan somut mücadeleler ve değişim geçiren sosyal formlara acilen ihtiyaç duyuluyor, Hayvan Özgürlüğü Hareketi içerisindeki bazı kuramcılar ve eylemciler bu projeye önemli katkılarda bulunmaya devam etseler bile.

Dahası, Fotopoulos’un Hayvanları Savunma Hareketi’ne yaptığı mesela Matthew Scully gibi hayvansever neoconların kahraman olarak görüldüğü şeklindeki eleştirisi de doğrudur:” Şuandaki bu geniş hareketten sistem karşıtı bir hayvan özgürlüğü hareketi doğmazsa bütün hareket yakında doğrudan eylemi dahi kınayan ve böylece orta sınıf arasında saygınlığı artırmayı amaçlayan “acısız” (elitler içni tabi) bir lobiye dönüşebilir. Ne yazık ki bu tür sözler FBI’ın Hayvan Özgürlüğü Hareketine yönelik yaptığı cadı avını alkışkayan ve “ALF ve ELF’in sonsuza dek yokolduğunu görmeyi dilediğini” söyleyen HSUS gibi kurumlar için son derece doğru, çünkü böylece radikalizmin alevlerinin reformist, tavizkar, tek konu odaklı, alıngan-hassas, kedi köpek sevici politikaların girdsbında yok olmasını görmek istiyorlar.

Ancak söylediğim gibi içgörüler, öğrenme süreci ve değişikliklerin her iki taraftan da tecrübe ediliyor olması lazım, ve hayvanlarla alakalı geliştirilecek bu bakış açısının radikal toplumsal politikalar için oldukça yüksek bir verimliliği söz konusu olacak o zaman. Hayvanlarla alakalı bu perspektif ID-Kapsamlı demokrasinin ekoloji bölümün derinleştirebilir, ayrıca bir yandan da hayvanların hakimiyet altına alınması ve insanların egemenlik altına alınması arasındaki karşılıklı bağlantılara dair anlayışımızı derinleştirebilir. Ekolojik demokrasinin hedefleri, fabrika çiftçiliği gibi global şekilde cereyan eden hayvan sömürüsü örnekleri ortadan kaldırılmadan gerçekleştirilemez. Araçsalcılığın eleştirisi yapılmadan ve gerekli değişiklikler ortaya konmadan da bu gerçekleştirilemez.

Hiyerarşiye temelleriyle, gelişimiyle, çok yönlülüğüyle ve birbirine karışmış şekileriyle beraber kuramsallaştırmanın en iyi yolu çeşitli hakimiyet modları arasında benzersiz ve ortak yönleri görebilen indirgemeci olmayan bir yaklaşım izlemektir. İktidarın mekanizmaları ve modlarında tarihe yayılmış bir gelişmenin sonucu olan bir çokluk söz konusudur, farklı anlatılar iktidar ve egemenliğe dair farklı içgörüler sunar. Feminist bakış açısına göre her ezilmiş grubun toplumun doğasına dair farklı bir perspektifi ya da içgörüsü vardır. Mesela; beyaz olmayan insanlar ırkçılığn ve sömürgeciliğin patolojisini aydınlatabilir. Kadınlar tarij boyunca çok değişik sosyal iktidar modları değiştiren ataerkilliği aydınlatmaya yarayabilir. Hayvanlar çektikleri acılardan söz edemeseler de sadece bu bakış açısıyla- yani hayvan sömürüsünün bakış açısıyla- insanlar türcülüğün doğasını anlayabilir, insan şiddetinin temel sebeplerini kavrayabilir ve mizoterinin (doğadan nefret etme) önemli açılarını ve toplumun şu anda yüzyüz bulunduğu sosyal ve ekolojik krizin sebeplerini idrak edebilir.

Hayvan perspektifi iktidarın ve hakimiyetin doğası üzerine önemli içgörüler sunuyor. Sosyal ekoloji veya ID-Kapsamlı Demokarsi gibi hiyerarşinin köklerini, gelişmesini ve dinamiklerini anlama iddiasında olan teoriler insanın hayvanlar üzerindeki hakimiyeti ve insanın insan üzerindeki hakimiyeti konusunun birbiriyle alakası konusunda yazılmış literatürü göz önüne alırsa büyük fayda sağlayabilir. Hiyerarşi, hakimiyet ve şiddetin derin psikolojik kökü olarak araçsalcılığa yönelik her türden eleştiri bu kökleri avcılık ve toplayıcılıktan tarım toplumlarına dek devam eden süreçte hayvanların egemenlik altına alınması anlamında analiz etmek zorundadır. Araçsalcılık türcülük şeklinde ortaya çıkmakta ve antroposentrizmin ana hatlarını daha genel bir şekilde oluşturmaktadır.

Hiyerarşinin teknolojik, ideolojik ve sosyal biçimleri insanların hayvanları köleleştirmesi, evcilleştirmesi ve onlara hükmetmesi şeklinde başlayıp ardından insanın insana hükmetmesi biçimin almıştır. The Dreaded Comparison: Human and Animal Slavery- Korkulan Benzerlik:İnsan ve Hayvan Köleliği kitabında Marjorie Spiegel hayvanların sömürüsünün siyahların insanlıktan çıkarılması ve köleleştirilmesi için bir model yaratıp bi metafor olarak görüldüğünü, bu sömürünün gerekli teknoloji ve pratikleri de gereğince sağladığını yazıyor. Hadım edilmekten zincire vurulmaya, damgalanmaya, kulak kesmeye, beyazlar siyahları ezmek için hayvanlarla yaşananlara dayalı uzun bir tarihten faydalanmıştır. Hayvan olarak görüldükten sonra siyahlar hayvan muamelesi görmüştür. Dahası “fuzuli hayvanlar” şeklinde karalayarak kölelik kurumunu meşrulaştırmış ve bu geleneği daha da sağlamlaştırmışlardır.

Bir halkı bir hayvan çeşidi olarak damgalamak şiddete ve soykırıma giden yolun başlangıcıdır. Bir çok antropolog on bin yıl önce tarım toplumlarının başlangıcında hayvanların evcilleştirilmesi için uygulanan zulümlerin hiyerarşi, devletçilik, ve diğer insanların sömürülmesi için gerekli kavramsal modeli yarattığına inanıyor; çünkü bu insanlar insan kültürünün kalbine şiddeti ekmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında kölelik ve kadın cinselliğinin aşağılanması aslında hayvanların insan kültürü için evcilleştirilmesinin uzantılarıdır. Eternal Treblinka: Our Treatment of Animal and the Holocaust – Sonsuz Treblinka: Hayvanlara Davranışımız ve Soykırım kitabının yazarı James Patterson Nazi soykırımının ve endüstrileştirilmiş kölelik ve ve hayvanların katledilmesinin ortak köklerini açıklıyor. Patterson, Jim Mason ve bir çok başka yazar insan toplumunun ve onun doğal dünyayla olan sorunlu ilişkisinin sebep ve çözümünü anlamak için hayvan sömürüsünün hayati öneme sahip olduğu sonucuna varıyor.
Dr. Steve Best'in  ''Devrimi Yeniden Düşünmek: Hayvan Özgürlüğü, İnsan Özgürlüğü ve Solun Geleceği'' yazısından alıntıdır.
CemC tarafından çevrilmiştir.http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder