Kapitalist sınıf bir bütün olarak işçi sınıfını çok daha başarılı bir şekilde sömürebilmek için, her zaman ırk veya cinsiyet temelinde, “böl ve yönet” politikasıyla hareket etmiştir.
...Eğirme ya da dokumanın el tezgâhlarında yapıldığı dönemlerde, ev ve iş, bir ve aynı yer demekti. Sanayileşme, ev ve iş arasında hızlı ve keskin bir işbölümü yarattı. 19. yüzyıl Britanya’sında sanayi devrimi yıllarında görülen ve dünyanın her tarafında tekrarlanan manzara buydu. Evle iş arasındaki bölünme, erkekle kadın arasındaki işbölümünü derinleştirdi. Erkek para kazanan ana unsur oldu ve kadına da çocuk bakımıyla ev işlerini çekip çevirmek kaldı. Ne var ki kadın aynı zamanda ailenin gelirine destek olmak için ev dışında da çalışmak zorundaydı. Kadınlar, patronlar tarafından ucuz işgücü kaynağı olarak ve erkek işgücünün zor bulunduğu ya da ihtiyaç duyulduğu savaş gibi durumlarda kendisine başvurulabilecek yedek işgücü kaynağı olarak görülüyordu. Kadınlar patronların kendilerine ihtiyaç duyduğu boom dönemlerinde çalışmaya teşvik edildiler. Resesyon başlar başlamaz da kadından evine dönmesi ve işini erkeklere bırakması istendi. Bu tür olayları son yıllarda da gördük. Ekonomik durgunluğun yaşandığı Muhafazakâr hükümet döneminde, bu parti, eşlerinin geçimini sağlayan erkek işçilere “aile bazlı ücret” verilmesini gündeme getirdi. Azalan işsizliğin yanı sıra Britanya’da ekonominin yine canlandığı dönemde, “Yeni İşçi” hükümeti, çalışmayıp yalnız yaşayan ebeveynlere yapılan yardımları keserken, çalışan ailelere vergi indirimi ve çocuk yardımı sunarak, bilhassa kadınları çalışmaya teşvik etme konusunda çok heveslidir.
Tarihsel olarak bu işbölümünün işçi sınıfı ve örgütleri açısından çeşitli sonuçları olmuştur. Her şeyden önce, işçi kadınların sadakati, bazen ev ile işte daha iyi bir ücret için verilen mücadele arasında bölünüyordu. Sanayi dönemi öncesinde, sınıf mücadelesinde, örneğin ekmek fiyatını protesto etmek için yerel toprak sahibine, kiliseye ya da beye karşı yapılan doğrudan eylemler sırasında kadınlar da yerlerini almıştır. Ayaklanma, bir parça ekmek elde etmenize yardımcı olmak gibi kazanımları derhal sağlarken, grev kısa vadede fedakârlık ve sıkıntılara katlanmak anlamına gelebiliyordu. Bu özellikle ailenin beslenmesinden sorumlu olan kadını etkiliyordu. İkinci olarak, erkekten daha düşük ücrete çalışmaya hazır olan kadın, bazıları tarafından kendi işlerine ve ücretlerine yönelik bir tehdit olarak algılanmaktaydı.
Bazı erkek işçiler, işe göre ücret için mücadele vermek yerine, yanlış bir biçimde çözümü kadınların çalışma hayatından uzaklaştırılmasında ve “aile bazlı ücret”te göreceklerdi. Gerçekten de farklı türden işler yaptıkları alanlarda kadınları sendikal harekete katmak bir sorundu. Britanya’da kadın işinin doğası 19. yüzyılın başlarından itibaren köklü bir değişime uğramıştır. O sıralar ana istihdam alanı ev hizmetleri ve pamuk fabrikalarıydı. Bugünse Britanya’da kadınların çoğu bürolarda ve hizmet sektöründe çalışıyor. Fakat esasen kadın işi olarak görülen iş alanları sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlerde hâlâ mevcut. Ücretler genellikle daha düşük. Asya’da, Latin Amerika’da ve dünyanın birçok yerinde, kadınlar hâlâ fabrika yasalarının ve sendikal hareketin gelişiminden önceki 19. yüzyıl Avrupa’sına benzer koşullardaki fabrikalarda çalıştırılıyorlar.
İşyerinde kadın
Kadınlar işyerinde merkezi bir konuma sahip olmuşlardır. Muhafazakârlar ve diğer gericiler, kadının “evine dönmesi” gerektiğinden söz ederlerken, kadınların yerinin yalnızca evle sınırlı olduğu bir dönemin mevcut olduğu yanılsamasına kapılıyorlar. İşçi sınıfı kadınları açısından bu dönem, ev ve işyerinin aynı mekân olduğu ev sanayii dönemiydi yalnızca. Tarihsel olarak orta ve üst sınıfın kadınları yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorunda değillerdi (artık durum orta sınıf denilen kesimden kadınlar açısından çarpıcı bir şekilde değişmiştir ve bu orta sınıfın proleterleşmesinin zorunlu bir sonucudur). İşçi sınıfı kadınları, mali zorunluluklar yüzünden hayatları boyunca düzenli aralıklarla işgücüne dahil olmuşlardır. İşçi kadınların mücadelesinin daima bir bütün olarak işçi sınıfının mücadelesine bağlı olmasının nedeni budur. “Burjuva feminizmi”ne ait fikirler de bu nedenle, toplumdan yalıtılmışlıklarına ve kocalarına bağımlı oluşlarına öfkelenen orta sınıf kadınları arasında kök salmıştır. Örneğin Süfrajet hareketine önderlik eden kadınların bazıları, esas olarak kocalarıyla eşit olmayı istiyorlardı. İşçi sınıfı kadınlarının ise, bir kadın olarak kendi kurtuluşları için olduğu kadar, sınıflarının kurtuluşu için de mücadele etme görevleri bulunuyordu.
Geçen onyıllar boyunca çalışma modelleri dünya çapında değişti ve genel kanıya göre işyerleri “feminize oldu”. Buna tarihsel bir perspektiften bakmak gerekir. Kadınların çalışması yeni bir olgu değildir. Fakat işin değişen doğası, kadın çalışanların da erkek çalışanlar kadar uygun, hatta çoğu durumda daha esnek görülmesi anlamına gelmiştir. Part-time çalışma patronlar için kârlıdır, bu kreşi olmayan işyeriyle ev arasında cambazlık yapmak zorunda kalan kadınların da işine gelebilir. Ailelerin küçülmesi nedeniyle, kadınlar aslında yaşamlarının büyük kısmında çalışmaya müsaittirler. Belki de bu, çalışmayı evleninceye kadar geçici bir önlem olarak görüp, “saygın olmayan” bir şey addeden orta sınıf kadınlar için bir değişiklik anlamına gelmiştir. “Eşlerinin çalışmak zorunda olmaması” orta sınıfın erkekleri ve bazı vasıflı işçiler için gurur verici bir duyguydu. Artık profesyonel ve beyaz yakalı işlerde çalışan kadınlar, esas olarak mali zorunluluklar nedeniyle çalışıyorlar; her ne kadar çocuk bakmak istemeyen kariyer düşkünü yuppiler şeklinde bir portre çizseler de bu böyledir. Günümüzde öğretmen maaşı ile ev geçindirmek zordur.
Sanayi Devrimi
Sanayi devriminden önce, sanayi evde zanaat temelinde gerçekleştirilmekteydi. Dokumacının kulübesi aynı zamanda işyeriydi ve tüm ailesi, karısı ve çocukları, uzun saatler çalışmakla meşguldü. Sanayi devrimi bu modeli değiştirdi. Dokumacılık ve eğirmecilik kulübelerden çıkıp fabrikaya girdi. El tezgâhı dokumacılarının ücretlerinin düşüklüğü, onları en sert disipline maruz kalacakları bu yeni fabrikalarda iş bulmak “zorunda” bıraktı. Daha önce kendi işyerleri üzerinde belli bir denetimi olanlar, şimdi kapitalistin sultası altındaydılar. Fabrikaların çevresinde, yaşam koşulları berbat olan, sağlıksız ve aşırı kalabalık yeni şehirler boy göstermeye başladı. Bütün ailenin saatlerce çalışması, işçi sınıfının aile yaşamını yok etti. Bu, egemen sınıfın “aile değerleri”ne ilişkin ikiyüzlülüğüydü. Bugün aynı ikiyüzlülüğü, uzun ve insanlık dışı çalışma saatleri doğrultusunda artan baskıda görüyoruz. Sanayi devrimin ilk dönemlerinde kadınlar ve çocuklar kömür madenlerinde çalıştırılmak üzere işe alınırlardı.
Bu da yine egemen sınıfın, “kadın kısmı”na ilişkin ikiyüzlülüğünü göstermekteydi. 1813’te, Cumbria’daki Whitehaven madenindeki bir gözlemcinin, çalışırken gördüğü kadınlar hakkında söyledikleri şunlardır: “Çoğu yarı çıplaktı, kirden kararmışlardı ve o kadar çirkinleşmiş ve hor kullanılmışlardı ki, erkek soyundan gelmiş bir soya benziyorlardı”. İlk başlarda kadınlar, madenlerde, bir erkeğin çalışmasına ihtiyaç duyulmayan işlerde kullanıldılar. Sırtlarında kömür seleleri taşıdılar. Bu kadınların sırtlarında ve bacaklarında deformasyonlar oluştu, mide ve akciğer rahatsızlıklarına maruz kaldılar. Hamile kaldıklarında korkunç komplikasyonlarla yüz yüze geldiler. 1842’de, Britanya’daki madenlerde kadınların çalışması nihayet yasaklandı. 1847’de kadınların çalışması günde 10 saatle sınırlandırıldı. Sendikal hareket bunu, bütün işçiler için 10 saatlik işgününe doğru bir adım olarak destekledi. Çoğu işverenin buna direndiğini ve vardiyalı çalışmaya geçerek bunun üstesinden geldiklerini söylemeye gerek bile yok.
19. yüzyılda, kadınların ev sektöründen sonra en çok çalıştırıldıkları alan tekstil sanayiiydi. Yeni tekstil fabrikalarında çoğunlukla kadınlar ve çocuklar çalışıyordu. 1830’larda, işgücünün üçte biri ilâ yarısı 21 yaşın altındaydı. Vasıfsız dokuma ve eğirme işlerinin yapıldığı fabrikalarda çalışanların yarısını kadınlar oluşturmaktaydı. Vasıflı işlerse erkeklere ayrılmıştı. Fabrikalardaki kadın ve erkek işi ayrımı, sendikaların gelişmesini de etkiledi. Eğirmeci birlikleri, ücretleri düşürdüklerine inandıkları vasıfsız kadınlar kitlesini dışladılar. Tekstil fabrikalarında çalışan kadınların zarar gördükleri, pamuk eğirmecilerinin çocuklarının %39’unun ölü doğduğu ve yalnızca %50’sinin beş yaşına gelebildiği rapor ediliyordu. Çalışma koşulları, çeşitli deformasyonlara yol açıyordu. İşlerini kaybetmekten korkan anneler doğumdan üç hafta sonra fabrikaya dönüyordu ve bazen bebekler fabrikalara getiriliyor, anne ancak mola verebildiğinde bebeğini emzirmek zorunda kalıyordu. Bazı kadınlar orada doğum yapıncaya kadar fabrikada çalışıyordu ve evde kalan daha büyük çocuklara rahat durmaları için afyon içirilebiliyordu. Havalandırmanın kötü oluşu, uzun çalışma saatleri ve sürekli ayakta kalmak, bu kadın işçiler üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtı.
Fakat fabrikalarda çalışan kadınlar kendi geçimlerini sağla**** yeni bir statü kazanmış ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdi. Mevcut düzenin kodamanları, “fabrika kızlarının yaşadıkları ahlaki çöküntü”den yakınıyordu. Kadın işçiler radikalleşiyor ve Çartizm gibi politik hareketlere ve Robert Owen’ı destekleyen sosyalistlerin kurdukları sendikalara katılıyorlardı.
19. yüzyılda kadınlar tekstilin yanı sıra dantelacılık,m etal, jüt elyafı, ciltçilik ve zincir yapımı gibi her türlü işte çalışıyordu.
20. yüzyıldaki değişimler
20. yüzyılda kadın işinin doğası radikal biçimde değişti. Birinci Dünya Savaşında kadınların kitlesel olarak çalışmasına tanık olundu. Bütün büyük Avrupa ülkelerinde, kapitalist sınıf cephedeki erkeklerin yerine kadın işçileri sürdü. Birinci Dünya Savaşının arifesinde, çalışan kadınların beşte birinden fazlası ev hizmetinde çalışıyordu. Genellikle en tehlikeli koşullarda ve kuşkusuz erkeklere verilen ücretlerden daha az ücretler verilerek cephane fabrikalarında çalışmaya teşvik edilen kadınlarla birlikte bu artık değişmeye başlamıştı. Kadınlar için bu, patronun evinde yaşama mecburiyeti gibi kısıtlamalar anlamına gelen ev hizmeti köleliğine göre bir ilerleme demekti. Bununla birlikte, cephane fabrikalarında hız artırımı sömürünün artmasını da beraberinde getirdi. Bu, sendikal harekete büyük bir meydan okumaydı. Kadınları işgücünden söküp atmanın imkânsızlığıyla yüz yüze gelen sendikalar, “işe göre ücret için mücadele vermek” zorunda kaldı. Clydeside’da, Sheffield’da ve m etal sanayiinin diğer merkezlerinde, en büyük çaba gösterenler tabandaki işyeri temsilcileriydi. Bu sırada sendikal hareketin resmi önderliği, hükümetin savaş girişimlerini desteklemek için milliyetçi bir çaba içindeydi ve sendikal hareket çerçevesinde elde edilmiş olan bütün kazanımlardan vazgeçmekle meşguldü.
Benzer şekilde savaş döneminde Almanya’da da kadın işçi sayısı %230 arttı. Çok geçmeden, m etal sanayiinde ve makine araçları sanayiinde yalnızca kadın işçiler çalışır oldu. Almanya’nın en büyük silah fabrikası olan Essen’deki Krupps tesislerinde 1911 yılında kadın işçi yokken, 1914 yılında 11.000 kadın işçi çalışmaktaydı. Gece işini yasaklamak gibi kadın işçileri koruyan bütün yasalar, savaş döneminde nerdeyse hiç uygulanmadı. İşverenler kadın emeğinden devasa kârlar elde ettiler. Kadınlara erkeklerden daha az ücret ödeniyordu. Almanya’da yapılan ve kadınların katıldığı savaş karşıtı gösterileri ateşleyen de, sömürünün bu seviyede olmasıydı Çok düşük ücretlerle ailelerine bakmaya çalışan kadınların evde ve işyerinde suyu sıkılıyordu. Hükümetin savaş kampanyasını koşulsuz destekleyen Alman Sosyal Demokrat Partisinin resmi örgütünce desteklenmemesine rağmen açlık yürüyüşleri örgütlendi.
Savaştan sonra kadınlar evlerine ya da ev hizmetçiliğine dönmek istemediler. 1920’li ve 30’lu yılların yüksek işsizlik oranları, kadınların çalışmaktan vazgeçirilmesinde etkili oldu ve hükümetler kadınları yeniden işgücünün dışına sürdüler. İşsizlik yasalarının birinde geçen “gerçek anlamda iş aramayanlar” maddesi, tıpkı bugünkü iş arama ve yerleştirme sisteminde olduğu gibi, kadınları ev hizmetlerinde çalışmaya zorlamak için kullanıldığı gibi, erkekleri de beğenilmeyen ve düşük ücretli işleri kabul etmeye zorlamak için kullanıldı. Bu tür işleri reddetmeniz, işsizlik yardımını da kaybetmeniz demekti.
1930’larda, Nazi Almanya’sında kadınlar zorla işlerinden edildi ve yerlerine erkekler işe alındı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar 1929 krizinin yol açtığı kitlesel işsizliğin en ağır yüklerine katlanmak zorunda kaldılar. Kadınlar sigortasız çalıştırılıyor, bu yüzden de işsizlik yardımı hakkını kaybediyorlardı. Sendikalar ve sosyal demokrat partiler gibi işçi sınıfının geleneksel örgütleri bile, kadınları ve onların çalışma hakkını koruyamadılar. Avusturya Komünist Partisi, 1930’ların Stalin Rusya’sında olduğu gibi anneliği kutsa****, kadınları “ev ve iş gibi iki ağır yükten” kurtarma işine yoğunlaştı. Devlet dairelerinde çalışan kadınlardan, önce işlerini bırakmaları istendi. Almanya’da iktidarı Nazilerin ele geçirmesinin ardından, kadınların işgücünün dışına itilmesi, işsizliği alt seviyelerde tutmak için kullanıldı. Bu yönteme Avusturya’daki darbeden sonra tekrar başvuruldu. Annelik, Nazi programının kadınlara ilişkin bölümünün temel taşıydı; sözde üstün ırkın korunması. Evlendikten beş yıl sonra çocuk sahibi olmayan çiftler para cezasına çarptırıldı, dört ve daha fazla çocuk sahibi olanlarsa ödüllendirildi. Öte yandan çingeneler ve diğer azınlıklar zorla kısırlaştırıldılar. Aile saadeti programına bağlı bu Nazi propagandasının doğrudan Alman kapitalizminin hizmetinde olduğu görülebilir. Kadınlar 1930’lardaki ekonomik çöküş sırasında işsiz bırakılmışlardı. Ekonomi silahlanma temelinde büyümeye başladığında, ve özellikle 1939’da savaş patlak verdiğinde, Nazi rejimi dahi kadınları işgücünden dışlama politikasını terk etmek zorunda kaldı. Savaş patlak verdikten sonra kadınların yüzde 38’i çalışıyordu. Çalışma şartları sıkı kontrol altındaydı ve erkeklerden daha az ücret alıyorlardı, özellikle kadınlara uygun olduğu düşünülen işlerde istihdam ediliyorlardı.
Britanya’da yeni iş olanakları ortaya çıkmaya başlıyordu. Diğer önemli sanayiler gibi tekstil de 1918’den sonra zayıfladı ve Britanya’da tekrar asla büyük bir sanayi olmadı. Tersine, işler hafif m etal sektöründe ve büyümekte olan hizmet sektöründeydi, bu durum hem kamu hem de özel sektör için geçerliydi. Genç kadınlar da ya mağaza işlerine yöneliyor veya masa başında çalışıyorlardı ve işin “yüksek statüsü” onları cezbediyordu. Fakat düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri, çok geçmeden bu illüzyonu ortadan kaldırıyordu. Mağazaların çoğunda, personel hâlâ “çalıştığı yerde yiyip yatmak” zorundaydı ve deneme süresi boyunca paraları aileleri tarafından karşılanıyordu. Bu tür işyerlerinde sendikal gelenek yoktu ve çalışma saatleriyle ilgili yasalar çoğunlukla hiçe sayılıyordu.
İstihdam eğilimi sanayiden hizmet sektörüne kayıyordu; 1891-1906 yılları arasında masa başında çalışanların sayısı yüzde 20 arttı. 1850’de çalışanların %1’i büro işçisiyken, 1971’de bu sayı %40’a yükselmişti. Büro işi artık ayrıcalıklı azınlığın korunağı değildi, bürolar fabrika haline gelmişti. İşe yeni alınanların çoğu kadındı. 1930’larda masa başında çalışanlar, verem gibi hastalıklara yol açan kötü havalandırmalı bürolarda genellikle haftada 60 saate kadar çalışmaktaydılar. Çalışma Bakanlığının 1963 yılında yayınladığı rakamlara göre, kadınların %9.8’i vasıflı işlerde, %41.8’i vasıfsız işlerde, %25.3’ü ise masa başı işlerde çalışıyordu. 1965’te kadınlar işgücünün %34.8’ini oluşturmaktaydı. Günümüzde (2001) bu rakam %50’nin üzerine çıkmıştır. 1965’te evli üç kadından biri çalışırken, 50 yıl önce bu oran onda birdi. Bu eğilimler günümüze kadar sürmüştür ve kadının toplumdaki rolüne ilişkin kesin bir değişikliğe işaret etmektedir. 1950’lere kadar pek çok meslek için evlilik bir engeldi, kadınlar evlenince işi bırakmak zorunda kalıyorlardı. Bu, öğretmenlere, postane çalışanlarına ve memurlara uygulanıyordu. Savaş sonrası boom yıllarında –1950’li ve 60’lı yıllarda– bu engellerin kaldırıldığı ve kadınların işgücünün sürekli bir parçası haline geldiği görüldü. Şimdi bu duruma geri dönülmesi düşünülemez gibi görünüyor, fakat büyük bir resesyon döneminde kadınlar tekrar işgücünden çıkarılabilir. Marksistler olarak biliyoruz ki, varlık bilinci belirler!
Kadınlar ve Sendikalar
Kadınlar sendikal hareket içinde örgütlendiler. Bazen vasıflı erkek işçilerin direnciyle karşılaştılar. Erken dönemlerde, kadınların çalışmasının geçici doğası nedeniyle, fabrikalardaki ilk birlikler kısa ömürlüydü ve yerel temelde inşa ediliyordu. Kadınlar da, sadece kadınların çalıştığı yerlerde çalışma eğilimindeydiler, bunun anlamı yalnızca kadınlardan oluşan branşların kurulmak zorunda olmasıydı. Örneğin Robert Owen’ın Büyük Ulusal Birleşik Sendikası, kadınların loncalarını ayırmıştı. İşçi hareketinin ilk dönemlerinde, devrimci Çartist Hareket zamanında, çamaşırhanelerde, dantelacılarda ve ciltçilerde grevlere tanık olundu. Kadınlar 1842 Çartist genel grevine katıldılar.
Britanya’da, 19. yüzyıl ortalarında, sendikacılığa, ücretleri yükseltmek için mesleğe girmeyi kısıtlama stratejisi güden meslek birlikleri egemendi. Bu da kaçınılmaz olarak kadın işçilerin dışlanmasını getiriyordu. Sendikalar, politik olarak Liberal Partinin kuyruğuna takılmış Applegarth ve Broadhurst gibi saygın sendika önderleri tarafından yönetiliyordu. Bunlar kadınların sanayide çalışmalarına karşıydılar. Broadhurst şunu iddia ediyordu: “Erkekler çocuklarının ve ülkelerinin geleceğini düşünmek zorundadır, karılarının güçlü erkekler dünyasında yaşam mücadelesi verip sürünmek yerine güzel evlerinde oturmalarını sağlayacak koşulları yaratmak için en büyük gayreti göstermek bir erkek ve koca olarak onların görevidir.” Karılarını çalıştırmayacak kadar parası olan “işçi aristokrasisi”nin bakış açısı buydu, fakat bu egemen sınıfın da ekmeğine yağ sürüyordu. Almanya’da Ferdinand Lassalle da Alman Genel İşçi Birliği içinde aynı tutumu takındı. Lassalle, kadınların çalışmasının tüm ailenin ücretlerini azalttığını iddia ediyordu. 1869 gibi geç bir tarihte, Alman Sosyal Demokrat Parti Kongresinden kadınların çalışmasına karşı çıkan bir karar geçirildi. Fakat ne yazık ki kadın işçiler artık orada duruyorlardı ve kadınların ucuz işgücü olarak kullanılmalarını engelleyebilmek için sendikacılara tek yol kalıyordu: onları örgütlemek. Öte yandan, kadının çalışmasını sınırlayan yasalar erkeklere de uygulansaydı, bu bütün sınıfın çıkarına olabilirdi. Orta sınıf feministleri bu yasalara “eşitlik adına” çoğu kez karşı çıktılar. Zincir ve zırh sanayiinde 14 yaşın altında kızların çalışmasını yasaklayan 1887 tarihli bir yasaya, Süfrajetler (oy hakkını savunan orta sınıf kadın kampanyacılar) hep bir ağızdan muhalefet ettiler. Bu açıkça ve doğal olarak Süfrajetleri sendikal hareketle çatışmaya itti. Bu olay kadın hakları mücadelesinin gerçekten nasıl bir sınıf karakterine sahip olduğunu gösteriyordu.
Erkek sendikacıların başarısızlığa uğradığı yerlerde bazı kadın reformcular kadınların sendikal hareket içinde örgütlenmesinde olumlu roller oynadılar. Bu kadınlardan biri de Emma Patterson’du. Patterson, Dewsbury’de kadın dokumacıların grevini örgütleyen Kadınları Koruma ve Destekleme Birliğini 1874’te kurdu. Bu birlik daha sonra Ulusal Kadın İşçiler Birliğine dönüştü.[1] Eşit işe eşit ücret, düşük ücret alan mesleklerde ücretlerin düzenlenmesi, haftalık çalışmanın 48 saate indirilmesi, iş cezalarının kaldırılması, daha fazla fabrika müfettişi, annelik yardımı, işçi kadınlar için kooperatif evleri ve yalnızca mülk sahibi kadınlar için değil bütün kadınlar için oy hakkı gibi istemlerle sanayide yerel kampanyalar düzenledi. Kadınları sendikal hareket içinde aktif olmaya teşvik etti. WTUL, ASE (Birleşik m etal İşçileri Derneği) gibi birliklerin reddettiği kadınları örgütledi. Hatta ASE kadınların çalışmasının yasaklanmasını istiyordu! Fakat Britanya sendikal hareketi tarihindeki bu dönem, işçi hareketinin çehresini ilelebet değiştirecek olan 1880’lerin fırtınalı olaylarıyla son buldu. Yardımlaşma Dernekleri militan sendikacılık tarafından gölgede bırakıldı. Kuşkusuz bunun da, kadın işçiler ve sendikalı işçiler açısından muazzam etkileri olmuştur.
1880’ler ve vasıfsız işçilerin örgütlenmesi
19. yüzyılın sonları Britanya kapitalizmi için fırtınalı bir dönemdi. Dünyanın atölyesi olma özelliği sona ermiş, işçi sınıfının bir kesimi için, özellikle de vasıflı işçiler için anlam taşıyan kazanımlar tehdit altına girmişti. Bu yıllar dok işçileri gibi geçici, vasıfsız işçilerin örgütlenmelerine de sahne olmuştu. Bu farklı türden bir sendikacılıktı. İşverenler, grevleri ve sendikal örgütlenmeyi kırmak için, polis, ordu ve mahkemeler tarafından desteklenen grev kırıcıları kullanıyorlardı. Düzen ve kanun güçleriyle işçiler arasında pek çok kasabada meydan savaşları yaşandı. Sosyal Demokrat Federasyon ve Bağımsız İşçi Partisi gibi örgütlerin büyümesiyle, sosyalizm fikirleri de yeniden doğdu. Tom Mann gibi sosyalistler, işçilerin dok işçileri sendikasında örgütlenmesinde önemli bir rol oynadılar. Militanlığın yükseldiği bu dönemde, kadın işçi katmanları da emek hareketine katılmışlardı. Kadınların yer aldığı grevlerin en ünlüsü kibritçi kızlar greviydi. Kibritçi kızlar ve kadınlar, East End’deki Bryant ve May fabrikalarında en dehşet verici koşullar altında çalışmaktaydı. Çoğu, beyaz fosforla çalışmanın bir sonucu olarak çene kemiği hastalıklarına yakalanıyordu. Çene kemikleri çürüyor ve yemek yiyemiyorlardı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi için yaptıkları grev kitlesel bir destek gördü. 1908’de, “beyaz fosfor” maddesi, sendikal hareket sayesinde yasaklandı.
Kadın işçiler, 1890’larda Bradford’daki Manningham Fabrikaları grevine de katıldılar. Ev Hizmetçileri Sendikası kuruldu ve 1897’de TUC’a katıldı. 70 saatlik çalışma haftası ve daha uzun yemek arası için mücadele yürüttü. Sendikanın taleplerine orta sınıftan gelen kadınlar karşı çıktı. Bir Süfrajet olan Milicent Fawcett’ın, Bryant ve May kibrit şirketinin hissedarı olması ayrıca ilgi çekici bir konudur. Bu örnek bize, sınıflar arasında çıkar birliği olamayacağını göstermektedir. 1886’da Birleşik Tarakçılar ve Hallaçlar Sendikasının kurulmasıyla, sendikalar sonunda tekstil fabrikalarına da girdiler. Bu sektörde üyelerin dörtte üçü kadınlardan oluşmaktaydı. Kadın işçileri içeren diğer birlikler, Ulusal Birleşik Tezgâhtarlar Birliğiydi. Büro işçileri, Kadın Büro İşçileri ve Sekreterleri Birliğinde örgütlendiler. Bir daktilocular bölümü kuruldu.
Uluslararası destek gören dok işçilerinin çok çetin bir mücadele sonucu ücretlerinde artış sağladığı ünlü “dok zammı” zaferinin ardından, sendikacılık bir bütün olarak gerilemeye başladı. İşsizliğin artması, patronların sendikaları işyerlerinden atmasını mümkün kıldı ve üye sayısında 1882-1913 yılları arasında %30’luk bir düşüş yaşandı. Fakat 1910-1914 dönemi yine sınai militanlığın yükseldiği bir dönemdi. Bu dönemde sendika üyelerinin sayısı ikiye katlandı ve “hükümeti almak” üzere dok, maden ve demiryolu işçilerinin Üçlü İttifakı oluşturuldu.
Bermondsey Ayaklanması 1911 yılında gerçekleşti; Londra’daki limanların etrafındaki gıda işleme fabrikalarında çalışan kadın işçilere, erkek işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen yarı ücret ödenmekteydi ve bunun sonucu grev patlak verdi.
Bununla birlikte kadınlar sendikal hareketin liderliğini ikna etmeyi başaramadılar. 1900’de, Sendikalar Kongresinde (TUC) yalnızca iki kadın delege vardı. Genel Grev yılı olan 1926’da, TUC’a bağlı sendikalara üye olanların yalnızca altıda biri kadındı. Fakat kadın işçilerin katılımındaki artış sürekli yükseldi, 1933’te sendikal hareket içindeki kadın sayısı 1914’tekinden daha fazlaydı. Militanlık yılları uzun dönemli kazanımlar getirmişti.
Erkeklerin muhalefeti ve aile içi baskılar yüzünden, kadınlar sendikal harekete mücadele vere vere katılmışlardı. Sendikal hareket her yerde daha güçlü çıktı. Engeller yıkıldı, hatta matbaa ve m etal sendikaları bile kadınları üye kaydetmeye başladılar (her ne kadar farklı renk üyelik kartıyla da olsa). Kadın Sendika Birliği, sonunda kadın işçilerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynayan Sendikalar Kongresiyle birleşti. Kadın İşçiler Ulusal Federasyonu, Genel İşçi Ulusal Birliği (GMB’nin önceli) ile birleşti. TUC Kadın Genel Konseyi kuruldu. Eğilim ayrılmaktan değil birleşmekten yanaydı. Ayrı örgüt kurma girişimleri geriliyordu.
ABD’de de kadınların örgütlenmesi Britanya’dakine benzer bir yol izlemiştir. Zanaatkâr bilinç düzeyindeki Emek Şövalyeleri kadınları örgütleme konusunda isteksizdi, fakat tekstil sanayiindeki –elbise ve terzilik işleri– kadınlar, Kadın Sendika Birliğinde örgütlendiler. Devrimci bir sendika olan IWW (Dünya Sanayi İşçileri)[2] kadın işçileri örgütlüyordu. IWW tarafından örgütlenen grevler, grev gözcülüğü konusunda önyargıların nasıl kırıldığını göstermekteydi. Çelik fabrikalarında grevde olan erkek işçilere, kadın ve çocuklar da katıldı. Kadınlar, tutuklanan ve sürgüne gönderilen erkeklerin yerine grev gözcülüğü yaptılar. Sendika, grevci işçilerin çocuklarına okulda yüz yüze gelecekleri saldırılara karşı nasıl mücadele edecekleri konusunda eğitim verdi. İşçi eşleri açlığı önlemek için grev komitelerine katıldılar, çocuklar diğer şehirlerdeki sendika üyelerinin yanına gönderildiler. 1910’daki Standart Çelik Otomobil Şirketi grevi sırasında yaşanan çok sert bir çatışmada, kadınlar grev kırıcılara saplı süpürgelerle, sopalarla, merdanelerle ve diğer mutfak aletleriyle karşı koydular. IWW “kadınlara çağrı” adlı bildirisinde şunları söylemekteydi:
“Bize göre toplum sınıf ekseninde hareket eder, cinsiyet ekseninde değil. Cinsiyet ayrımı bizi pek etkilemez. IWW’nin çağrısı, ücretle çalışan kadınlara ya da işçi eşlerinedir. Kadınların ortak çıkarları olduğunu iddia eden feminist düşüncenin bize göre gerçekte hiçbir temeli bulunmamaktadır, ...keza yalnızca kadınlar arası bir dayanışma fikri de ne mümkündür ne de şu anda arzu edilir bir şeydir. Programımızın başarısı, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bütün işçilerin çıkarına, yaşamak için hiçbir çaba harcamaksızın kâr elde edenlerinse zararına olacaktır. Emek açısından, kadınların kardeşliği de tıpkı erkeklerin kardeşliği gibi içi kof bir yalandır. Onun bütün kendini beğenmiş ikiyüzlülüğünün ve aşırı duygusallığının arkasında sınıf savaşının uğursuz hatları görünür."
1917’de, Rusya’da, St Petersburg tekstil fabrikalarındaki kadın işçiler, Çarlık rejiminin yıkılışına yol açan grev hareketini başlattılar. Ekim Devriminin ardından Rusya’da kurulan yeni devrimci hükümet, yıllar içinde, sendikalı kadın işçilerin senelerdir mücadelesini verdikleri ve ancak rüyalarında görebilecekleri pek çok önlemi hayata geçirdi. 1917-1926 yılları arasında çıkarılan yasalar, kadınlara eşit ücret ödenmesini, eğitim hakkını ve paralı doğum iznini kabul ediyordu. Çocuk kreşleri ve komünal yemekhaneler açıldı. Bağımsız yurttaşlar olarak kadınların rolü tanındı ve çocuk bakımı sosyal bir görev sayıldı. Bütün bunlar Avrupa’nın pek çok ülkesinden daha geri olan bir ülkede oluyordu. Fakat bu reformların çoğu, Rusya’da iç savaşın başlaması ve ardından bürokrasinin yükselişi nedeniyle yaşayamadı.
Eşit ücret mücadelesi
1906’da kadınların ücreti hâlâ erkeklerin ücretinin yarısı kadardı. İyi örgütlü olan tekstil sanayiinde, kadınlar erkeklerin ücretinin üçte ikisini alıyordu. 1885’te TUC, kadınlara eşit ücret ödenmesinin desteklenmesi yönündeki ilk kararı geçirdi. Eşit ücret ilk kez beyaz yakalıların örgütlü olduğu sendikalar tarafından hayata geçirildi. 1930’larda, eşit ücret, erkek işçiler için bir koruma şekli olarak görülüyordu, aksi takdirde daha az ücretle çalışan kadınlar yüzünden kovulabilirlerdi! 1935’te TUC, Genel ve Belediye İşçileri Sendikasının önerisiyle bir karar aldı. Kararda, işsizlik sorununun varolan işi bir grup işçiden diğerine aktararak çözülemeyeceği belirtiliyordu. Karar, işsizliğin kadınları tam gün çalışmaktan alıko**** çözülebileceği yönündeki düşüncelere karşı çıkıyordu.
1936’da NALGO (günümüzde UNISON’un parçasıdır) eşit ücret konusunu ele aldı. Aynı yıl kadınlar için gece çalışması yasaklandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında kadınlar için iş olanakları tekrar artmıştı. Hükümet etkin bir biçimde kadınları çalışmaya teşvik etti, ardından devlet kreşleri ve hatta “İngiliz restoranları” denen ucuz yemekhaneler kurulmaya başlandı. Bunlar, yorucu bir günün ardından aileleri için yemek hazırlamak zorunda kalan kadınların yükünü hafifletti. İdeoloji değişmişti –artık hiç kimse kadınların çocuklarıyla birlikte evde kalmasının daha iyi olabileceğinden bahsetmiyordu– kazanılması gereken bir savaş vardı! Savaşın sonunda, uzatılmış boom ve işçiye olan talep kadınların iş olanaklarını arttırdı, TUC savaştan dönen erkeklerin iş bulmaları için kadınları işlerini bırakmaya çağıran bir önergeyi yine reddetti. Bununla birlikte eşit ücret kampanyası karaya oturdu; 1945’te İşçi Hükümeti genel bir ücret dondurumunu yürürlüğe koydu! Yine de 1956’da, aralarında kadınların ağırlıkta olduğu gaz, elektrik ve sağlık da dahil olmak üzere pek çok kamu hizmetinde eşit ücret uygulaması kabul gördü.
Evlendikten sonra da çalışmaya devam etmek kadınlar için genel kabul gören bir şey haline geldi ve evin gelirleri bu temele dayandırıldı. 1962’de TUC, eşit ücret uygulanmasını ve kadınların evlendikten sonra işlerine dönmeleri konusunda eğitim olanağı ve kolaylığı sağlanmasını talep eden bir kadınlar bildirgesi hazırladı. Ford fabrikalarında Taşıma ve Genel İşçi Sendikasının üyesi olan kadın işçilerin greve gittikleri ve eşit ücret hakkını kazandıkları 1968 yılında, eşit ücret mücadelesi yeniden ivme kazandı. Bu, 1970’te Barbara Castle tarafından teklif edilen Eşit Ücret Yasa Tasarısının yolunu açtı. Tasarı 1976’da yasalaşacaktı. Patronlar bu yasaya kadın işçilerin işlerini değiştirerek yanıt verdiler, böylece işe göre ücret ödemekten kaçınabildiler. Çıkarılan yasaya rağmen, sendikal hareket yasanın uygulanmasını sağlamak için çok uğraş verdi. 1976’da Batı Londra’daki Trico fabrikasında kadınlar eşit ücret için harekete geçtiler. Aylarca süren uzun bir grevden sonra, sendikal hareketin tümünden gördükleri dayanışma eylemlerinin de yardımıyla sonunda kazandılar. Bir dönüm noktası olsa da Eşit Ücret Yasasının sınırları vardır; kadınlar kadın işlerinde –yemek, sekreterlik ve hafif sanayi– yoğunlaşmışlardır ve işlerini erkeklerin yaptığı işlerle karşılaştırmak mümkün değildir. 1975’teki Cinsiyet Ayrımı Karşıtı Yasa da İşçi Hükümeti tarafından geçirildi ve bu yasa kadınlar için bir başka ileri adımdı. Bu yasaların hedeflerinin çoğu, kamu hizmetlerindeki kesintiler nedeniyle yerine getirilmemiştir. Kapitalist sistem altında, elde edilen kazanımlar bile saldırıya açıktır. Tıpkı kapitalist sınıfın karşı koyuşuna rağmen işçi sınıfı tarafından yıllarca mücadelesi verilen bütün kazanımlar gibi.
Sonuç olarak 19. yüzyıl tekstil fabrikalarından bu yana çok yol kat ettiğimizi söyleyebiliriz. Fakat günümüzde işçiler, hatta Avrupa’dakiler bile, daha uzun ve insanlık dışı saatlerde çalışma baskısı altında yaşıyorlar ve çoğu her türlü iş güvenliğinden yoksun durumda. Pek çok işçi kısa süreli sözleşmelerle ya da part-time çalışıyor. Yemek işlerinde, çağrı merkezlerinde ve akademik alan gibi “ömür boyu iş”ler diye böbürlenilen alanlarda kadın işçilerin büyük bir kısmı bu şekilde çalışıyor. Günümüzde işverenler kadın işçileri istiyorlar fakat onlara para ödemek istemiyorlar. Hem ev geçindirip hem de çocuk bakarken, çalışmanın çifte yükü ağırlıklı olarak bizzat kadınlar tarafından taşınıyor. Tarihsel bir bakış açısıyla, kadınların çalışma hakkının kapitalizm tarafından garanti altına alınamayacağını görebiliriz. Bir resesyon döneminde, kadınlar işlerini ilk kaybedenler arasında yer alacaklardır. Kısa dönemli sözleşmeye sahip olanlar kolayca işten atılabilir. 1930’larda pek çok Avrupa ülkesinde, yakın zamanlarda da Doğu Avrupa’da olduğu gibi, kadınların “çifte yükü”ne karşı gerici bir tepki doğacaktır. Her beş evden birinin sadece kadının kazandığı parayla ayakta durduğu Britanya’da bunun etkileri felâket olur. Çifte gelirli evlerin çoğu için de bu durum hayat standartlarında önemli bir düşme anlamına gelir. İşçi hareketi birleşmek ve çalışan kadınların haklarını savunmak zorunda kalacaktır.
[1] Birlik 1896’da bir kongre düzenledi ve Sendikalar Kongresi (Trades Union Congress –TUC) için lobi faaliyeti sürdürdü.
[2] Industrial Workers of the World (IWW), “Wobblies” olarak bilinen ve 20. yüzyıl başlarında kurulan bir sendikal birliktir.
GERÇEK DEVİN tarafından gönderilmiştir.
...Eğirme ya da dokumanın el tezgâhlarında yapıldığı dönemlerde, ev ve iş, bir ve aynı yer demekti. Sanayileşme, ev ve iş arasında hızlı ve keskin bir işbölümü yarattı. 19. yüzyıl Britanya’sında sanayi devrimi yıllarında görülen ve dünyanın her tarafında tekrarlanan manzara buydu. Evle iş arasındaki bölünme, erkekle kadın arasındaki işbölümünü derinleştirdi. Erkek para kazanan ana unsur oldu ve kadına da çocuk bakımıyla ev işlerini çekip çevirmek kaldı. Ne var ki kadın aynı zamanda ailenin gelirine destek olmak için ev dışında da çalışmak zorundaydı. Kadınlar, patronlar tarafından ucuz işgücü kaynağı olarak ve erkek işgücünün zor bulunduğu ya da ihtiyaç duyulduğu savaş gibi durumlarda kendisine başvurulabilecek yedek işgücü kaynağı olarak görülüyordu. Kadınlar patronların kendilerine ihtiyaç duyduğu boom dönemlerinde çalışmaya teşvik edildiler. Resesyon başlar başlamaz da kadından evine dönmesi ve işini erkeklere bırakması istendi. Bu tür olayları son yıllarda da gördük. Ekonomik durgunluğun yaşandığı Muhafazakâr hükümet döneminde, bu parti, eşlerinin geçimini sağlayan erkek işçilere “aile bazlı ücret” verilmesini gündeme getirdi. Azalan işsizliğin yanı sıra Britanya’da ekonominin yine canlandığı dönemde, “Yeni İşçi” hükümeti, çalışmayıp yalnız yaşayan ebeveynlere yapılan yardımları keserken, çalışan ailelere vergi indirimi ve çocuk yardımı sunarak, bilhassa kadınları çalışmaya teşvik etme konusunda çok heveslidir.
Tarihsel olarak bu işbölümünün işçi sınıfı ve örgütleri açısından çeşitli sonuçları olmuştur. Her şeyden önce, işçi kadınların sadakati, bazen ev ile işte daha iyi bir ücret için verilen mücadele arasında bölünüyordu. Sanayi dönemi öncesinde, sınıf mücadelesinde, örneğin ekmek fiyatını protesto etmek için yerel toprak sahibine, kiliseye ya da beye karşı yapılan doğrudan eylemler sırasında kadınlar da yerlerini almıştır. Ayaklanma, bir parça ekmek elde etmenize yardımcı olmak gibi kazanımları derhal sağlarken, grev kısa vadede fedakârlık ve sıkıntılara katlanmak anlamına gelebiliyordu. Bu özellikle ailenin beslenmesinden sorumlu olan kadını etkiliyordu. İkinci olarak, erkekten daha düşük ücrete çalışmaya hazır olan kadın, bazıları tarafından kendi işlerine ve ücretlerine yönelik bir tehdit olarak algılanmaktaydı.
Bazı erkek işçiler, işe göre ücret için mücadele vermek yerine, yanlış bir biçimde çözümü kadınların çalışma hayatından uzaklaştırılmasında ve “aile bazlı ücret”te göreceklerdi. Gerçekten de farklı türden işler yaptıkları alanlarda kadınları sendikal harekete katmak bir sorundu. Britanya’da kadın işinin doğası 19. yüzyılın başlarından itibaren köklü bir değişime uğramıştır. O sıralar ana istihdam alanı ev hizmetleri ve pamuk fabrikalarıydı. Bugünse Britanya’da kadınların çoğu bürolarda ve hizmet sektöründe çalışıyor. Fakat esasen kadın işi olarak görülen iş alanları sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlerde hâlâ mevcut. Ücretler genellikle daha düşük. Asya’da, Latin Amerika’da ve dünyanın birçok yerinde, kadınlar hâlâ fabrika yasalarının ve sendikal hareketin gelişiminden önceki 19. yüzyıl Avrupa’sına benzer koşullardaki fabrikalarda çalıştırılıyorlar.
İşyerinde kadın
Kadınlar işyerinde merkezi bir konuma sahip olmuşlardır. Muhafazakârlar ve diğer gericiler, kadının “evine dönmesi” gerektiğinden söz ederlerken, kadınların yerinin yalnızca evle sınırlı olduğu bir dönemin mevcut olduğu yanılsamasına kapılıyorlar. İşçi sınıfı kadınları açısından bu dönem, ev ve işyerinin aynı mekân olduğu ev sanayii dönemiydi yalnızca. Tarihsel olarak orta ve üst sınıfın kadınları yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorunda değillerdi (artık durum orta sınıf denilen kesimden kadınlar açısından çarpıcı bir şekilde değişmiştir ve bu orta sınıfın proleterleşmesinin zorunlu bir sonucudur). İşçi sınıfı kadınları, mali zorunluluklar yüzünden hayatları boyunca düzenli aralıklarla işgücüne dahil olmuşlardır. İşçi kadınların mücadelesinin daima bir bütün olarak işçi sınıfının mücadelesine bağlı olmasının nedeni budur. “Burjuva feminizmi”ne ait fikirler de bu nedenle, toplumdan yalıtılmışlıklarına ve kocalarına bağımlı oluşlarına öfkelenen orta sınıf kadınları arasında kök salmıştır. Örneğin Süfrajet hareketine önderlik eden kadınların bazıları, esas olarak kocalarıyla eşit olmayı istiyorlardı. İşçi sınıfı kadınlarının ise, bir kadın olarak kendi kurtuluşları için olduğu kadar, sınıflarının kurtuluşu için de mücadele etme görevleri bulunuyordu.
Geçen onyıllar boyunca çalışma modelleri dünya çapında değişti ve genel kanıya göre işyerleri “feminize oldu”. Buna tarihsel bir perspektiften bakmak gerekir. Kadınların çalışması yeni bir olgu değildir. Fakat işin değişen doğası, kadın çalışanların da erkek çalışanlar kadar uygun, hatta çoğu durumda daha esnek görülmesi anlamına gelmiştir. Part-time çalışma patronlar için kârlıdır, bu kreşi olmayan işyeriyle ev arasında cambazlık yapmak zorunda kalan kadınların da işine gelebilir. Ailelerin küçülmesi nedeniyle, kadınlar aslında yaşamlarının büyük kısmında çalışmaya müsaittirler. Belki de bu, çalışmayı evleninceye kadar geçici bir önlem olarak görüp, “saygın olmayan” bir şey addeden orta sınıf kadınlar için bir değişiklik anlamına gelmiştir. “Eşlerinin çalışmak zorunda olmaması” orta sınıfın erkekleri ve bazı vasıflı işçiler için gurur verici bir duyguydu. Artık profesyonel ve beyaz yakalı işlerde çalışan kadınlar, esas olarak mali zorunluluklar nedeniyle çalışıyorlar; her ne kadar çocuk bakmak istemeyen kariyer düşkünü yuppiler şeklinde bir portre çizseler de bu böyledir. Günümüzde öğretmen maaşı ile ev geçindirmek zordur.
Sanayi Devrimi
Sanayi devriminden önce, sanayi evde zanaat temelinde gerçekleştirilmekteydi. Dokumacının kulübesi aynı zamanda işyeriydi ve tüm ailesi, karısı ve çocukları, uzun saatler çalışmakla meşguldü. Sanayi devrimi bu modeli değiştirdi. Dokumacılık ve eğirmecilik kulübelerden çıkıp fabrikaya girdi. El tezgâhı dokumacılarının ücretlerinin düşüklüğü, onları en sert disipline maruz kalacakları bu yeni fabrikalarda iş bulmak “zorunda” bıraktı. Daha önce kendi işyerleri üzerinde belli bir denetimi olanlar, şimdi kapitalistin sultası altındaydılar. Fabrikaların çevresinde, yaşam koşulları berbat olan, sağlıksız ve aşırı kalabalık yeni şehirler boy göstermeye başladı. Bütün ailenin saatlerce çalışması, işçi sınıfının aile yaşamını yok etti. Bu, egemen sınıfın “aile değerleri”ne ilişkin ikiyüzlülüğüydü. Bugün aynı ikiyüzlülüğü, uzun ve insanlık dışı çalışma saatleri doğrultusunda artan baskıda görüyoruz. Sanayi devrimin ilk dönemlerinde kadınlar ve çocuklar kömür madenlerinde çalıştırılmak üzere işe alınırlardı.
Bu da yine egemen sınıfın, “kadın kısmı”na ilişkin ikiyüzlülüğünü göstermekteydi. 1813’te, Cumbria’daki Whitehaven madenindeki bir gözlemcinin, çalışırken gördüğü kadınlar hakkında söyledikleri şunlardır: “Çoğu yarı çıplaktı, kirden kararmışlardı ve o kadar çirkinleşmiş ve hor kullanılmışlardı ki, erkek soyundan gelmiş bir soya benziyorlardı”. İlk başlarda kadınlar, madenlerde, bir erkeğin çalışmasına ihtiyaç duyulmayan işlerde kullanıldılar. Sırtlarında kömür seleleri taşıdılar. Bu kadınların sırtlarında ve bacaklarında deformasyonlar oluştu, mide ve akciğer rahatsızlıklarına maruz kaldılar. Hamile kaldıklarında korkunç komplikasyonlarla yüz yüze geldiler. 1842’de, Britanya’daki madenlerde kadınların çalışması nihayet yasaklandı. 1847’de kadınların çalışması günde 10 saatle sınırlandırıldı. Sendikal hareket bunu, bütün işçiler için 10 saatlik işgününe doğru bir adım olarak destekledi. Çoğu işverenin buna direndiğini ve vardiyalı çalışmaya geçerek bunun üstesinden geldiklerini söylemeye gerek bile yok.
19. yüzyılda, kadınların ev sektöründen sonra en çok çalıştırıldıkları alan tekstil sanayiiydi. Yeni tekstil fabrikalarında çoğunlukla kadınlar ve çocuklar çalışıyordu. 1830’larda, işgücünün üçte biri ilâ yarısı 21 yaşın altındaydı. Vasıfsız dokuma ve eğirme işlerinin yapıldığı fabrikalarda çalışanların yarısını kadınlar oluşturmaktaydı. Vasıflı işlerse erkeklere ayrılmıştı. Fabrikalardaki kadın ve erkek işi ayrımı, sendikaların gelişmesini de etkiledi. Eğirmeci birlikleri, ücretleri düşürdüklerine inandıkları vasıfsız kadınlar kitlesini dışladılar. Tekstil fabrikalarında çalışan kadınların zarar gördükleri, pamuk eğirmecilerinin çocuklarının %39’unun ölü doğduğu ve yalnızca %50’sinin beş yaşına gelebildiği rapor ediliyordu. Çalışma koşulları, çeşitli deformasyonlara yol açıyordu. İşlerini kaybetmekten korkan anneler doğumdan üç hafta sonra fabrikaya dönüyordu ve bazen bebekler fabrikalara getiriliyor, anne ancak mola verebildiğinde bebeğini emzirmek zorunda kalıyordu. Bazı kadınlar orada doğum yapıncaya kadar fabrikada çalışıyordu ve evde kalan daha büyük çocuklara rahat durmaları için afyon içirilebiliyordu. Havalandırmanın kötü oluşu, uzun çalışma saatleri ve sürekli ayakta kalmak, bu kadın işçiler üzerinde olumsuz sonuçlara yol açtı.
Fakat fabrikalarda çalışan kadınlar kendi geçimlerini sağla**** yeni bir statü kazanmış ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdi. Mevcut düzenin kodamanları, “fabrika kızlarının yaşadıkları ahlaki çöküntü”den yakınıyordu. Kadın işçiler radikalleşiyor ve Çartizm gibi politik hareketlere ve Robert Owen’ı destekleyen sosyalistlerin kurdukları sendikalara katılıyorlardı.
19. yüzyılda kadınlar tekstilin yanı sıra dantelacılık,m etal, jüt elyafı, ciltçilik ve zincir yapımı gibi her türlü işte çalışıyordu.
20. yüzyıldaki değişimler
20. yüzyılda kadın işinin doğası radikal biçimde değişti. Birinci Dünya Savaşında kadınların kitlesel olarak çalışmasına tanık olundu. Bütün büyük Avrupa ülkelerinde, kapitalist sınıf cephedeki erkeklerin yerine kadın işçileri sürdü. Birinci Dünya Savaşının arifesinde, çalışan kadınların beşte birinden fazlası ev hizmetinde çalışıyordu. Genellikle en tehlikeli koşullarda ve kuşkusuz erkeklere verilen ücretlerden daha az ücretler verilerek cephane fabrikalarında çalışmaya teşvik edilen kadınlarla birlikte bu artık değişmeye başlamıştı. Kadınlar için bu, patronun evinde yaşama mecburiyeti gibi kısıtlamalar anlamına gelen ev hizmeti köleliğine göre bir ilerleme demekti. Bununla birlikte, cephane fabrikalarında hız artırımı sömürünün artmasını da beraberinde getirdi. Bu, sendikal harekete büyük bir meydan okumaydı. Kadınları işgücünden söküp atmanın imkânsızlığıyla yüz yüze gelen sendikalar, “işe göre ücret için mücadele vermek” zorunda kaldı. Clydeside’da, Sheffield’da ve m etal sanayiinin diğer merkezlerinde, en büyük çaba gösterenler tabandaki işyeri temsilcileriydi. Bu sırada sendikal hareketin resmi önderliği, hükümetin savaş girişimlerini desteklemek için milliyetçi bir çaba içindeydi ve sendikal hareket çerçevesinde elde edilmiş olan bütün kazanımlardan vazgeçmekle meşguldü.
Benzer şekilde savaş döneminde Almanya’da da kadın işçi sayısı %230 arttı. Çok geçmeden, m etal sanayiinde ve makine araçları sanayiinde yalnızca kadın işçiler çalışır oldu. Almanya’nın en büyük silah fabrikası olan Essen’deki Krupps tesislerinde 1911 yılında kadın işçi yokken, 1914 yılında 11.000 kadın işçi çalışmaktaydı. Gece işini yasaklamak gibi kadın işçileri koruyan bütün yasalar, savaş döneminde nerdeyse hiç uygulanmadı. İşverenler kadın emeğinden devasa kârlar elde ettiler. Kadınlara erkeklerden daha az ücret ödeniyordu. Almanya’da yapılan ve kadınların katıldığı savaş karşıtı gösterileri ateşleyen de, sömürünün bu seviyede olmasıydı Çok düşük ücretlerle ailelerine bakmaya çalışan kadınların evde ve işyerinde suyu sıkılıyordu. Hükümetin savaş kampanyasını koşulsuz destekleyen Alman Sosyal Demokrat Partisinin resmi örgütünce desteklenmemesine rağmen açlık yürüyüşleri örgütlendi.
Savaştan sonra kadınlar evlerine ya da ev hizmetçiliğine dönmek istemediler. 1920’li ve 30’lu yılların yüksek işsizlik oranları, kadınların çalışmaktan vazgeçirilmesinde etkili oldu ve hükümetler kadınları yeniden işgücünün dışına sürdüler. İşsizlik yasalarının birinde geçen “gerçek anlamda iş aramayanlar” maddesi, tıpkı bugünkü iş arama ve yerleştirme sisteminde olduğu gibi, kadınları ev hizmetlerinde çalışmaya zorlamak için kullanıldığı gibi, erkekleri de beğenilmeyen ve düşük ücretli işleri kabul etmeye zorlamak için kullanıldı. Bu tür işleri reddetmeniz, işsizlik yardımını da kaybetmeniz demekti.
1930’larda, Nazi Almanya’sında kadınlar zorla işlerinden edildi ve yerlerine erkekler işe alındı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar 1929 krizinin yol açtığı kitlesel işsizliğin en ağır yüklerine katlanmak zorunda kaldılar. Kadınlar sigortasız çalıştırılıyor, bu yüzden de işsizlik yardımı hakkını kaybediyorlardı. Sendikalar ve sosyal demokrat partiler gibi işçi sınıfının geleneksel örgütleri bile, kadınları ve onların çalışma hakkını koruyamadılar. Avusturya Komünist Partisi, 1930’ların Stalin Rusya’sında olduğu gibi anneliği kutsa****, kadınları “ev ve iş gibi iki ağır yükten” kurtarma işine yoğunlaştı. Devlet dairelerinde çalışan kadınlardan, önce işlerini bırakmaları istendi. Almanya’da iktidarı Nazilerin ele geçirmesinin ardından, kadınların işgücünün dışına itilmesi, işsizliği alt seviyelerde tutmak için kullanıldı. Bu yönteme Avusturya’daki darbeden sonra tekrar başvuruldu. Annelik, Nazi programının kadınlara ilişkin bölümünün temel taşıydı; sözde üstün ırkın korunması. Evlendikten beş yıl sonra çocuk sahibi olmayan çiftler para cezasına çarptırıldı, dört ve daha fazla çocuk sahibi olanlarsa ödüllendirildi. Öte yandan çingeneler ve diğer azınlıklar zorla kısırlaştırıldılar. Aile saadeti programına bağlı bu Nazi propagandasının doğrudan Alman kapitalizminin hizmetinde olduğu görülebilir. Kadınlar 1930’lardaki ekonomik çöküş sırasında işsiz bırakılmışlardı. Ekonomi silahlanma temelinde büyümeye başladığında, ve özellikle 1939’da savaş patlak verdiğinde, Nazi rejimi dahi kadınları işgücünden dışlama politikasını terk etmek zorunda kaldı. Savaş patlak verdikten sonra kadınların yüzde 38’i çalışıyordu. Çalışma şartları sıkı kontrol altındaydı ve erkeklerden daha az ücret alıyorlardı, özellikle kadınlara uygun olduğu düşünülen işlerde istihdam ediliyorlardı.
Britanya’da yeni iş olanakları ortaya çıkmaya başlıyordu. Diğer önemli sanayiler gibi tekstil de 1918’den sonra zayıfladı ve Britanya’da tekrar asla büyük bir sanayi olmadı. Tersine, işler hafif m etal sektöründe ve büyümekte olan hizmet sektöründeydi, bu durum hem kamu hem de özel sektör için geçerliydi. Genç kadınlar da ya mağaza işlerine yöneliyor veya masa başında çalışıyorlardı ve işin “yüksek statüsü” onları cezbediyordu. Fakat düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri, çok geçmeden bu illüzyonu ortadan kaldırıyordu. Mağazaların çoğunda, personel hâlâ “çalıştığı yerde yiyip yatmak” zorundaydı ve deneme süresi boyunca paraları aileleri tarafından karşılanıyordu. Bu tür işyerlerinde sendikal gelenek yoktu ve çalışma saatleriyle ilgili yasalar çoğunlukla hiçe sayılıyordu.
İstihdam eğilimi sanayiden hizmet sektörüne kayıyordu; 1891-1906 yılları arasında masa başında çalışanların sayısı yüzde 20 arttı. 1850’de çalışanların %1’i büro işçisiyken, 1971’de bu sayı %40’a yükselmişti. Büro işi artık ayrıcalıklı azınlığın korunağı değildi, bürolar fabrika haline gelmişti. İşe yeni alınanların çoğu kadındı. 1930’larda masa başında çalışanlar, verem gibi hastalıklara yol açan kötü havalandırmalı bürolarda genellikle haftada 60 saate kadar çalışmaktaydılar. Çalışma Bakanlığının 1963 yılında yayınladığı rakamlara göre, kadınların %9.8’i vasıflı işlerde, %41.8’i vasıfsız işlerde, %25.3’ü ise masa başı işlerde çalışıyordu. 1965’te kadınlar işgücünün %34.8’ini oluşturmaktaydı. Günümüzde (2001) bu rakam %50’nin üzerine çıkmıştır. 1965’te evli üç kadından biri çalışırken, 50 yıl önce bu oran onda birdi. Bu eğilimler günümüze kadar sürmüştür ve kadının toplumdaki rolüne ilişkin kesin bir değişikliğe işaret etmektedir. 1950’lere kadar pek çok meslek için evlilik bir engeldi, kadınlar evlenince işi bırakmak zorunda kalıyorlardı. Bu, öğretmenlere, postane çalışanlarına ve memurlara uygulanıyordu. Savaş sonrası boom yıllarında –1950’li ve 60’lı yıllarda– bu engellerin kaldırıldığı ve kadınların işgücünün sürekli bir parçası haline geldiği görüldü. Şimdi bu duruma geri dönülmesi düşünülemez gibi görünüyor, fakat büyük bir resesyon döneminde kadınlar tekrar işgücünden çıkarılabilir. Marksistler olarak biliyoruz ki, varlık bilinci belirler!
Kadınlar ve Sendikalar
Kadınlar sendikal hareket içinde örgütlendiler. Bazen vasıflı erkek işçilerin direnciyle karşılaştılar. Erken dönemlerde, kadınların çalışmasının geçici doğası nedeniyle, fabrikalardaki ilk birlikler kısa ömürlüydü ve yerel temelde inşa ediliyordu. Kadınlar da, sadece kadınların çalıştığı yerlerde çalışma eğilimindeydiler, bunun anlamı yalnızca kadınlardan oluşan branşların kurulmak zorunda olmasıydı. Örneğin Robert Owen’ın Büyük Ulusal Birleşik Sendikası, kadınların loncalarını ayırmıştı. İşçi hareketinin ilk dönemlerinde, devrimci Çartist Hareket zamanında, çamaşırhanelerde, dantelacılarda ve ciltçilerde grevlere tanık olundu. Kadınlar 1842 Çartist genel grevine katıldılar.
Britanya’da, 19. yüzyıl ortalarında, sendikacılığa, ücretleri yükseltmek için mesleğe girmeyi kısıtlama stratejisi güden meslek birlikleri egemendi. Bu da kaçınılmaz olarak kadın işçilerin dışlanmasını getiriyordu. Sendikalar, politik olarak Liberal Partinin kuyruğuna takılmış Applegarth ve Broadhurst gibi saygın sendika önderleri tarafından yönetiliyordu. Bunlar kadınların sanayide çalışmalarına karşıydılar. Broadhurst şunu iddia ediyordu: “Erkekler çocuklarının ve ülkelerinin geleceğini düşünmek zorundadır, karılarının güçlü erkekler dünyasında yaşam mücadelesi verip sürünmek yerine güzel evlerinde oturmalarını sağlayacak koşulları yaratmak için en büyük gayreti göstermek bir erkek ve koca olarak onların görevidir.” Karılarını çalıştırmayacak kadar parası olan “işçi aristokrasisi”nin bakış açısı buydu, fakat bu egemen sınıfın da ekmeğine yağ sürüyordu. Almanya’da Ferdinand Lassalle da Alman Genel İşçi Birliği içinde aynı tutumu takındı. Lassalle, kadınların çalışmasının tüm ailenin ücretlerini azalttığını iddia ediyordu. 1869 gibi geç bir tarihte, Alman Sosyal Demokrat Parti Kongresinden kadınların çalışmasına karşı çıkan bir karar geçirildi. Fakat ne yazık ki kadın işçiler artık orada duruyorlardı ve kadınların ucuz işgücü olarak kullanılmalarını engelleyebilmek için sendikacılara tek yol kalıyordu: onları örgütlemek. Öte yandan, kadının çalışmasını sınırlayan yasalar erkeklere de uygulansaydı, bu bütün sınıfın çıkarına olabilirdi. Orta sınıf feministleri bu yasalara “eşitlik adına” çoğu kez karşı çıktılar. Zincir ve zırh sanayiinde 14 yaşın altında kızların çalışmasını yasaklayan 1887 tarihli bir yasaya, Süfrajetler (oy hakkını savunan orta sınıf kadın kampanyacılar) hep bir ağızdan muhalefet ettiler. Bu açıkça ve doğal olarak Süfrajetleri sendikal hareketle çatışmaya itti. Bu olay kadın hakları mücadelesinin gerçekten nasıl bir sınıf karakterine sahip olduğunu gösteriyordu.
Erkek sendikacıların başarısızlığa uğradığı yerlerde bazı kadın reformcular kadınların sendikal hareket içinde örgütlenmesinde olumlu roller oynadılar. Bu kadınlardan biri de Emma Patterson’du. Patterson, Dewsbury’de kadın dokumacıların grevini örgütleyen Kadınları Koruma ve Destekleme Birliğini 1874’te kurdu. Bu birlik daha sonra Ulusal Kadın İşçiler Birliğine dönüştü.[1] Eşit işe eşit ücret, düşük ücret alan mesleklerde ücretlerin düzenlenmesi, haftalık çalışmanın 48 saate indirilmesi, iş cezalarının kaldırılması, daha fazla fabrika müfettişi, annelik yardımı, işçi kadınlar için kooperatif evleri ve yalnızca mülk sahibi kadınlar için değil bütün kadınlar için oy hakkı gibi istemlerle sanayide yerel kampanyalar düzenledi. Kadınları sendikal hareket içinde aktif olmaya teşvik etti. WTUL, ASE (Birleşik m etal İşçileri Derneği) gibi birliklerin reddettiği kadınları örgütledi. Hatta ASE kadınların çalışmasının yasaklanmasını istiyordu! Fakat Britanya sendikal hareketi tarihindeki bu dönem, işçi hareketinin çehresini ilelebet değiştirecek olan 1880’lerin fırtınalı olaylarıyla son buldu. Yardımlaşma Dernekleri militan sendikacılık tarafından gölgede bırakıldı. Kuşkusuz bunun da, kadın işçiler ve sendikalı işçiler açısından muazzam etkileri olmuştur.
1880’ler ve vasıfsız işçilerin örgütlenmesi
19. yüzyılın sonları Britanya kapitalizmi için fırtınalı bir dönemdi. Dünyanın atölyesi olma özelliği sona ermiş, işçi sınıfının bir kesimi için, özellikle de vasıflı işçiler için anlam taşıyan kazanımlar tehdit altına girmişti. Bu yıllar dok işçileri gibi geçici, vasıfsız işçilerin örgütlenmelerine de sahne olmuştu. Bu farklı türden bir sendikacılıktı. İşverenler, grevleri ve sendikal örgütlenmeyi kırmak için, polis, ordu ve mahkemeler tarafından desteklenen grev kırıcıları kullanıyorlardı. Düzen ve kanun güçleriyle işçiler arasında pek çok kasabada meydan savaşları yaşandı. Sosyal Demokrat Federasyon ve Bağımsız İşçi Partisi gibi örgütlerin büyümesiyle, sosyalizm fikirleri de yeniden doğdu. Tom Mann gibi sosyalistler, işçilerin dok işçileri sendikasında örgütlenmesinde önemli bir rol oynadılar. Militanlığın yükseldiği bu dönemde, kadın işçi katmanları da emek hareketine katılmışlardı. Kadınların yer aldığı grevlerin en ünlüsü kibritçi kızlar greviydi. Kibritçi kızlar ve kadınlar, East End’deki Bryant ve May fabrikalarında en dehşet verici koşullar altında çalışmaktaydı. Çoğu, beyaz fosforla çalışmanın bir sonucu olarak çene kemiği hastalıklarına yakalanıyordu. Çene kemikleri çürüyor ve yemek yiyemiyorlardı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi için yaptıkları grev kitlesel bir destek gördü. 1908’de, “beyaz fosfor” maddesi, sendikal hareket sayesinde yasaklandı.
Kadın işçiler, 1890’larda Bradford’daki Manningham Fabrikaları grevine de katıldılar. Ev Hizmetçileri Sendikası kuruldu ve 1897’de TUC’a katıldı. 70 saatlik çalışma haftası ve daha uzun yemek arası için mücadele yürüttü. Sendikanın taleplerine orta sınıftan gelen kadınlar karşı çıktı. Bir Süfrajet olan Milicent Fawcett’ın, Bryant ve May kibrit şirketinin hissedarı olması ayrıca ilgi çekici bir konudur. Bu örnek bize, sınıflar arasında çıkar birliği olamayacağını göstermektedir. 1886’da Birleşik Tarakçılar ve Hallaçlar Sendikasının kurulmasıyla, sendikalar sonunda tekstil fabrikalarına da girdiler. Bu sektörde üyelerin dörtte üçü kadınlardan oluşmaktaydı. Kadın işçileri içeren diğer birlikler, Ulusal Birleşik Tezgâhtarlar Birliğiydi. Büro işçileri, Kadın Büro İşçileri ve Sekreterleri Birliğinde örgütlendiler. Bir daktilocular bölümü kuruldu.
Uluslararası destek gören dok işçilerinin çok çetin bir mücadele sonucu ücretlerinde artış sağladığı ünlü “dok zammı” zaferinin ardından, sendikacılık bir bütün olarak gerilemeye başladı. İşsizliğin artması, patronların sendikaları işyerlerinden atmasını mümkün kıldı ve üye sayısında 1882-1913 yılları arasında %30’luk bir düşüş yaşandı. Fakat 1910-1914 dönemi yine sınai militanlığın yükseldiği bir dönemdi. Bu dönemde sendika üyelerinin sayısı ikiye katlandı ve “hükümeti almak” üzere dok, maden ve demiryolu işçilerinin Üçlü İttifakı oluşturuldu.
Bermondsey Ayaklanması 1911 yılında gerçekleşti; Londra’daki limanların etrafındaki gıda işleme fabrikalarında çalışan kadın işçilere, erkek işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen yarı ücret ödenmekteydi ve bunun sonucu grev patlak verdi.
Bununla birlikte kadınlar sendikal hareketin liderliğini ikna etmeyi başaramadılar. 1900’de, Sendikalar Kongresinde (TUC) yalnızca iki kadın delege vardı. Genel Grev yılı olan 1926’da, TUC’a bağlı sendikalara üye olanların yalnızca altıda biri kadındı. Fakat kadın işçilerin katılımındaki artış sürekli yükseldi, 1933’te sendikal hareket içindeki kadın sayısı 1914’tekinden daha fazlaydı. Militanlık yılları uzun dönemli kazanımlar getirmişti.
Erkeklerin muhalefeti ve aile içi baskılar yüzünden, kadınlar sendikal harekete mücadele vere vere katılmışlardı. Sendikal hareket her yerde daha güçlü çıktı. Engeller yıkıldı, hatta matbaa ve m etal sendikaları bile kadınları üye kaydetmeye başladılar (her ne kadar farklı renk üyelik kartıyla da olsa). Kadın Sendika Birliği, sonunda kadın işçilerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynayan Sendikalar Kongresiyle birleşti. Kadın İşçiler Ulusal Federasyonu, Genel İşçi Ulusal Birliği (GMB’nin önceli) ile birleşti. TUC Kadın Genel Konseyi kuruldu. Eğilim ayrılmaktan değil birleşmekten yanaydı. Ayrı örgüt kurma girişimleri geriliyordu.
ABD’de de kadınların örgütlenmesi Britanya’dakine benzer bir yol izlemiştir. Zanaatkâr bilinç düzeyindeki Emek Şövalyeleri kadınları örgütleme konusunda isteksizdi, fakat tekstil sanayiindeki –elbise ve terzilik işleri– kadınlar, Kadın Sendika Birliğinde örgütlendiler. Devrimci bir sendika olan IWW (Dünya Sanayi İşçileri)[2] kadın işçileri örgütlüyordu. IWW tarafından örgütlenen grevler, grev gözcülüğü konusunda önyargıların nasıl kırıldığını göstermekteydi. Çelik fabrikalarında grevde olan erkek işçilere, kadın ve çocuklar da katıldı. Kadınlar, tutuklanan ve sürgüne gönderilen erkeklerin yerine grev gözcülüğü yaptılar. Sendika, grevci işçilerin çocuklarına okulda yüz yüze gelecekleri saldırılara karşı nasıl mücadele edecekleri konusunda eğitim verdi. İşçi eşleri açlığı önlemek için grev komitelerine katıldılar, çocuklar diğer şehirlerdeki sendika üyelerinin yanına gönderildiler. 1910’daki Standart Çelik Otomobil Şirketi grevi sırasında yaşanan çok sert bir çatışmada, kadınlar grev kırıcılara saplı süpürgelerle, sopalarla, merdanelerle ve diğer mutfak aletleriyle karşı koydular. IWW “kadınlara çağrı” adlı bildirisinde şunları söylemekteydi:
“Bize göre toplum sınıf ekseninde hareket eder, cinsiyet ekseninde değil. Cinsiyet ayrımı bizi pek etkilemez. IWW’nin çağrısı, ücretle çalışan kadınlara ya da işçi eşlerinedir. Kadınların ortak çıkarları olduğunu iddia eden feminist düşüncenin bize göre gerçekte hiçbir temeli bulunmamaktadır, ...keza yalnızca kadınlar arası bir dayanışma fikri de ne mümkündür ne de şu anda arzu edilir bir şeydir. Programımızın başarısı, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bütün işçilerin çıkarına, yaşamak için hiçbir çaba harcamaksızın kâr elde edenlerinse zararına olacaktır. Emek açısından, kadınların kardeşliği de tıpkı erkeklerin kardeşliği gibi içi kof bir yalandır. Onun bütün kendini beğenmiş ikiyüzlülüğünün ve aşırı duygusallığının arkasında sınıf savaşının uğursuz hatları görünür."
1917’de, Rusya’da, St Petersburg tekstil fabrikalarındaki kadın işçiler, Çarlık rejiminin yıkılışına yol açan grev hareketini başlattılar. Ekim Devriminin ardından Rusya’da kurulan yeni devrimci hükümet, yıllar içinde, sendikalı kadın işçilerin senelerdir mücadelesini verdikleri ve ancak rüyalarında görebilecekleri pek çok önlemi hayata geçirdi. 1917-1926 yılları arasında çıkarılan yasalar, kadınlara eşit ücret ödenmesini, eğitim hakkını ve paralı doğum iznini kabul ediyordu. Çocuk kreşleri ve komünal yemekhaneler açıldı. Bağımsız yurttaşlar olarak kadınların rolü tanındı ve çocuk bakımı sosyal bir görev sayıldı. Bütün bunlar Avrupa’nın pek çok ülkesinden daha geri olan bir ülkede oluyordu. Fakat bu reformların çoğu, Rusya’da iç savaşın başlaması ve ardından bürokrasinin yükselişi nedeniyle yaşayamadı.
Eşit ücret mücadelesi
1906’da kadınların ücreti hâlâ erkeklerin ücretinin yarısı kadardı. İyi örgütlü olan tekstil sanayiinde, kadınlar erkeklerin ücretinin üçte ikisini alıyordu. 1885’te TUC, kadınlara eşit ücret ödenmesinin desteklenmesi yönündeki ilk kararı geçirdi. Eşit ücret ilk kez beyaz yakalıların örgütlü olduğu sendikalar tarafından hayata geçirildi. 1930’larda, eşit ücret, erkek işçiler için bir koruma şekli olarak görülüyordu, aksi takdirde daha az ücretle çalışan kadınlar yüzünden kovulabilirlerdi! 1935’te TUC, Genel ve Belediye İşçileri Sendikasının önerisiyle bir karar aldı. Kararda, işsizlik sorununun varolan işi bir grup işçiden diğerine aktararak çözülemeyeceği belirtiliyordu. Karar, işsizliğin kadınları tam gün çalışmaktan alıko**** çözülebileceği yönündeki düşüncelere karşı çıkıyordu.
1936’da NALGO (günümüzde UNISON’un parçasıdır) eşit ücret konusunu ele aldı. Aynı yıl kadınlar için gece çalışması yasaklandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında kadınlar için iş olanakları tekrar artmıştı. Hükümet etkin bir biçimde kadınları çalışmaya teşvik etti, ardından devlet kreşleri ve hatta “İngiliz restoranları” denen ucuz yemekhaneler kurulmaya başlandı. Bunlar, yorucu bir günün ardından aileleri için yemek hazırlamak zorunda kalan kadınların yükünü hafifletti. İdeoloji değişmişti –artık hiç kimse kadınların çocuklarıyla birlikte evde kalmasının daha iyi olabileceğinden bahsetmiyordu– kazanılması gereken bir savaş vardı! Savaşın sonunda, uzatılmış boom ve işçiye olan talep kadınların iş olanaklarını arttırdı, TUC savaştan dönen erkeklerin iş bulmaları için kadınları işlerini bırakmaya çağıran bir önergeyi yine reddetti. Bununla birlikte eşit ücret kampanyası karaya oturdu; 1945’te İşçi Hükümeti genel bir ücret dondurumunu yürürlüğe koydu! Yine de 1956’da, aralarında kadınların ağırlıkta olduğu gaz, elektrik ve sağlık da dahil olmak üzere pek çok kamu hizmetinde eşit ücret uygulaması kabul gördü.
Evlendikten sonra da çalışmaya devam etmek kadınlar için genel kabul gören bir şey haline geldi ve evin gelirleri bu temele dayandırıldı. 1962’de TUC, eşit ücret uygulanmasını ve kadınların evlendikten sonra işlerine dönmeleri konusunda eğitim olanağı ve kolaylığı sağlanmasını talep eden bir kadınlar bildirgesi hazırladı. Ford fabrikalarında Taşıma ve Genel İşçi Sendikasının üyesi olan kadın işçilerin greve gittikleri ve eşit ücret hakkını kazandıkları 1968 yılında, eşit ücret mücadelesi yeniden ivme kazandı. Bu, 1970’te Barbara Castle tarafından teklif edilen Eşit Ücret Yasa Tasarısının yolunu açtı. Tasarı 1976’da yasalaşacaktı. Patronlar bu yasaya kadın işçilerin işlerini değiştirerek yanıt verdiler, böylece işe göre ücret ödemekten kaçınabildiler. Çıkarılan yasaya rağmen, sendikal hareket yasanın uygulanmasını sağlamak için çok uğraş verdi. 1976’da Batı Londra’daki Trico fabrikasında kadınlar eşit ücret için harekete geçtiler. Aylarca süren uzun bir grevden sonra, sendikal hareketin tümünden gördükleri dayanışma eylemlerinin de yardımıyla sonunda kazandılar. Bir dönüm noktası olsa da Eşit Ücret Yasasının sınırları vardır; kadınlar kadın işlerinde –yemek, sekreterlik ve hafif sanayi– yoğunlaşmışlardır ve işlerini erkeklerin yaptığı işlerle karşılaştırmak mümkün değildir. 1975’teki Cinsiyet Ayrımı Karşıtı Yasa da İşçi Hükümeti tarafından geçirildi ve bu yasa kadınlar için bir başka ileri adımdı. Bu yasaların hedeflerinin çoğu, kamu hizmetlerindeki kesintiler nedeniyle yerine getirilmemiştir. Kapitalist sistem altında, elde edilen kazanımlar bile saldırıya açıktır. Tıpkı kapitalist sınıfın karşı koyuşuna rağmen işçi sınıfı tarafından yıllarca mücadelesi verilen bütün kazanımlar gibi.
Sonuç olarak 19. yüzyıl tekstil fabrikalarından bu yana çok yol kat ettiğimizi söyleyebiliriz. Fakat günümüzde işçiler, hatta Avrupa’dakiler bile, daha uzun ve insanlık dışı saatlerde çalışma baskısı altında yaşıyorlar ve çoğu her türlü iş güvenliğinden yoksun durumda. Pek çok işçi kısa süreli sözleşmelerle ya da part-time çalışıyor. Yemek işlerinde, çağrı merkezlerinde ve akademik alan gibi “ömür boyu iş”ler diye böbürlenilen alanlarda kadın işçilerin büyük bir kısmı bu şekilde çalışıyor. Günümüzde işverenler kadın işçileri istiyorlar fakat onlara para ödemek istemiyorlar. Hem ev geçindirip hem de çocuk bakarken, çalışmanın çifte yükü ağırlıklı olarak bizzat kadınlar tarafından taşınıyor. Tarihsel bir bakış açısıyla, kadınların çalışma hakkının kapitalizm tarafından garanti altına alınamayacağını görebiliriz. Bir resesyon döneminde, kadınlar işlerini ilk kaybedenler arasında yer alacaklardır. Kısa dönemli sözleşmeye sahip olanlar kolayca işten atılabilir. 1930’larda pek çok Avrupa ülkesinde, yakın zamanlarda da Doğu Avrupa’da olduğu gibi, kadınların “çifte yükü”ne karşı gerici bir tepki doğacaktır. Her beş evden birinin sadece kadının kazandığı parayla ayakta durduğu Britanya’da bunun etkileri felâket olur. Çifte gelirli evlerin çoğu için de bu durum hayat standartlarında önemli bir düşme anlamına gelir. İşçi hareketi birleşmek ve çalışan kadınların haklarını savunmak zorunda kalacaktır.
[1] Birlik 1896’da bir kongre düzenledi ve Sendikalar Kongresi (Trades Union Congress –TUC) için lobi faaliyeti sürdürdü.
[2] Industrial Workers of the World (IWW), “Wobblies” olarak bilinen ve 20. yüzyıl başlarında kurulan bir sendikal birliktir.
GERÇEK DEVİN tarafından gönderilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder