Bale Ölüyor mu? Elbette… Zaten bundan evvel de pek çok kez ölmüştü. - Alastair Macaulay

Marius Petipa’nın 1877 tarihli Bayadère’indeki ünlü Gölgeler sahnesi (Shades scenes) sadece bir örnektir. Bu sahnenin 1970’lerde Kraliyet Balesi ve 1980’lerde Kirov Balesi tarafından sahnelenen pek çok icrasını izlemiş ve çok sevmiştim. Ancak son 20 yıl içinde bu eser, bu topluluklar ve diğerleri tarafından sahnelendikçe soldu ve grileşti. Eserin genel görünüşünü beğenebilirim fakat ona asıl kimliğini kazandıran detaylar bulanıklaşmış ve takdir edilebilirliğini kaybetmiştir.
Şu anda dans alanındaki en sert tartışmalar daha büyük bir konu üzerinde dönüyor: Bale çoktan öldü mü, yoksa bugün mü ölüyor? Bunu The New Republic’in dans eleştirmeni Jennifer Homans’ın yeni bale tarihi kitabı Apollo’s Angels’ın (Random House) son sözüne borçluyuz. (Kitabının teşekkürler bölümünde bana da teşekkür ediliyor, ama bunu hak etmiyorum. Beş yılı aşkın bir süre önce, kendisiyle henüz tanışmamışken, yorumlarımı almak üzere bana İngiliz balesi ile ilgili bir bölüm gönderdi ve hatırladığım kadarıyla yaptığım yorumlar genel olarak pek de övgü içeren yorumlar değildi.) “Yıllarca kendimi tersine inandırmaya çalıştıktan sonra,” diye yazıyor Bayan Homans, “artık balenin ölmekte olduğundan eminim.”
Bale yaratıcıları emekli olduğunda ya da öldüğünde sahip oldukları tüm repertuar tehlike altındaki türlere dönüşür. George Balanchine’in en saf klasisizminin zirve noktası olan bale, Divertimento No. 15’in 1992’de, City Balet’de izlediğim versiyonu bana o kadar saçma ve küçük göründü ki beni bu kadar etkileyen şeyin ne olduğunu hatırlamakta oldukça zorlandım.
Bunu daha önce de yazmıştım, fakat bir kez daha dile getirmeliyim: Bale yüzyıllar boyunca tekrar tekrar ölmüştür. Louis XIV, Voltaire ve Puşkin’in destekledikleri danslar hayatta kalamadılar. Bugün bu durum karşısında gülümseyebiliyoruz, çünkü balenin, anka kuşu gibi, küllerinden yeniden doğduğunu biliyoruz; son derece değişken bir şekilde, her yeni dönemde doğasını değiştirdiğini de… Fakat 20 yıl önce bunu yazarken gülümseyemiyordum. Balanchine’in (1983) ve Frederick Ashton’ın (1988) ölümleri benim kuşağımı yasa boğmak için yeterliydi. Balenin bir başlangıcı vardı (Rönesans yılları); dolayısıyla, tabii ki bir sonu da olacaktır.
Bayan Homans’ın son sözü aslında pek çok nedenden ötürü kitabının en zayıf bölümü. Alexei Ratmansky ya da Christopher Wheeldon’dan bile bahsetmeyen bir yazarın gözünde sanat formunun öldüğüne inanabilirsiniz: çünkü o geçmişte yaşıyor. Homans’ın “çağdaş koreografinin amaçsız bir şekilde (genellikle jimnastik ya da melodramatik ölçüsüzlük ile) yaratıcı olmayan taklitten rahatsız edici bir yaratıcılığa doğru yön değiştirdiği ” şeklindeki genelleyici ithamı, her nasılsa, garip bir şekilde (Bayan Homans’ın en az benim kadar hayran olduğu)  Balanchine’e hayattayken anlaşılmaz eleştirmenler tarafından yöneltilen suçlamalar gibi duyuluyor. Ancak bu suçlama, Bay Ratmansky’nin Concerto DSCH’si (2008) ya da Seven Sonatas’ına (2009) gerçekten uymuyor.
Oldukça enteresan bir şekilde, Apollo’s Angels’ın en iyi bölümleri, herhangi bir dans tarihisinin en çok zorlanacağı, günümüz repertuarına oldukça az sayıda dansın ulaştığı 1890 öncesi dönemdir. 1670 ve 1850 yılları arasındaki baleyi araştırmak için arşivlerde oldukça uzun zaman geçirdim, ancak Bayan Homans’ın günışığına çıkardığı yeni malzemeleri ve tüm başlıkları, entelektüel bir şekilde işleyip yenileyişi beni gerçekten hayrete düşürdü. O geçmişi, sadece düşüncelerle değil, aynı zamanda duygularla yazıyor: Yazılarını okuduğunuzda onun sadece, “balenin nasıl pek çok dönüm noktasında bazı öncü kadınlar tarafından yeniden canlandırıldığı” konusundaki olağanüstü anlayışını değil, yüreğini de hissediyorsunuz.
Yazdıklarında bazı hatalar ve ihmaller var ve bunlara dikkat etmek gerekiyor (1895 tarihli Kuğu Gölü’nde Odile bir  “siyah kuğu” olarak giyinmemiştir; Ashton ile ilgili bir açıklamada bulunurken onun kalıcı saf-dans şaheserleri Les Patineurs, Scènes de Ballet ve Monotones’u yok saymak tamamen yanlış bir yönlendirme olur).  Daha da sorunlu olan şey ise, hiperbole doğru giden bir eğilimdir.
Bayan Homans, 14. Louis ve Marius Petipa, eğer izleyebilselerdi Balanchine’in koreografisinin klasik doğasını takdir ederlerdi diye yazmıştır. Gerçekten ederler miydi? 14. Louis ve Petipa’nın The Four Temperaments’ı izlediğini hayal edin ve Bayan Homans’ın yargısı üzerine düşünün. “Forma yönelik basit bir ilginin” üstün Bolşoy dansçısı Vladimir Vassiliev’in “hiç ilgilenmeyeceği” bir şey olduğunu yazıyor. Bu saçmalıktır; Vassiliev’in Don Kişot ya da Giselle’deki dansını görmüş herhangi biri için bu hiç bir şey ifade etmez ve bu onun Spartaküs’teki başarısını da yanlış anlamaktır.
Bu tarz abartılara meyleden bir kitapta, balenin öldüğünü iddia eden bir son söz abartılı bir ifadeden daha fazlası olamaz. Evet, Balanchine, Ashton ve diğer büyük koreograflardan sonraki dönemde, çok daha karanlık bir bale döneminden geçiyoruz. 1990’larda benim de bu sanat formunun temel olarak öldüğünü hissettiğim zamanlar oldu. Fakat bu işe başladıktan sonra, yaklaşık dört yıldır, 1992’de bu çalışma ile ilgili hissettiğim mutsuzluğu yok edecek performanslar izledim, bunlar San Francisco Balesi’nin ve Miami Şehir Balesi’nin (en iyisi) City Ballet’de sergilediği Balanchine Divertimento No. 15 performanslarıydı.
Ashton 1988’de bana Symphonic Variations eserinin  “öldüğünü” söylemişti, ben de aynı fikirdeydim. Fakat şunu da ekledi  “doğru dansçı” bunu tekrar hayata döndürebilir: bu eser, birden fazla topluluk tarafından hayata döndürüldü, fakat bunların en iyisi Covent Garden’da Alina Cojocaru’nun performansıdır. Balanchine hayattayken City Ballet’e sürekli olarak giden New Yorklular tanıyorum, bu kişiler Suzanne Farrell ve Kyra Nichols’tan sonra ilk defa tekrar genç balerin Sarah Mearns’den büyülendiler. American Ballet Theater’daki David Hallberg klasik erkek dansını yeni zirvelere taşıyacak gibi görünüyor.  Ve Balanchine-Ashton dönemine tanık olan pek çok insan Bay Ratmansky’nin koreografisinin umut vermekten çok gerçekten bir amaca doğru yöneldiğini hisseder.
Belki de daha sonra tarih tüm bunları sönmüş bir alevin son kıvılcımları olarak yorumlayacak. Bu, bir altın çağ değil ve bu çağa ait balelerin çoğu da ölü. Bence balenin alarm verdiği en temel meselelerden biri (Bayan Homans’ın canını sıkan konu değil) balenin kadınlar açısından point tekniğine dayalı olması ve erkekle birlikte yapılan partnering hareketlerinin cinsiyetler arasında ikilik yaratması; yani en iyi ihtimalle modası geçmiş en kötü şekliyle de tiksindirici biçimde cinsiyetçi olmasıdır. Ancak yine de bu bale izleyicisi sahnenin 10, 15 ya da 20 yıl öncesine kıyasla çok daha parlak olduğunu hissedebiliyor.
The New York Times, 4 Ocak 2011, Çeviri: Banu Açıkdeniz
mimesis-dergi.org alıntısıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder