İdealim sınırların olmadığı bir dünya

1970’lerin sonunda İstanbul’da, Boğaz sırtlarındayız. Bir gecekondu mahallesi politikacı-bürokrat-müteahhit işbirliğiyle yıkılmak, orada yaşayan yoksullar karda kışta sokağa atılmak isteniyor. Mahalle halkı ise komşuları, belediyede görevli Orhan ağabeyleriyle yıkımları önlemenin yollarını arıyor. Ağabeylerinin sorunları ‘el birliğiyle’ çözme çabalarına karşın muktedirler bir gün dozerleriyle mahalleye girmeye kalkıyor. Ama o gün orada beklenmedik bir gelişme oluyor ve yıkım gerçekleştirilemiyor. Hikâye, Şerif Gören imzalı 1978 yapımı ‘Derdim Dünyadan Büyük’ filminden. Hikâyedeki Orhan ağabey ise Orhan Gencebay. Ünlü müzisyenin zamanında yasaklanmış tek filmi olma özelliğine sahip bu eseri yıllar sonra İşçi Filmleri Festivali vasıtasıyla salonlarda izleyicilerle buluşacak. Biz de bu vesileyle Gencebay’ın kapısını çaldık ve kendisinin sinema serüvenden girip gecekonduların yıkım meselesinden çıktığımız bir sohbet gerçekleştirdik. Arada Yılmaz Güney’in, Ömer Lütfi Akad’ın, Ayhan Işık’ın, John Lennon’ın, Kıvırcık Ali’nin adını andığımız; Bing Bang teorisine, Stephan Hawkins’in tezlerine değindiğimiz söyleşimizin sonundaysa berhudar olduk…

MAHMUT HAMSİCİ

Sizin sinema serüveniniz nasıl başladı? Bildiğimiz kadarıyla sinemaya oyunculuktan önce film müzikleri yaparak başladınız…

Evet, filmlere müzik yaparak başladım. İlk yaptığım filmler arasında Yılmaz Güney’in oynadığı ‘Kurtlar Kanunu’, ‘Kızılırmak Kara Koyun’, Metin Erksan’ın ‘Kuyu’su vardı. Ömer Lütfi Akad hocamızın filmlerine de yaptım ondan sonra birçok filmde müzik ve dublaj yaptım.


İlk oyunculuk teklifi kimden geldi?

Yeni tanınmıştım. Ömer Lütfi Akad’la ‘Bir Teselli Ver’ filmini yaptım. Hayatımda ilk defa başrol oynuyordum. Oyunculukla ilgili hiçbir deneyimim yoktu. Müzik direktörlüğünü biliyordum ama oyunculuk yanını bilmiyordum.

“İlk filmden sonra ‘ben film yapmayayım’ diye düşündüm”

İlk filmden sonra sinema alanıyla ilgili neye karar verdiniz?

Ondan sonra ‘ben yapmayayım’ diye düşündüm. Bunu çekinerek yapmıştım. ‘Acaba ben film yapmakla gerçekten sinema adamı olacak bir arkadaşın önünü kesmiş oluyor muyum’ diye düşündüm ve üzüldüm de. Bunu birilerine söylediğimde bana güldüler, “Sen neler düşünüyorsun. Bunu düşüneni ilk defa duyuyoruz” dediler. Onlara anlam veremedim. Ben müzik adamıyım. Müziğe olan saygımı sinema yaparken de aynen o şekilde ele aldım. Bir anım vardır. O anım biraz acıdır ama söylemek istiyorum. Hiç film yapmamıştım. Yeni tanındığım sıralarda bana bir film teklifi geldi. Teklifi getiren benim Yunus Emre’yi oynamamı istemişti. UNESCO’ya yetiştireceğini söyledi ve “Yetişmemiz için 17 gün var” dedi. Benim canım son derece sıkıldı. “Bana bunu nasıl teklif edersiniz” dedim. Hayatımda hiç film yapmamışım, başrol oynamamışım. Benim gibi acemi birine teklif ediyorsunuz. Üstelik 17 günde bitecek ve UNESCO’ya gidecek. Bana göre baştan aşağı yanlıştı. “Gidin bunu Yılmaz Güney’e teklif edin. O sinema adamı. Üstelik 17 günde olmaz, 17 ayda olur, ona göre teklif edin” diye reddetmiştim. Sinemaya olan saygımdan dolayı yaptığım davranışımı anlatmak istedim.

Ama film de büyük ilgi gördü.

Evet, hasılat rekorları kırdı. Ama ‘ben kimsenin önünü kestimdi’ diye hassasiyetlerim vardı. Sonra bunun bütün dünyada yapılabildiğini görünce de rahatlamıştım.

İlk dönemlerde idolleriniz var mıydı? Ayhan Işık gibi mesela…

Allah rahmet eylesin Ayhan ağabey benim idolümdü. Ayhan ağabey filmlerdeki ve aynı şekilde özel hayatındaki karakteriyle, yakışıklı, aslan gibi bir Türk tipiydi. Ben ona özenirdim açıkçası. Hep de bunu söylerim. Çok takdir ettiğimiz nice kişiler vardı ama Ayhan ağabey en baştaydı.

Yılmaz Güney’den teklif

İlk filmden sonra da teklifler yağmaya başladı sanırsak…

Teklifler hep vardı. Ondan sonra sevgili Yılmaz ağabeyimiz, Yılmaz Güney, biliyorsunuz kendisi sinemanın her tür alanını tanıyan, bilen bir sinema alanıydı, bana aynen böyle “Kardaş” dedi (Gülüyor), “Bundan sonra beraber çalışalım ya.” “Gel, ağabey, kardeş çalışalım, ben senin patronun gibi değil, aynı çatı altında yönetmenin de olayım beraber çalışalım” dedi. “Ne güzel olur Yılmaz ağabey” dedim. Ben yıllardır tanıyordum zaten, çok da sevdiğim birisiydi. “Memnuniyetle, ne güzel olur Yılmaz ağabey” dedim. Karar verdik fakat bir olaylar oldu o hapishaneye girdi. Ondan sonra biz tabii Yılmaz ağabeyle üzülerek biraraya gelemedik.

İyi dosttunuz bildiğimiz kadarıyla…

Tabii, tabii. Birçok kez kafayı çektiğimiz oldu.

Ne içerdiniz?

İyi votkacıydı o (Gülüyor). Votka-soda, votka-limon içerdi. Ben de içerdim. Silah kullanırdı, gözü pek bir adamdı ve espriliydi. Rahmetli Yılmaz ağabey sağlam adamdı. Çok severdim, o da beni çok severdi.

Hapise girince hiç çalışamadınız tabii…

Hapis durumu olunca kaldı. “Ne güzel olurdu” demiştik. Sonra ben Erman Film’le anlaştım. Birinci filmi daha iyi yapabilirdim diye kendimi eleştirmeye başlamıştım. Lütfi ağabey, bizim en büyük hocalarımızdan birisidir, gerekeni yapmıştı, sade bir şey yapmıştı. İkincide daha iyi olması için “Sinemaskop yapalım” dedim. Sinemaskop daha iyidir diye düşünülüyordu, hiç de alakası yok, sinemaskop tamamıyla teknik bir konu. Ekranın daha geniş olmasıyla ilgili. Rahmetli Hürrem Bey “Orhancığım sinemaskop yapmayalım, her sinemada oynamaz” demişti. Ben onu kavrayamadım “Yok, sinemaskop yapalım” dedim. Bir de sinemaskop filmlere daha özen gösteriliyordu ve sinemaskop film yapılmıyordu. ‘Sev dedi gözlerin’ isimli filmimi Orhan Aksoy ağabeyimiz çekti. Hürrem Bey’e yani Erman Film’e çektik ve sinemaskop yaptık. Hürrem Bey, “Her sinemada oynamaz” dedi çünkü perde farklıydı. Belki de sanıyorum Türk sinemasında çekilen en son sinemaskop film de o filmdir (Gülüyor). Tabii o da büyük ilgi gördü.

Müzik üretiminiz ve sinema oyunculuğunuz arasında nasıl bir bağ kuruyordunuz?

Filmler için özel besteler de yaptım. Özel bestelerdi ama filmlerin içindeki yaşanan olaylar bizim gerçek hayatta yaşadığımız olaylardı. Yaptığım bestelerin birçoğu filmin içindeki bazı sahnelerle birleşiyordu. Film yaparken film alanına giriyorum, müzik ona yardımcı olmalı. Film alanında film kuralları geçerlidir, müzik alanında müzik kuralları geçerlidir. Madem filmi çekiyorum, filmin kuralları geçerlidir. Ne yapmalıyız? Önce sağlam bir hikâye, ondan sonra sağlam bir yönetmen ve güzel resimlerle onu süslersin. Sinemada hem mesajı anlatırken hem de görselliği verirken en iyi şekliyle, en iyi prodüksiyonla bunu yapmalıyız. Müzik bu filmin güzel olmasıyla ilgili burada, yaşanan olaylara katkıda bulunacak şekilde bestelerden oluşmalı.

‘Bir Teselli Ver’ ve ‘Batsın Bu Dünya’ şarkıları dediğiniz şekilde mi çıktı? Filmleri için mi bestelemiştiniz?

‘Bir Teselli Ver’ için demiyorum çünkü ilk filmimdi ama ‘Batsın Bu Dünya’ için öyleydi. ‘Batsın Bu Dünya’yı yaptığım zaman filmi düşündüm fakat şarkı filmin hikâyesiyle bütünleşiyordu. O sırada çalıştığım bir beste vardı, ‘Batsın Bu Dünya’ işte. O bestem Türkiye’nin ağıtı dediğim bestem. Ben onu filmden bağımsız olarak yapıyordum zaten. Niye yapıyordum? Çünkü günde 50-100 kişi öldürülüyor, yaralanıyor, her taraf bölünmüş, sevenler birbirine kavuşamıyor, genelde can güvenliği yok, insanlar mutlu olamıyor. Böyle bir ortamda, böyle bir ortamı yaşamaktansa bunu batıralım, yenisini kuralım anlamında bir istekle yaptım. Filmde de böyle bir hikâye vardı, ondan dolayı senkron oldu açıkçası.

“Ben hem Türk’üm, hem Kürt’üm, hem Çerkes’im, hem Laz’ım”

O şarkıyı çok farklı toplum kesimleri dinledi…

Ben hiçbir bestemde din, dil, cins, ırk ayrımına katiyen gitmedim. Benim karakterimde böyle bir şey yoktur. Bununla ilgili birçok şey söyledim. En son da Kıvırcık Ali’nin mezarına gittiğimde söyledim. Allah rahmet eylesin çok genç kaybettik. Dedim ki ‘ben hem Türk’üm, hem Kürt’üm, hem Çerkes’im hem Laz’ım, benim adım insandır, insanlıktır maksadım.’ Kıvırcık Ali de bu mesajları anlatan bir ozanımızdır. Benim bakışım budur. Dünya tarihiyle de ilgilenmişsem de, dünyada iz bırakmış kültürler var, Türk kültürü de etkilemiş, orada gördüm, onunla ilgili de ‘Diriliş’ bestemi yaptım. Bu, bir kültürü anlatan mesajdır. Din, dil, cins, ırk ayrılığıyla alakam olması imkânsızdır. Orada bir kültürü anlatıyorum. Nasıl ki İslami kültür var, Hıristiyan kültürü var, Latin kültürü var bir Türk kültürü de zamanında varmış. Ben onu anlatmaya çalıştım. Bazı arkadaşlar bunu yanlış anladı. Beni tanıyan yanlış anlamaz. Hatta diyoruz ki yaradan doğ demiş, ben de doğmuşum. Dolayısıyla asıl vatan bu dünyadır. Bakıyorum ki doğduğumuz topraklar herkesin benimsediği ve temiz tutması gereken topraklar. O zaman benim vatanım Türkiye Cumhuriyeti devletidir ama ana vatan dünyadır. Dünyaya geliyoruz ve bir gün de göç ediyoruz. Toprağın bir önemi yok. İdealin nedir diye sorulursa şudur: Şu dünyada tek bir lisan konuşulsa, sınırlar olmasa. Hayal ama... Belki gerçekleşir, inşallah.

Bu söz John Lennon’ın ‘Imagine’ şarkısı gibi oldu Orhan Bey!

O da çok alem bir adamdır. Çocukluğumuzda çok dinledik.

İşçi Filmleri Festivali’nde bu yıl ‘Derdim Dünyan Büyük’ filmi de gösteriliyor. Filmin yönetmeni Şerif Gören’le tanışmanız nasıl oldu?

1978 yılında ‘Aşkı Ben Yaratmadım’ filmini çektik, orada tanıştık. Çok sevdim, harika bir insan, harika bir yönetmen, kendine has bir yönetmendir. Güzel bir film oldu, sevildi. Daha sonra da ‘Derdim Dünyadan Büyük’ü çektik. Filmin final sahnesindeki parçayı özel olarak yaptım. O sıralarda gecekondu sorunu vardı. Hisarüstü’ndeki gecekondular yıkılmak üzereydiler. 40 sene evvel orada doğmuş, büyümüş insanlar vardı. Evlerini yıkmaya kalkmışlardı. İnsanlar ‘böyle şey olmaz’ diye ayağa kalkmıştı, biz de çok üzülmüştük. Biz orada onlara yardımcı olduk.

Film gerçekten de gecekondu yıkımı sorununun yaşandığı mahallerde çekildi yani…

Evet. Orada şunu soruyorsun: Niye izin verdin, niye yıkıyorsun? 40 sene evvel yapılmış, şimdi yıkılıyor. O zaman niye zamanında yaptırdın? Biz de o kış kıyamette onların evsiz barksız kalmalarına çok üzüldüğümüz için, hikâyemizle de birleşiyordu, orada çektik.

Oynayanlar arasında da o mahallelerde yaşayanlar var mıydı?

Tabii, tabii, öyle çok insan vardı. Ben orada şunu anlatmak istedim. Sözlere dikkat edilirse… ‘Alan aldı, giden gitti ah ile / Ölen öldü, kalan kaldı, vah ile / Yaşanır mı bu zulümle, kahır ile / Asırlara sığmaz bizim derdimiz / Yetmez olduk kendimize, kendimize’. Sözler mesajı anlatıyor.

“Hiçbir zaman batıl kaderci olmadım”

Bugüne kadar müziğinizle ilgili kadercilik de eleştirileri yapıldı. Ama bu şarkıda kadercilik yok gördüğümüz kadarıyla. Burada yaşanan sorunlara tepki göstermek gerektiği yönünde bir mesaj var.

Ben hiçbir zaman batıl kaderci olmadım. Ben realistim. Kader kavramı tamamıyla ihtimaller hesabının ismidir. İhtimaller hesabı derken, Big Bang teorisine göre ki doğruysa var oluşla ilgili onun önüne geçen bir teori yok, kainat oluşurken ki biz ona ceviz büyüklüğünde diyorduk, Stephen Hawkins onu portakala terfi ettirdi, patlama oldu, patlamadan sonra o portakal büyüklüğündeki muazzam kitle bütün evrene saçıldı. Onun içinde bilgi olarak ne varsa, fiziki olsun manevi olsun, tüm bu değerler o parçaların içinde evrene saçıldı. Bilgiler başlangıçtan itibaren orada vardı. Biz buna genetik kodlama diyoruz. Tüm ihtimaller bu kitlenin içinde vardı. Dolayısıyla bu ihtimallerin yaşanılması söz konusu olduğuna göre bunu yaşayan da yaşadıktan sonra ‘ha, bu benim alınyazımmış’ diyebilir. O ihtimaller hesabını da tümünün başlığı kaderdir. Kader, bilimsel bir konudur, batıl bir konu değildir. Herkesin anlattığı kaderle bizimkinin bir ilgisi yok. Hatta gerçek anlamdaki kader de, yani İslamiyet’te anlatılan kader de benim anlattığım gibidir. Akıl var. ‘Eşeğini sağlam kazığa bağlayacaksın sonra Allah’a emanet edeceksin diye’ bir söz var ya... Allah beş tane duyu vermiş sana, bunları kullan, kullanmıyorsan senin hatandır. Ama senin elinde olan var, olmayan var. Elinde olmayana bakarsak: Doğmana sen mi karar verdin? Ölmemen gibi bir şey olmayacak. O zaman doğumuna da ölümüne de sen karar vermiyorsun, bir kere bunu baştan kabul et. Doğumla ölüm mesafesi arasında senin elinde olan var, olmayan var. Benim anlattığım kader bu. İhtimaller hesabıdır. Bu ihtimallerin içerisinde senin yaşadıkların da alın yazındır, yaşandıktan sonra onları görüyorsun. Yaşamdan evvel neyi yaşadığını bilemezsin. Anlattığım kader sözü hep bu manadadır. Orada da daha somut bir şeyi söylüyoruz. ‘Yılların günahı kaderde mi kalacak’. Yani sen ‘kaderimiz buymuş’ diyerek mi kendini avutacaksın? ‘Elbet bir gün insanlık sizden hesap soracak / Bin dertle, bin gamla yaşadım çok yılları / Sardıkça ezdi bizi yoksulluğun kolları’. Çünkü onlar yoksul. Oralardaki evlerini yıkmaya kalkıyorlar. İnsanlarımızın büyük çoğunluğu zorla yaşıyor, bunu görüp de bunu işaret etmemek olur mu? ‘Biz görmesek de görecekler var o güzel yarınları’. Ümidimiz de bir gün daha iyi olmaya yöneliktir. Biz görmesek de ama görecekler var, düzelecek yani bunlar. ‘Haklıysan vur bize boyun kıldan incedir’. Sen haklıysan cezamızı çekeriz. ‘Eğer insanlık yaşıyorsa, bu acılar, dert nedir / İnsanız, insanca yaşamak gayemiz / Ne şiddet ne de isyan / Haktan yana derdimiz / Bir gün eğer yaşıyorsak görecek her birimiz / Biz görmesek de görecekler var, bitecek dertlerimiz’. Burada bu şarkıyı söyleyerek finalde tepkiyi koyduk. Yani haklı olduğumuz için haksızı gerilettik anlamında bir görünüm vardı.

Yoksul mahallerle ilgili barınma sorunu hâlâ sürüyor. Mesela Ankara’da Dikmen Vadisi’nde olduğu gibi. Festival filmleri bu mahallelerde de gösterilecek. Bugünden baktığınızda bu sorunu nasıl yorumluyorsunuz? Bu mahallelerde yaşayan yoksullara ne söylemek istersiniz?

Demek ki aynı sorunlar devam ediyor. Filmin üzerinden 32 sene geçmiş. Herkes yaşama kaygusuyla istemediği şeyleri yapabiliyor. Ama disiplin olması lazım, kural olması lazım. Bu insanların büyük şehirlere gelme nedeni de bulundukları yerlerde karınlarının doymamasıydı. Yaşama kaygusundan kaynaklanıyor. Önce devletimizin bu kayguyu giderebilmesi lazım. İnsanlar yerlerinde doysalar zaten oradan hareket etmezlerdi. Buraya geldilerse, evleri yoksa, onlara kolaylık sağlanmalıydı. Yer gösterilmeliydi. Mutlaka bunun planlarının olması lazımdı.

Sinemayı 1990’da bıraktınız. Bırakmanız nasıl oldu?

Bıraktık, zaten sinema a o dönem herkes tarafından bırakıldı adeta. Yapımcılar zorlanıyordu, sinemalar satılmıştı. Televizyon ciddi anlamda etkilemişti.

“Filmin gösterilmesi bizi mutlu edecek”

Yıllar sonra bir filminiz yeniden salonlarda gösterilecek. Festival izleyicilerine neler söylemek istersiniz?

Kendilerine çok selam ve sevgilerimi yolluyorum. Berhudar olsunlar, sağ olsunlar. Bizim bir zamanlar o zor imkânlarla sinema aşkıyla, sanat aşkıyla, geceli gündüzlü, severek yaptığımız çalışmaları izliyorlar. Bizi mutlu edecek. Bu mesajlar zorlu mesajlardır. Bu mesajları hissetmeleri beni mutlu eder. Biz filmleri ne için yapıyorduk? Hem kendimizi tatmin etmek için hem de izleyicilere bir şey sunmak, onlara bir güzelliği ve bir gerçeği anlatmak için yapıyorduk.

Bu arada ‘berhudar olun’ sözü sizinle özdeşleşmiş bir söz değil mi?

Berhudar olun ne demek diye ansiklopedik bilgiye baktık. Orada Orhan Gencebay’a bu söz yakışıyor diye yazıyor (Gülüyor). Bu benim dedemden kalma bir deyim. ‘Berhudar ol evladım, su gibi aziz ol’ derdi.

Çok teşekkür ederiz zaman ayırdığınız için.

Rica ederim, ben teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder