Venezüella Başkanı Chavez, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri FARC’a yürüttükleri silahlı mücadeleyi bırakmaları çağrısı yapıp ‘gerilla savaşının tarih olduğunu’ ilan ettiğinde, geçmişte birçok devrimci önderin geçtiği yolu izliyordu.
1920′lerin başında Lenin, yeni oluşmaya başlayan Türk komünistlerini, Atatürk’ü desteklemek üzere devrimci bağımsızlıklarını feda etmeye zorladı; takipçisi Joseph Stalin, Çin komünistlerini devrimci hareketlerini Çan Kay Şek öncülüğündeki milliyetçi partiye bağlamaya teşvik etti. Mao Zedung, Endonezya Komünist Partisi’nin, milliyetçi lider General Sukarno’nun öncülüğüne boyun eğdiği koalisyonlara öncelik verdi.
1954’te Cenevre’deki Fransız-Çinhindi Barış Anlaşmaları sırasında, Ho Şi Min ülkenin bölünmesini kabul etti ve Güney Vietnamlı komünistleri gerilla savaşına sona vermeye ve seçim yoluyla ülkeyi yeniden birleştirmek için çalışmaya zorladı. Yeni binyılda Fidel Castro, ‘silahlı mücadelenin’ artık geçmişte kaldığını ve mevcut koşullarda, gündemin ön sırasında yeni siyasi mücadele biçimleri olduğunu belirtti.
Hugo Chavez Brezilya solunu, 2002’deki Dünya Sosyal Forumu’nda serbest piyasa ekonomisini benimsemesine rağmen, Başkan Lula da Silva’nın sosyal-liberal rejimini desteklemeye zorladı. Ayrıca Latin Amerika sosyal hareketlerine, yabancı yatırımları, bankacıları ve tarım ve maden ihracatçılarını savunmalarına rağmen Latin Amerika’daki bir dizi kapitalizm yanlısı rejimi destekleme çağrısı yaptı.
Radikal fikirdaşlarına, devrimci olmayan rejimlerle işbirliği yapma ve siyasal kısıtlanmalarına boyun eğme çağrısı yapan devrimci hükümetlerin bu deneyimleri genellikle felaketlere yol açtı: Çan Kay Şek’in Kuo Ming Tang’ı Komünist Parti’ye aniden saldırdı ve çalışanlarının büyük kısmını katlederek iç bölgelerdeki dağlara sürdü. Yasal alandaki Endonezya Komünistleri ve destekçileri ile aile üyeleri, Sukarno bir CIA darbesi ile devrildiğinde 500 bin ila 1 milyon arasında kayıp verdiler. Seçimlere katılmayı deneyen Güney Vietnamlı komünistler suikaste uğradı veya hapse atıldı ve sonunda kurtulmayı başaranlar, yeraltına geçerek gerilla mücadelesine dönmek zorunda kaldı.
Latin Amerika’da iktidara gelen reformist seçim rejimleri, kapitalizmi 1990’ların krizlerinden kurtardı, Solu demobilize etti ve kıtanın çoğunluğunda tutucu sağın yeniden güç kazanmasına kapı açtı.
Kolombiya vakasında, Venezüella Başkanı Chavez görünen o ki FARC’ın silahlı mücadeleden seçimlere katılıma geçişe ilişkin önceki deneyimini görmezden gelmeyi tercih ediyor. 1984-89 arasında binlerce FARC gerillası silah bıraktı ve seçim mücadelesini benimsedi. Adaylar çıkardılar, kongre delegeleri seçtiler ve Kolombiya ordusu, oligarşinin paramiliter ve oligarşinin özel güçlerinin ölüm mangaları tarafından kıyımdan geçirildiler. 5 binin üzerinde militan ve lider öldürüldü. Özellikle çarpıcı olan, Chavez’in Kolombiya’nın yakın tarihteki en kanlı ve en zalim insan hakları ihlalcisinin idaresinde gerçekleşen seçim sürecine katılmaya zorlaması.
Kendileri de silahlı mücadele yürütmüş radikal önderler, iktidara geldikten sonra devrimci dostlarına neden gerilla savaşını bırakıp böylesi güvenilmez belirsizlikleri olan seçim süreçlerine katılma çağrısı yapıyorlar?
Siyasi bir u dönüşü gibi görünen bu davranışı açıklamak için farklı zamanlarda sayısız türde açıklamalar getirildi.
Moral Açıklama
U dönüşünü eleştirenlerin bazıları, değişimi ‘moral dejenerasyon’ olarak açıklıyorlar – liderler otokratikleşiyor, bürokratlaşıyor ve yalnızca kendi ülkelerindeki iktidarlarını pekiştirmekle meşgul oluyorlar. Çin devrimine karşı Rus politikası bakımından Stalin politikalarına karşı çıkan Sol Muhaliflerce benimsenen yaygın konum bu. Çin konusundaki U dönüşünün savunucuları, ‘2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan dünya ölçeğindeki anti sömürgeci devrim sürecinin, ulusal mücadele ile komünistler arasında zaman içinde kapitalist olmayan bir devlete evirilecek bir amaç simetrisi yarattığını’ öne sürdüler ve tutumlarının dünya çapındaki ‘çağ değişiminin’ ve ‘nesnel fırsatların’ kavranmasının sonucu olduğunu iddia ettiler.
Bu ittifakların kırılganlığının rejimlerin çökmesine ve sağ kanat ‘tek adam’ rejimlerinin ortaya çıkmasına neden olması, tartışmanın bu boyutunun bir zaman sınırına dayalı olduğunu gösteriyor. Siyasi u dönüşleri için bu açıklamaların sayısız varyasyonu vardı ve hala var ancak herhangi bir yapısal-tarihsel açıklamanın, iktidarı alma sürecindeki bir devrimci hareket ile devlet gücünü elinde bulunduran devrimci bir önderlik arasındaki farkı açıklaması gerekiyor.
İkinci durumda, devrimci devlet genellikle emperyalist devletler ile bunların destekçilerinin yarattığı düşmanca bir ortamla, askeri baskılar ve müdahalelerle, ekonomik boykotlarla ve diplomatik izolasyonla başa çıkmak zorunda. Bu bağlamda, devrimci veya radikal rejim, uluslararası konumunu geliştirmek için, yurtdışındaki radikal veya muhalif hareketlerin açıktan desteklenmesinden emperyalist müdahaleler karşısında itidal ve uzlaşı sergilemeye kadar, hiç bitmeyen siyasi tercihlere sahiptir. Devrimci rejimlerin dış politikasını sayısız faktör etkiler. Şu durumlarda devrimci bir politika izlemeleri muhtemeldir:
1. Devrimci hareketler yükseliştedir ve emperyalizm yanlısı devletleri devirmek veya ilerici veya daha yakın bir hükümeti başa geçirmek konusunda, kısa vadede başarı vaat etmektedirler.
2. Devrimci rejim yakın zamanda iktidarı almıştır ve “ya hep ya hiç” durumunda, iktidarının pekişmesi karşısında yakın bir askeri tehditle yüz yüzedir.
3. Devrimci rejim, emperyalist güçlerce yönlendirilen, geçici bir anlaşmaya varma konusunda pazarlık yapmaya ve ödün vermeye yanaşmayan katı bir uzlaşmaz muhalefet bloğu ile karşı karşıyadır.
Bunun aksine şu durumlarda devrimci rejimlerin yurtdışındaki devrimci hareketleri önemsememesi ve bunlarla ilişkilendirilmekten kaçınması daha olasıdır:
1. Kapitalist rejimlerle diplomatik ilişkiler geliştirme, pazar, ticaret ve yatırım anlaşmaları yapma olanaklarına sahipseler;
2. Radikal hareketler düşüşteyse, destek kaybediyor veya tanınma ve gelişmiş ilişkiler vaat eden seçim partilerinin gölgesinde kalıyorlarsa.
3. Ülke içinde, devrimci rejimdeki sosyo-ekonomik değişimler, ortaya çıkan yerel veya yabancı yatırımcılarla bağdaşmaya olanak tanıyan bir duruma evriliyorsa ve bu rejimlerin gelecekteki büyümeleri yurtdışındaki iş elitleri ile ilişkilenmeye ve radikal antikapitalist güçlerle bağları koparmaya bağlı ise.
Pratikte, bir dizi hafifletici koşula bağlı olarak, farklı yer ve zamanlarda iki zıt kutup bir araya gelebilir. Örneğin devrimci rejim, daha küçük, daha az önemli bir kapitalist ülkedeki devrimci hareketleri desteklemeye devam ederken, büyük, muhtemelen de ekonomik açıdan önemli bir kapitalist rejimle uyumlu bir ilişki geliştirebilir.
Diğer durumlarda devrimci rejim, pazarını ve ticaretini çeşitlendirmek için devrimci hareketlerle bağlarını kesebilir ve aynı zamanda iç tüketim için ‘devrimci bir söylem’ benimsemeye devam edebilir ve yurtdışındaki reformist hareketlerle ittifakını sürdürebilir.
Dış politika, devrimci olsun olmasın, hiçbir devrimci duruşa sahip olmayan ve devrim öncesinden kalma birçok profesyoneli içinde barındıran kordiplomatiğin imtiyazıdır. Dış politikadan anladıkları, kapitalist ülkelerdeki muadilleriyle ve ülkelerinin geçmişteki iş elitleriyle önceki ilişkilerini ve bağlarını sürdürmektir. Bu nedenle genellikle hep müzakere modundadırlar, iç devrimci dinamiklere bağışıktırlar ve diplomatik bağları mümkün olduğunca çoğaltırken, yurtdışındaki devrimci hareketlerle bağları – yabancı muadilleriyle günlük ilişkilerini tehdit eden – olabildiğince azaltmaya bakarlar.
Hükümet ve Parti: Dayanışma ve ‘Devlet Çıkarı’
Hükümeti destekleyen devrimci parti veya partiler/hareketler, yurtdışındaki devrimci partilerle ve hareketlerle dayanışma sergilerken devrimci bir hükümetin ılımlı bir uzlaşma politikası izlediği bir durum düşünmek akla yatkın. Bu, devlet ve partinin karşılıklı olarak birbirini desteklediğini ancak siyasi ve örgütsel olarak bağımsız olduklarını varsayar. Siyasi parti politikalarına kendi katılımcı forumlarında, üyeleri ile görüş alış verişi sonucunda karar veriyorsa ve devletin ve onun yürütme organının ‘transmisyon kayışı’ değilse, bu ikili yaklaşım olanaklıdır.
Ne yazık ki vakaların ezici çoğunluğunda, parti-devleti ortaya çıkma eğiliminde, parti ve kitlesel sosyal hareketlerin liderleri hükümet içinde çeşitli konumlara geliyorlar ve hareketler otonomluklarını kaybederek devlet politikalarını uygulama mekanizmalarına dönüşüyorlar. Bu nedenle Dışişlerinin diplomatik manevraları, parti/hareket’in devrimci dayanışma ilkelerine üstün geliyor ve ikincisini hiçbir etkisi olmayan soyut bir söyleme indirgiyor.
Devrim sonrası devleti halkına günlük güvenlik, istihdam ve ihtiyaçların teminini sağlamak sorumluluğuna sahipken, ve bu nedenle mevcut rejimlerle onları nasıl buldularsa öyle başa çıkmanın yollarını bulmak zorunda olduklarından, devrimci partilerin ve hareketlerin birincil görevi, programlarında yer alan devrimci değişimin derinleştirilmesi ve genişletilmesidir.
Diğer bir deyişle, ‘devlet çıkarları’ ile kitle hareketlerinin ‘devrimci programı’ arasında kaçınılmaz bir gerilim vardır. Devrim sonrası devletin pekişmesi ile, yönetici sınıfın hakim eğilimi dış ilişkileri stabilize etmek olur. Bu iki ilişkili süreci içerir: Devrimci partiyi yurtdışındaki muadillerine moral destek vermekle sınırlandırmak ve yurtdışındaki devrimci hareketlerle bağları koparmak veya sahiplenmemek. Günlük bazda kapitalist rejimlerle olan her türden anlaşmalar sürdürülürken, uluslararası radikal ve devrimci retorik, tarihi zaferlerin yıldönümlerinin ritüelleştirilmesi, kahraman devrimci kişiliklerin anılması, yakın emperyalist tehditlerin lanetlenmesi olarak kalır. Kapitalist ülkeler devrimci rejimlerle diplomatik, ekonomik ve siyasi anlaşmalara vardıkça, ikincisi yeni ortaklarını ‘ilerici’ ve yeni bir antiemperyalist hükümetler dalgasının parçası olarak lanse etmeye veya ‘bağımsız’ tutum aldığını iddia etmeye başlar. Kapitalist diplomatik/ekonomik ortakların bu yeni tanımlamalarının ilginç olan tarafı, içteki hiçbir yapısal, sınıfsal, mülkiyet değişimine ve hatta emperyalist ülkelerle bağlar konusunda herhangi bir kesintiye dayanmamalarıdır. Siyasi etiketlemedeki değişim neredeyse tamamen ülkenin devrimci rejimlerle dış politika ilişkilerinin bir sonucu olarak gerçekleşir.
Venezüella: Devrimci Değişimler ile Muhafazakar Dış Politika Arasındaki Paradoks
Chavez hükümeti düşman emperyalist güçlerle karşı karşıya kalan önceki devrimci veya radikal liderlerin büyük çoğunluğunun uyguladığı bir politikayı izliyor – reformist ve hatta muhafazakar kapitalist rejimler arasında diplomatik bağlar kurarken, imparatorluğun içteki ittifaklarını zayıflatmak üzere radikal sosyo-ekonomik politikalar uygulamak. Chavez, bu eski sendika patronu kamu çalışanlarının emeklilik haklarında kısıtlamaya giderken, bir IMF istikrar anlaşmasını empoze ederken ve topraksız tarım işçilerin karşısında tarım ve maden ihracatçılarından yana saf tutarken bile Brezilya’daki neo-liberal Lula rejimine arka çıktı (kitlesel sosyal hareketleri de aynını yapmaya zorladı). Chavez benzer şekilde, 1990’lardaki yasadışı özelleştirmeleri geri almayı reddetmesine, geçmişteki sosyo-ekonomik eşitsizlikleri sürdürmesine, bağımsız sendika konfederasyonu CTA’ya yasal tanınma vermeyi reddetmesine rağmen, devlet tahvillerini satın alarak Arjantin’deki Kirchner rejimini mali açıdan destekledi. Chavez için kilit mesele, Arjantin’in Venezüella’ya karşı ABD müdahalesine ve ALCA üzerinden ABD’nin teşvik ettiği entegrasyona karşı muhalefeti idi.
Chavez’in ABD’nin bölgedeki en büyük siyasi ve askeri müttefiki olan Kolombiya karşısındaki dış politikası, egemenliğine karşı tehditlerin derecesine bağlı olarak ‘uzlaşma’ ile ‘reddetme’ arasında değişti. Venezüella’ya karşı sayısız bariz Kolombiya müdahalesinin etrafında döndüğü çatışma noktaları: 2006’da, Kolombiya ordusu Caracas şehir merkezinde FARC dış ilişkiler temsilci olan Kolombiya asıllı bir Venezüella vatandaşını kaçırdı. Bunun öncesinde Venezüella ordusu Venezüella içinde, başkentin 100 kilometreden daha yakınında 130 Kolombiya silahlı paramiliter gücünü yakaladı. Kaçırma olayı sonrasında, Venezüella ekonomik ilişkileri kısa süreli askıya aldı ancak Kolombiya’nın ölüm mangası Başkan Uribe ile Chavez arasındaki dostane bir diplomatik görüşme sonrasında ilişkiler yeniden başladı. Ardından 2008’de, Chavez bir mahkumun salıverilmesine ve FARC ile Uribe rejimi arasında barış görüşmelerinin başlatılmasına aracı olmayı denediğinde, Uribe rejimi FARC’ın Ekvador sınırı ötesinde çalışan baş müzakerecisine ölümcül bir askeri saldırı düzenledi. Uribe Ekvador sınırını ihlal etmesini gerillaların sıcak takibi ile savunurken, Chavez Uribe’yi kınamak ve Venezüella silahlı kuvvetlerini harekete geçirip konuyu Amerikan Devletleri Örgütü’nün gündemine taşımak zorunda kaldı. Uribe, operasyonda ele geçirilen ve Chavez’in FARC ile bağlarına dair deliller içeren bir gerilla bilgisayarı üzerinden diplomatik saldırı başlattı. Ardından Uribe ve Chavez, Uribe’nin askeri saldırılar için sınırı geçmekten kaçınacağına ilişkin yarı gönüllü bir anlaşma temelinde geçici bir uzlaşma sağladılar. Bu yüksek askeri tehdit ve diplomatik gerilim ortamında Chavez, Kolombiya, Avrupa ve Kuzey Amerika’dan diplomatik yandaşlık kazanmak amacıyla FARC’ı kamuoyu önünde kınamayı, hükümeti ile devrimci sol arasına mesafe koymayı ve tek taraflı silah bırakma çağrısı yapmayı tercih etti. Açık ki Chavez Uribe’yi teskin etmenin Venezüella sınırlarına karşı tehditleri azaltacağını ve Kolombiya’nın ABD’ye sınır bölgesini işgal için bir üs olarak kullandırtma olasılığını azaltacağına inanıyor.
Chavez’in kararında, FARC’ın Kolombiya ordusu karşısında son 5 yıldaki askeri ve siyasi zayıflamasının ve FARC’ın Uribe karşısındaki dengeleyici ağırlığının etkisinin azaldığı hesabının büyük bir etkisi var. Bu bağlamda Chavez muhtemelen ABD destekli bir Kolombiya ile acil bir diplomatik yumuşamanın FARC ile geçmişteki dayanışmadan veya FARC’ın gelecekte taktik olarak üstün gelmesi olasılığından daha önemli olduğu değerlendirmesini yaptı. Genel anlamda, devrimci hükümetler yurtdışındaki devrimci hareketlerin zayıfladığı veya yenildiği ve emperyalist güçler veya bunların uydularınca yükseltilen siyasi tehditlerin arttığı bir durum algıladığında veya böyle bir durumla karşı karşıya kaldığında, merkez veya sağ rejimlerle diplomatik köprüler kurmaya eğilimli oluyorlar. Diplomatik destek sağlamak için, en olası güven verici önlem, parlamento dışı tüm inisiyatiflerin kamuoyu önünde inkarı dahil, radikal solu sahiplenmekten ve tanımaktan vazgeçmek oluyor.
1990’lardaki ekonomik krizlerden bu yana, Küba tüm Latin Amerika devletleriyle (Kolombiya dahil) yakın diplomatik ve ekonomik ilişkiler geliştirdi ve tüm gerilla hareketlerine karşı durdu ve ABD’ye bağımlı Meksika’nın eski Başkanı Fox ve onun Miami’deki Küba sürgünlerinin nam salmış bir avukatı olan eski Dışişleri Bakanı George Castaneda gibi ABD Küba’ya açıktan saldıranlar hariç merkez sağ rejimleri eleştirmekten kaçındı.
Sonuç
Devrimci hükümetlerin ikilemi, devrimci ideolojisinin ve kapitalist dünyadaki halk hareketleri ile dayanışmasının gereğini yerine getirmeye çalışırken, ekonomiyi geliştirmek için uluslararası ekonomik ve diplomatik ilişkileri büyüterek ve emperyalist bir dünya düzeninde güvenliğini savunarak devleti yönetme sorunu etrafında düğümleniyor. Dayanışmanın getirdiği riskler, yeni sol rejimler iktidara geldikçe veya halk hareketleri yükseldikçe azalıyor. Sağ yeniden yükselişe geçtiğinde ise riskler artıyor. Bu ikilem, devrimci parti ve devrimci hükümet sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu için özellikle keskin ve şöyle tanımlanabilir: Parti lideri devlet başkanı ve hükümet görevlileri ile parti arasında her düzeyde bir örtüşme söz konusu ve partinin etkinlikleri hükümetin önceliklerini yansıtıyor. Parti ile devlet arasında bağımsız hiçbir alanın olmadığı durumda, günlük politikanın gerekliliği olan diplomatik manevralar, partinin kendi iç katılım süreçlerine ve ilkelerine dayanma ve kendi uluslararası muadillerini bağımsız şekilde destekleme olasılığının altını oyuyor. Bunun tersine, devleti destekleyen ancak iç yaşamını koruyan bağımsız bir devrimci partinin mevcudiyeti, uluslararası sınıf dayanışmasını ‘dış politikasının’ merkezi haline getirerek ikilemi çözebilir. Hükümetin dış politikadaki transmisyon kayışı rolünü oynamayı reddederek, devrimci parti emperyalizme ve iç sınıf düşmanlarına karşı muhalefeti götürürken devlete paralel çalışacak, ancak yurtdışındaki müttefiklerini ve taktiklerini seçmede bağımsız olacaktır. Dışişleri bürokrasisi ve kordiplomatik ile radikal kitle temelli devrimci bir partinin kompozisyonu farklı olduğunda, devlet ile hareketlerin böylesi bir ayrılması, önceki gerici rejimler altında gelişen ve geleneksel çalışma modlarına alışkın bir kordiplomatik ile sınıf mücadelesinde sınanmış ve yurtdışındaki muadilleri ile uluslararası forumlarda fikir alış verişine alışkın yeni radikalleşmiş halk aktivistleri arasındaki içkin sınıfsal-siyasal farklılıkları yansıtacaktır.
Güvenilmez kapitalist müttefiklere ve hatta daha da riskli kırılgan geçici uzlaşmalara diplomatik bağımlılığın risklerinin, parlamento dışı politikayla ilgilenen, güvenilir, ilkeli, sınıf temelli kitlesel muhalefet partileri ve hareketlerinin dayanışması ve desteğinden elde edilen kazanımlarla dengelenmesi gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder