Bir hafta kadar önce, Fukuşima birdenbire haberlerden yok oldu. NATO’nun Kaddafi’ye saldırısı ön plana çıktı. Bu tam da, AB’nin Enerji Bakanı’nın dobra dobra “kıyamet” dediği ve düzenli giderek artan alarmların verildiği deprem ve tsunamiyi takip eden ilk haftadan sonra oldu. Birdenbire ön sayfaları kaplayan Fukuşima durumuyla ilgili haberler dikkatli bir güven verici tona dönüşüverdi: Daiçi santralindeki 5. ve 6. birimleri soğutma çabalarında “gelişmeler” kaydedilmişti. Yıkılan santrali elektrik ağına bağlama çalışmalarında “ilerleme” vardı. Hidrojen patlamaları kaygı yaratmamalıydı. Hatta 1 numaralı birimde TEPCO (Nükleer santral şirketi) çalışanları kontrol odasındaki ışıkları bile yakmışlardı. Gelen haberler, kazazede Japon vatandaşlarının sakin, kontrollü hallerinin ve ağırbaşlılığının altını çiziyor, galeyana getirici haber yaymanın felaketten zar zor kurtulanları soymaya benzediğini ima ediyordu. Kişisel olarak söylersem, kızgın Japonların TEPCO idarecilerini, yanlarına George Monbiot’yu (Nükleer felaketten sonra, fikrini değiştirerek artık nükleer enerjinin güvenilir olduğuna karar vererek nükleer enerjiyi artık destekleme kararı alan Avrupalı “yeşil” lider. Ç.N.) da katarak temizleme çalışmasındaki 50 işçi (şehidin) yanına göndermeye kovalamalarını duymak daha hoşuma giderdi. TEPCO’nun suçları ve bu suçları gizlemesi Japon nükleer endüstrisinin doğuşuna kadar uzanıyor. Bir Rus ve Çernobil temizlemesinde görev alan Sovyet Spetsatom dairesinde çalışmış Iouli Andreev, Reuters haber ajansına, kâr peşinde olan şirketlerin “Çernobil’den çıkan dersleri kasten görmemezlikten geldiklerini” ve aynı suça IAEA’nın (International Atomic Energy Agency – Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, UAEK) da ihmalleriyle katıldığını söyledi. Andreev devamla “Masrafları kısmak için Fukuşima’da kullanılmış çubuklar nükleer reaktörlere çok yakın havuzlarda depolanmıştır. Bu havuzlardan birisi alev almış, atmosfere radyoaktivite göndermiştir. Japonlar çok açgözlü davranmış, oradaki her bir santimetre kareyi kullanmışlardır. Ama kullanılmış çubukları yoğun şekilde depolarsan ve eğer su havuzdan çekilirse yangın olasılığı yüksektir” dedi.
Önde gelen medyanın panik yaratmama yönünde devletten resmi olmayan bir tavsiye almış olması makul şüphesinin yanında gerçekte neler olduğuna dair güvenilir haber bulmak giderek zorlaşmıştı. Gerçekten de, UAEK’nun Viyana’daki merkez bürosunun günlük brifingleri araştırılırsa hiçbir kayda değer gelişme yaşanmadığı ve üstü kapalı bir şekilde (23 Mart’ta olan gibi) “Kurumun, 1,2,3 ve 4. kullanılmış çubuk birimlerinde su seviyesi ya da suyun ısısı hakkında bilgisi olmadığı” itiraf edilmiştir.
UAEK her gün Fukuşima Daiçi santralinde durumun “çok ciddi” olduğunun altını çizdi. Fransız Autorité de Sûreté Nucléaire gibi başka kurumlar da benzer ağır ifadeler kullandılar.
Bu arada, Japon hükümeti Japonya’nın kuzey doğusundan gelen ıspanak ya da başka sebzelerin yenmemesi için uyarılar yayınlarken ve artık hafta sonuna doğru ebeveynlere Tokyo’da çocuklarına musluk suyu içirmemeleri ikazı yapılırken, tehlikeli radyasyonun atmosfere yayılarak havayı, karayı ve denizleri zehirlemesi bültenleri gene aynı yatıştırıcı bir çerçevede veriliyordu. Counterpunch web sitesinde, biz bunların tersine, Hirose Takashi'nin dedikleri yönünde ağırlıklı birçok makale ve söyleşiyi yayınlıyorduk:
“Bence medyadaki bütün bilgiler yanlış. Bize, ne olmuş yani, baksanıza, günlük hayatta zaten hep radyasyona maruz kalıyoruz, uzaydan durmadan radyasyon geliyor, gibi aptalca şeyler söylüyorlar. Ama bunlar toplam yılda sadece bir milisievert (radyasyon ölçüm birimi). Hâlbuki yılda 365 gün var, her bir günde de 24 saat. 365’i yirmi dörtle çarp 8760 eder. Bunu da maruz kaldığımız 400 milisievert’le çarparsan normal dozun 3.500.000 katı yapar. Buna tehlikesiz mi diyorsun? Hangi medya bunu bildirdi? Hiçbiri. Bunu beyin tarama tıbbi aletleriyle karşılaştırıyorlar. Ama bu tıbbi tarama bir anda bitiyor. Bununla alakası ne? Radyoaktivitenin ölçülebilir olması radyoaktivitenin etrafa kaçtığı, yayıldığı içindir. Tehlikeli olan ise, bu maddenin vücudun içine girip onu içeriden radyasyona maruz bırakmasıdır. Bu endüstrinin savunucusu çokbilmişler TV’ye çıkıp ne diyorlar? Diyorlar ki, radyasyondan uzaklaşırsak, radyasyon aradaki uzaklığın karesine ters orantılı azalırmış. Ben ise tam tersini söylüyorum. İç radyasyon, radyoaktif maddenin vücudun içine girdiği zaman olur. Ne olur? Diyelim ki bir radyoaktif madde sizden bir metre uzakta. Onu teneffüs ediyorsunuz, gelip vücudunuzun içine yapışıyor. Onuna sizin aranızdaki mesafe artık mikron seviyesinde. Bir metre 1000 milimetre. Bir mikron ise milimetrenin binde biri. Bu ise bin kere bin, yani binin karesi. İşte “mesafenin karesiyle ters orantı” denen şey gerçekte budur işte. Radyasyona maruz kalma trilyon kere fazlalaşıyor. Hatta en küçük parçacığı bile soluyun, tehlike buradadır.”
Hem Arjun Makhijani hem de Robert Alvarez, Fukuşima’aki Daiçi patlamasının En Kötü Durumda Çernobil’den daha kötü olabileceğini söylüyorlar. Makhijani’nin, Maryland’deki Enerji ve Çevre Araştırma Enstitüsü Başkanı olarak yazdığı gibi:
“Kazanın oluşu, yangın da olan Çernobil’den çok farklı. Radyonüklitlerin karışımı da çok farklı. Kısa ömürlü radyonükleitlerin sayısı, özellikle İyodin–131, çok daha az olacağı halde, Sesyum–137, Stronsiyum–90, İyodin–129 ve Plütonyum–239 gibi uzun ömürlü radyonükleitler yüzünden sonuç çok daha tehlikeli olabilir. Bu radyonükleitler genellikle, kullanılmış çubuk havuzlarında reaktöre oranla daha fazla sayıda bulunurlar. Durum böyleyken, Japon yetkilileri tarafından bu konuda ne kadar az şey söylendiği çok dikkat çekici.”
Şimdi, 25 Mart’a gelindiğinde, TEPCO ve Japon hükümeti artık işin üzerini kapatamıyorlar. 3. birimin muhafaza kabının çatladığını itiraf ediyorlar. İşçilerin botlarıyla içinde yürüdükleri radyasyonlu su sağlıklı seviyenin 10.000 katı zehirli. Japonya Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Bürosu ikinci başkanı Hidehiko Nishiyama, 3 numaralı reaktördeki mox yakıtından (uranyum ve plütonyum karışımı) havaya radyasyon yayılabileceğini açıkladı.
Demek ki, başka bir deyişle, Japonya ve dünya 11 Mart’tan bu yana gerçekten de “En Kötü Durum”da. Olaylar iyiye de gitmiyor.
Nükleer endüstri ve nükleer büroların umdukları bir çeşit Mithridatlaşma. Mithridates, kendisini zehirleyeceklere karşı direncini geliştirebilmek için her gün zehir içen bir kraldı. Kriz durumu artık normal, günlük yaşam gibi görülüyor. Tabii, radyasyon seviyesi tehlikelinin üzerinde; Fukuşima’nın etrafındaki topraklar ve kuzey doğu Japonya’nın çevresindeki koca yerler zehirlenmiş durumda; Fukuşima’nın etrafı radyasyonlu çamurla çevrili; en azından, birimlerin üzerine sıkılan deniz suyunun kendisi de zehirlenerek toprağa girip oradan tekrar zehirleri toplayıp okyanusa geçtiğinden denizler de önemli derecede kirlilik gösteriyor.
Tabii, bunların hepsi doğru, ama “paniklemek için hiç bir neden yok.” Resmen yalanlanıncaya kadar hiç bir şeye inanmayın! Endüstrinin sözcüleri sürekli yalan söylemekteler, aynı insanlar ve doğa üzerine yapılanlar hakkında hep durmadan söyledikleri gibi.
Bu günlerdeyse nükleer enerjinin en şiddetli savunucuları George Monbiot gibi yeşiller. Monbiot, Guardian gazetesinde nükleer enerjiye gene çılgınca bir şefaat yazmış. (“Fukuşima Nasıl Benim Kaygılarımı Giderip Nükleer Enerjiyi Sevmeme Neden Oldu... Atom enerjisi olabilecek en haşin bir deneyime tabi tutuldu, ama insanlar ve uydumuza bunun etkisi küçük oldu. Fukuşima’daki kriz beni nükleer güç tarafına geçirdi” gibi. Mart 21’de yazılmış.) Monbiot gibi, giderek inanılırlığını yitiren antropojenik (insan nedenli) küresel ısınma (AKI) modellerine bağlanıp kalmış yeşiller, nükleer endüstrinin resmi sözcüsü olmakta giderek daha da tırmanmaktalar.
Yeşillerin nükleer endüstri tarafına geçirilmesi konusunda Martin Kokus bize aşağıdaki çok enteresan mektubu göndermiş:
“Küresel ısınma nükleer lobisini kurtardı demek yerine, nükleer kurumlar küresel ısınmayı icat ettiler diyorum. 70’lerde insan-yapımı iklim değişimi üzerine çalışmaktaydım ve en büyük komplo teorisyenleri bile AKI (antropojenik küresel ısınma) tartışmasının şekillenmesinde nükleer kurumların rolünün büyüklüğünü anlayamıyor. Nükleer kurumlar dediğimde sadece bunların lobisinden bahsetmiyorum, ama aynı zamanda silah yapımcıları, ordu, nükleer laboratuarlar, nükleer laboratuarlarca para verilen akademisyenler ve batının nükleerleşmesinde müthiş bir jeopolitik avantaj olduğunu sanan kişiler de dâhildir buna.
“En baştan beri anımsadığım kadarıyla, nükleer endüstri AKI tezlerini savunuyordu. 1973-1974’de Hoover Enstitüsü Edward Teller’in gezi konferanslarının parasını ödüyor ve bu konferanslarda Teller çevreye esasen karbondioksitin tehlikeli olduğunu ve tek çözümün de nükleer enerji olduğunu söylüyordu. (Eminim biliyorsundur, Hoover Enstitüsü, bugün ise, AKI’yı liberal bir komplo olarak tanımlıyor). Aynı yıllarda, Pittsburg Üniversitesindeki Nükleer Laboratuar başkanı ve kendi kendisini güvenlik uzmanı ilan etmiş ve nükleer enerji savunucusu Bernard Cohen’e de Enerji Bağımsızlığı İçin Amerikalılar (EBA) kurumu aynı şeyi yapması için para veriyordu. İsrail nükleer silahlarıyla ilişkisi konusunda Counterpunch sitesinde Grant Smith, EBA’nın örgütleyicilerinden ve Cohen’in yandaşı Zalman Şapiro hakkında bir dizi makale yazdı. Bu konuşmacılar iklimbilim bölümlerinin değil, nükleer mühendislik bölümlerinin sponsorluğuyla konuşuyorlardı.
“Virginia Üniversitesi’nde verilen insan-nedenli iklim değişimi seminerlerinin ilkine katıldım. Parçacıklar, toprak kullanımı, ormansızlaştırma ve hepsinden fazla tarım şirketlerinin üçüncü dünya ülkelerine girmesinden kaygılanıyorduk. Profesörlerim ilk on beş dakikada AKI teorilerini reddettiler. Ama daha o sırada bile OAK Ridge AEC’deki (Atom Enerji Komisyonu) kontratlı bir gözlemcimiz ilgimi sera etkilerine çekmeye uğraşıyordu. Aynı zamanda benim hep sağcı olarak ve sahte çevreci olarak düşündüğüm Outside dergisi AKI’yı en büyük çevresel tehdit olarak gören bir dizi yayınlıyordu. Bunu hep çok ilginç buldum çünkü bu tezin arkasında destekleyecek hiçbir bilgi bulunmuyordu.
“AKI’ya esas para Thatcher seçildikten sonra geldi. Eminim tutucu bir düşünce üretme kuruluşu olan Center for Policy Studies (Siyasi Çalışmalar Merkezi) adlı kurumun AKI tezlerini destekleyip yayma kararından haberiniz vardır. Tabii, Reagan yönetimi onların harcadığından da fazla para harcadı bu konuda. Hadley Center ve Doğu Anglia Üniversitesinin (DAÜ) iklim grubunun tüm harcamalarının yarısını biz karşılıyorduk. DAÜ İklim skandalının ortaya çıktığı yer. Hadley Center ve DAÜ, IPCC’nin (Hükümetler arası İklim Değişim Paneli) yaratıldığı yer. Para, eskiden Oakridge’deki ama şimdi DOE altında olan DAÜ laboratuarı tarafından kontrol ediliyordu. Bu parasal yapılanmada eski iklim bilimciler unutuluyordu. Aslında, karbondioksitten olmayan iklim değişiminin araştırılması için ayrılmış ve hâlihazırda bulunan fonlar kayboluverdi.”
Counterpunch okuyucularından James Cronin de yazıyor:
“Elimizdeki nükleer felaketin önemli bir veçhesi ilerici medyada hiç konuşulmuyor: Radyasyon nedenli kanserler maruz kalındıktan hemen sonra basitçe artıvermiyor. Bu sanki Kara Veba gibi bir şey değil, hani, insanların komşularının evlerinden ölülerinin sürüklenip çıkarıldığını gördüğü gibi bir şey değil. İnsan yaşamına bu zarar, bu cinayetler, ancak radyasyona maruz kalındıktan ancak uzun yıllar sonra istatistik bilgiler olarak (o zaman bile yayınlanmasına izin verilirse) görülecek.
“Yani başka bir deyişle, vatandaşların eyleme geçmesini tetikleyecek belirgin bir epidemik olmayacak. Demek ki, bize tiroid kanseri verebilecek seviyede, diyelim İyodin–131 gibi maddelere maruz kalmış olabiliriz, ama bu kanserlerin yayılımı radyasyona maruz kalmış bütün nüfusa yayılacağından, sadece yıllar sonra kendini ancak istatistikler olarak gösterebilecek. Tiroid kanserine yakalanacak birisini tanısak bile, bu hastalığın nedeninin (en azından o durumda) Japonya felaketine bağlayamayacağız. Yani şu anda nükleer endüstrinin kaçacak bir yolu var.
“Sanırım ki, araştırmanın yapıldığına dair garantiler var. Eğer maruz kalınan miktarları ya da olası miktarları bilebilsek, o zaman sonuçlanacak kanser (ve ölüm) sayılarını da tahmin edebiliriz. Bu tahminin DERHAL yapılması ya da bulunması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bilimsel yayınlarda, bir yerde, hâlihazırda yoksa bir tablo hazırlanabilir.
“Uzun zamandır sözde ilerici internet sitelerine Obama’ya desteklerinden dolayı güvenmedim. Bu felakete de nasıl baktıkları, senin Monbiot için yaptığın gibi incelenmeli.”
“Yaptığınız güzel işe devam edin Counterpunch sitesi”
Geçen hafta yazdığım gibi, Çernobil üzerine New York Bilimler Akademisinin 2009’da yayınladığı ve felaketten yıllarca sonra ortaya çıkan ölümcül sonuçlar üzerine olan araştırmada çok fazla bili var. Gene geçen hafta Yablokov ve Nesterenkos’un yayınladığı ve danışman editörlüğünü Janette Sherman-Nevinger’in yaptığı makaleler de okumaya değer.
(Bu yazı, Alexander Cockburn'un 27 Mart'ta yayımlanan "Libya, Oh What a Stupid War; Fukushima, Cover-Up Amid Catastrophe" adlı makalesinin ikinci bölümüdür)
[Bu makale Counterpunch.org'taki İngilizcesinden Mehmet Bayram tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder