Türlerin Eşitliği, Darwin Sonrası Ahlakının Mantıksal Sonucudur

Türcülük terimi 35 sene kadar önce Oxford’da bir hamamda uzanmış yatarken geldi aklıma. Irkçılık ya da cinsiyet ayrımcılığı gibi bir şeydi- ahlaken alakası olmayan fiziksek farklılıklara dayalı bir önyargıydı. Darwin’den bu yana  insanların evrim aracılığıyla diğer bütün hayvanlarla akraba olduğunu biliyoruz; o halde diğer bütün türlerin topyekûn baskı altına alınmasını nasıl meşrulaştırabiliriz? Bütün hayvan türleri acı ve ızdırap yaşayabiliyorlar. Hayvanlar bizim gibi çığlık atıp bizim gibi acıdan kıvranıyorlar; sinir sistemleri bizimkine benziyor, sinir sistemleri bizim acı çekmemizi sağlayan aynı biyokimyasalları içeriyor.

Diğer insanların acısına ve ızdırabına gösterdiğimiz ilgiyi bütün acı çekebilen canlıları kapsayacak şekilde genişletmeliyiz, bunu yaparken onun cinsiyetini, sınıfını, dinini , ulusunu ve türünü de gözönüne almamalıyız. Gerçekten eğer uzaylıların da acı hissedebildiği ortaya çıkarsa ya da acı hissedebilen makineler üretebileceğimiz bir gün gelirse, o zaman ahlaki çemberimizi onları da kapsayacak şekilde genişletmemiz gerekir. Acı çekebilmek diğer canlılara haklarını teslim etmek ya da aslında diğer canlılara ilgi göstermemizdeki tek iknâ edici temeldir.
“İçkin değer” gibi başka nitelikler de önerildi. Ama değer potansiyel bilinç veya bilinç yoksunluğu söz konusuyken böyle bir şey var olamaz. Bu yüzden
kayalar, nehirler ve evlerin çıkarları yoktur, aynı sebeple de hakları bulunmaz. Bu elbette bizim için değerli olmadıkları anlamına, acı çekebilen başka canlılar için önemli olmadıkları anlamına gelmez.
Yüzyıllardır bir çok ahlaki ilke ve ideal önerildi- adalet, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi. Ama bunlar nihai iyilik yani mutluluk için atılması gereken adımlar sadece; mutluluk bütün acı ve ızdırap çeşitlerinden özgür olabildiğimizde daha kolay bir hal alıyor. Gerçekten de eğer bu konuda dikkatle düşünürseniz, bu diğer ideallerin önemli kabul edilmesinin sebebi insanların bu adımların acının sona erdirilmesinde yaşamsal öneme sahip olduğuna inanmaları. Aslında bazen bu sonucu veriyorlar; ama her zaman değil.
Mutluluk ve zevk yerine neden acı ve ızdırabın altını çiziyoruz? Buna verilebilecek yanıtlardan biri, acının zevkten çok daha güçlü bir duygu olmasıdır. Bir saatlik mutluluk yerine bir saat boyunca acıdan uzak durmayı tercih etmez misiniz? Acı gerçek kötülüğün ta kendisi. O halde, mazoşiste ne demeli? Cevabı şu: acı, ona, duyduğu acıdan daha büyük bir zevk verir!
Acıçekerliğin (ahlaki yaklaşımıma verdiğim isim) en önemli ilkelerinden biri olan bireye odaklanmamız gerektiği. Böyle düşünme sebebimiz, acı çekenin ırk, ulus ya da tür değil de bireyin kendisi olması. Bu sebeple, bir çok bireyin acıları ve zevkleri faydacılık ve çoğu ahlak teorisinde olduğu gibi anlamlı bir şekilde bir araya getirilemez. Faydacı görüşün sorunlu taraflarından biri mesela toplu tecavüze uğramış birisinin çektiği acının eğer tecavüz tecavüzcüler için maksimum zevk verdiyse meşru görülebilmesidir. Ancak bilinçlilik elbette bireyin sınırları tarafından sınırlanmıştır. Benim acım ve başkalarının acıları bu yüzden ayrı kategorilerdedir; bunları birbirine ekleyemez, birbirinden  çıkaramazsınız. İkisi de birbirinden ayrı dünyalardır.
Acıları ve zevkleri doğrudan deneyimlemedikçe onlar orada değildir- sadece postlarını sayıyoruzdur. Bu yüzden mesela, bir bireye 100 birim acı vermek bence bin ya da bir milyon bireye tek birim acı vermekten -ikinci grupta çekilen acı miktarı daha büyük olsa da, sonuçta- çok daha kötü bir şeydir. Ne olursa olsun maksimum düzeyde acı çeken bireyin acısına öncelikle odaklanmamız gerek. Ahlaki açıdan maksimum acı çekenin kim ya da ne olduğunun bir önemi yok, ister makine, ister hayvan isterse insan olsun. Maruz kalan kim olursa olsun acı acıdır.
Elbette ihtiyaçları ve tepkileri açısından her tür farklı. Bir tür için acı  verici olan şey, diğer türler için öyle olmayabilir. Bu yüzden türlere farklı şekillerde davranabiliriz, ama eşit acıya eşit biçimde davranmamız gerek. Hayvanlar söz konusu iken, onların fabrika çiftliklerinde, laboratuarlarda ve yabanda merhametsizce sömürüldüğünü görüyoruz. Zıpkınla avlandıktan sonra bir balinanın ölmesi 20 dakika sürebilir. Çelik kapana bacağını kaptıran vaşak kırık bacağıyla bir hafta acı çekebilir. Tavuk çiftliklerindeki kümeslerde tavuklar bütün hayatlarını kanatlarını dahi açamadan geçirirler. Toksisite deneyinde bir ev ürününü test etmek için zehirlenen hayvan ölmeden önce saatlerce veya günlerce acıdan kıvranabilir.
Bunların hepsi büyük acılara sebep olan büyük istismarlardır. Ama hepsi de bu acı çekenler bizim türümüze dahil olmadığı gerekçesiyle meşru görülüyor. Sanki bazı insanlar Darwin ismini hiç duymamış gibi ! Diğer hayvanlara akrabalarımız gibi değil de duyguları olmayan nesnelermiş gibi davranıyoruz. Kendi bebeklerimize, ya da mental olarak hasta olan yetişkinlere bu şekilde davranmayı düşünemeyiz bile- bu insanlar bazen sömürülen hayvanlardan daha az zeki ve iletişim kuramayacak denli hasta olsalar bile.
Aslında gerçek şu ki onlardan daha güçlü olduğumuz için diğer hayvanları sömürüyor ve onların acı çekmesine sebep oluyoruz. O halde önceden sözünü ettiğimiz o uzaylıların bizden daha güçlü olması karşısnda  hiç tartışmadan bizi spor için öldürmelerine, üzerimizde deneyler yapmalarına , fabrika çiftliklerinde bizi üremeye zorlamalarına, hepimizi lezzetli hamburgelere dönüştürmelerine izin vereceğiz anlamına mı geliyor? Onlarla aynı türden olmadığımız için bize yaptıkları şeyin ahlaken son derece uygun olduğu açıklamasını kabul edecek miyiz?
Temelde hepsi gelip sağduyuya dayanıyor. Eğer diğer insanların çektiği acıyı umursayacaksak o zaman insan olmayan canlıların da acılarını kaale almak zorundayız. Akıl dışı davranan ve kendi türü için bir anıt dikmek için böylesine duygusal davrananlar hayvan korumacılar değil, kalpsiz hayvan sömürücüleri. Şükür ki hepimiz diğer canlıların çektiği acılara karşı doğal bir meyil, bir acıma kıvılcımı hissediyoruz. O kıvılcımı yakalamalı ve onu  akılcı ve evrensel merhamet ateşine doğru üflemeliyiz.
Bunların hepsinin ima ettiği şeyler var elbette. Eğer yavaş yavaş hayvanları kendimizle aynı ahlaki ve yasal çembere dahil edersek, o zaman onları kendi kölelerimiz olarak sömüremeyeceğiz. Son onyıllarda yeni Avrupa kanunlarıyla bir takım ilerlemeler elde edildi; ama daha gidecek çok yol var. Hayvanların uluslararası camiada ahlaki bir statüye sahip olduklarının kabul edilmesi konusunda çok geç kalındı. Bir çok koruma anlaşması var; ama BM seviyesinde; örneğin hayvanların refahını, çıkarlarını ve haklarını kabul eden bir anlaşmaya rastlamadık henüz. Bu değişmeli, ve  inanıyorum ki, değişecek de.
The Guardian gazetesinde  çıkan bu yazı, http://www.animalliberationfront.com sitesinden çevrildi.Çeviri: CemC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder