Hicaz bir portre: Tatlıses / Erdem Can

Cumhuriyet’in modernist kadrolarının, “aydınlanmacı” tutuculuğunun etkisinde kalan Türk solu, arabesk adını verdiği, Server Tanilli’nin adlandırmasıyla, “Doluş müziğini” alt sınıfın ürettiği, “gelişmemiş” kültürün bir parçası olarak gördü.
Sadece müziğini değil, sabahın erken saatlerinde-dahası bu kavramlaştırmaları yapanların da sıcak yataklarında yattığı saatlerde- gecekondularından şehrin çeşitli merkezlerine akan emekçi yığınları taşıyan araçları da aşağılayan bu yaklaşım solun geniş halk yığınlarını tanımaktan ne denli uzak olduğunun sadece bir göstergesidir elbette. Burada aşağılanan, salt bir araç ya da onun içinde yaşandığı varsayılan duyguların ifadesi müzik değil, topyekûn bir yaşam biçimidir aslında.
Köylerinden gelip şehrin çevresinde insanca yaşam koşullarından yoksun, ancak imara açılması durumunda kentlerin hem siyasal hem de ekonomik rant kaynağı olan, ancak o zaman da başkalarına peşkeş çekilen gecekonduların insanları.
Kıyısına kadar sokuldukları kentin ne sokaklarını biliyorlardı ne de dilini. Köyde çeşme başında, akraba düğünlerinde filizlenen aşkların yerini, dolmuş duraklarına yetişmenin telaşına bulanmış “kesişmeler” alıyordu burada. Burada sevdaların kapısını “kesişmeler” aralıyordu. Burada sevdanın tarifi dahi acıyı hatırlatıyordu. Acıyı unutturmaz bir keskinlikteydi.

İşte böyle bir ortamda, sadece ayağında kundurası olduğu için üzerine şarkı yapılan bir kahramanın hikayesiyle çıktı ortaya İbrahim Tatlıses. Kendisinden önce bu alanda parsel yapmışların arasından Kürdi gırtlağı ve kesif Urfa aksanıyla çok geçmeden, tek tipleştirilmiş, dahası “Türk-ü-leştirilmiş” şarkıları başka bir dilde de olsa kendi meşreplerince okuyarak belki de ilk başta kendisi de farkında değildi ama bir farkındalık yarattı.
Başını Orhan Gencebay’ın çektiği Tatlıses’in de takipçiliğini yaptığı grup şarkılarında hicaz makamını kullanıyordu ağırlıklı olarak, ancak onlar söylediğinde arabesk olan bu makam bir başkası, Sezen Aksu ve benzerleri kullandığında, “Türk popunun” seçkin örneklerine dönüşüyordu. Beyaz Türk seçkinciliği, makamların da namelerine değil kimler tarafından icra edildiğine göre adlandırıyordu yapılan işi.
Yetmişlerin ikinci yarısıydı 12 Mart faşizminin zulmünden silkinme çabasındaki sol bir önceki dönemin, “sosyolojik” mirasından etkilenerek arabeskle olan “savaşını derinleştiriyor” sistem kendini ifade etmek için kentin dilini öğrenememiş yığınlara bu müziği kendilerini ifade etmenin tek yolu olarak sunuyordu. Tatlıses, soğuk demir işçiliği ve mağarada doğmasının zenginleştirdiği kişisel geçmişiyle adeta bu müziğin anlatmaya çalıştığı hikayelerin yaşamdaki sağlaması gibiydi. Tatlıses şarkı söylemiyor aslında kendi hayatından kesitler anlatıyordu.
Hikayesiyle o güne kadar beyazların alay ettiği, hor gördüğü, “mağralıların” başarabileceğinin de kanıtıydı Tatlıses. Bundan sonraki tüm yaşamı da artık objektiflerin önünde olacaktı. Yediği kebap da, dövdüğü kadınlar da onun üzerinden verilecek, “ehlileştirme” mesajlarının birer öğesiydi artık. Çok büyük paralar kazanıyor ama bu görüntüleriyle, “değişmemenin” sembolü, diyalektiği boşa çıkarmanın neferi oluyordu.
Doksanların başında Özal’lı ANAP’tan başlayarak sık sık siyasete gireceğini söyleyip zaman zaman Cem Uzan’ın Genç Partisi gibi, kendisinin de içinden geldiği sınıfın düşmanı bir partiye yanaşacak kadar derin bir yabancılaşma içinde oldu. Buna karşın, devletin belli birimleri her dönem Tatlıses’in PKK’ye parasal yardım yaptığı konusunda haberler yaydı. Belki de bu yüzden, hemen tüm toplum kesimlerinde sempati uyandıran Tatlıses, oynayabileceği bir başka toplumsal rolü hiçbir zaman oynamaya cesaret edemedi.
O seslendirdikten sonra dillere pelesenk olan “Cane cane” şarkısının PKK’nin ilk kadrolarından Mazlum Doğan’ın kardeşi PKK askeri komutanlarından Delil Doğan’ın parçası olduğunu biliyor muydu, bilinmez. Ancak, yaşanan toplumsal altüst oluşlar sırasında en ufak bir tavır almayı başaramadı. Bu süreçte farklı baskılara maruz kaldı ise bunu da kamuoyuyla paylaşmadı.
Yönetmenliğe soyunduğu ilk yıllarda, takipçisi olduğunu ısrarla vurguladığı Yılmaz Güney’in sadece bir kaç filmini, hem de neredeyse senaryosuna hiç dokunmadan aynen yeniden çekti. Ama o mirasa sahip çıkmanın cesaretini gösteremedi hiçbir zaman.
Tüm bunların dışında bu toprakların yeşerttiği en kusursuz seslerden biri (belki başka bir coğrafyada olsa dünyaya mal olabilecek) doğuştan gelen bu yeteneğinin değil, sonradan edindiği oturmamış sınıfsal karakterinin ve özendiği sosyal sınıfın açmazları sonucu olarak hastanede yatıyor. Bunca yıllık tecrübenin ışığında hepimiz biliyoruz ki resmi görevlilerden destek almadığı sürece İstanbul’un merkezinde uzun namlulu silahlarla suikast gerçekleştirip kaçmak mümkün değildir. Türk basınının amiral gemisi Hürriyet’in Tatlıses’e yönelik saldırıdan çok ortada hiçbir kanıt yokken meseleyi PKK’ye yıkmaya çalışıyor olması da yine geçmişin tecrübeleri ışığında resmi izleri silme çabası olarak anlaşılıyor.

canerdem2126@gmail.com     ANF




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder