Durgun mavi göl, sonsuz karların taçlandırdığı yüksek dağlarla çevrili. Bahçeler, zengin kıvrımlar halinde suyun kıyısına kadar iniyorlar. Şekerden yapılmış izlenimini veren, bembeyaz, evler, suya bakıyor. Sessizlik, bir çocuğun tatlı uyuklaması gibi.
Henüz sabah. Tepelerden baygın çiçek kokuları yayılıyor. Güneş az önce yükselmiş; çiy taneleri ağaçların yapraklarında, otların üstünde parıl parıl. hâlâ. Yol, dağlar arasına atılmış solgun bir kurdele; üstü taş kaplı, ama sanki dokununca kadife yumuşaklığını verecekmiş gibi.
Bir taş yığını yanında böcek gibi kara bir işçi oturuyor; yiğitlik ve iyilik var yüzünde, göğsünde de bir madalya.
Bakır, rengi ellerini dizlerine dayayıp kestane ağacı altındaki yabancının yüzüne bakıyor.
“Bu madalyayı Semplon tünelindeki çalışmam için aldım, bey,” diyor. Eğilip göğsündeki parıltılı maden parçasına bakıyor sonra.
“Evet, her iş başında güç gelir, ta insanın kemiklerine işleyinceye, onu sevmesini öğreninceye kadar. Ondan sonra da seni harekete geçirir ve güçlüğünü yitirir. Ama gene de kolay iş değil bu, ha!”
İşçi güneşe, gülümseyerek başını salladı hafifçe, sonra birden canlandı, kara gözleri parıldadı.
“Bazen insan ürkerdi ha. Toprak bile bir şeyler duyar herhalde, değil mi? Dağın derinliklerinde, koskoca yarığı kazarken toprak tüm öfkesiyle karşı koydu bize. Soluğu öyle sıcaktı ki, yüreğimiz eridi, kafamız ağırlaştı, kemiklerimiz sızladı.
Adam ellerine baktı, mavi tulumunun üstündeki maden parçasını düzeltti, sonra hafifçe içini çekerek devam etti:
“İnsanlar çalışmasını biliyorlar. Evet, beyim, insan ne kadar ufak tefek olsa da eğer çalışmak istiyorsa onu alt edecek güç yoktur yeryüzünde. İnanın bana, insan bütün cılızlığına karşın, yapmak istediği her şeyi yapabilir. Babam ilk önceleri pek inanmıyordu buna.
‘Bir ülkeden diğerine uzanan bir dağı yarmak, toprağı dağlarla ayırmış olan Tanrı’ya karşı gelmektir’ derdi babam. ‘Göreceksiniz Madonna bizi bırakıp gidecek,’ derdi. Yanılıyordu oysa. Madonna kendisini seven insanları bırakıp gitmez ki. Daha sonraları babam da neredeyse benim gibi düşünmeye başlamıştı. Gittikçe dağdan güçlü ve görkemli hissediyordu kendisini. Bazen bayram günlerinde önünde bir şişe şarap masa başına oturur bizlere ders verirdi.
‘Tanrının çocukları,’ derdi bize. Bu onun çok kullandığı bir deyimdi; Tanrıdan korkan bir insandı. ‘Tanrı’nın çocukları, bu biçimde savaşamazsınız toprakla,’ derdi. Toprak, gün gelir yaralarının öcünü alır, toprak yenilmez. Göreceksiniz, biz onu yüreğine kadar deleceğiz, ama tam oraya dokununca yanacağız hepimiz, çünkü toprağın yüreği ateştir, herkes bilir bunu. Toprağı sürmek başka şeydir; Doğaya doğum sancılarında yardım etmek insanın görevidir, ama onun yüzünü, ya da biçimini bozmak işte buna cesaret edemeyiz. Bakın, dağın derinliklerine girdikçe hava sıcaklaşıyor, soluk almak güçleşiyor…”
İşçi bıyıklarını burarak güldü hafif hafif.
“Yalnız babam değildi böyle düşünen; üstelik söyledikleri gerçekti de. Dağın içine indikçe sıcaklık artıyordu, hastalanıp ölüyorduk birer ikişer. Kaynar sular fışkırıyor, koca koca kaya parçaları düşüyordu tepemize. Geceleri çoğumuz karabasanlar içinde uyanıyor, bağırıyor, sayıklıyor, korkuyla fırlıyorduk yataklarımızdan.
‘Haklı değil miymişim,” diye soruyordu babam. Onun da gözleri korku doluydu, öksürüğü de gittikçe berbatlaşmıştı. ‘Haklı değil miymişim, doğayı yenemezsiniz,’ diyordu hep.
Sonunda bir daha kalkmamak üzere yattı yatağa. Yaşlı, ama güçlü kuvvetli adamdı. Değerini bilen bir insan gibi inatla, yakınmadan üç haftadan fazla boğuştu ölümle.
Bir gece beni çağırarak, ‘benim artık işim tamam Paola,’ dedi, ‘Kendine dikkat et ve evine dön. Madonna seninle birlikte olsun.’ Sonra uzun bir süre soluk soluğa gözleri kapalı hiç kımıldamadan yattı.”
İşçi ayağa kalktı, dağa baktı, kemiklerini çatırdatana kadar gerindi.
“Sonra bir ara elimi tutup beni yanına çekti ve ‘Oğlum Paola, ne olursa olsun eninde sonunda bu işin biteceğine inanıyorum,’ dedi. ‘Bizler, yani dağı bu yandan delenlerle diğer yandan delenlerin sonunda karşılaşacağına inanıyorum. Sen de inanıyorsun, değil mi?’ Evet, ben de inanıyordum buna. ‘Çok iyi oğlum,’ dedi babam, ‘insan yaptığı işe inanmalı, Tanrı’ya güvenmeli. Madonna’ya dua etmek yararlıdır bu durumlarda. Sana yalvarırım oğlum, eğer insanlar dağın içinde karşılaşırlarsa mezarıma gel ve .’Baba, tamam!’ de, o zaman anlarım ben.’
Babamın böyle konuşması iyi bir şeydi. Söz verdim öyle yapacağıma. Beş gün sonra da öldü. Ölümünden iki gün önce tünelde kazdığı yere gömülmesini istemişti, ama herhalde artık kendinde değildi o sıralarda.
Babamın ölümünden on üç hafta sonra karşıdan gelenlerle karşılaştık tam dağın, orta yerinde. Çılgın bir gündü o! Toprağın dibinde karşı taraftan gelenlerin bize ulaşabilmek için kazma salladıklarını duyuyorduk. Düşün bir kere, bizi, biz küçük adamları bir darbede pestile çevirecek o korkunç ağırlığın altında!
Günlerce duyduk bu sesi. Her geçen gün biraz daha artıyor, belirginleşiyordu. Galiplerin çılgın sarhoşluğuna kapılmıştık, deliler gibi çalışıyorduk artık. Ne bir yorgunluk duyuyor, ne de bir dürtüye gereksinim duyuyorduk. Günlük güneşlik bir günde dans gibi bir şeydi bu, yemin ederim sana. Hepimiz çocuklar kadar saygılı ve iyi yürekliydik birbirimize karşı. Orada toprağın altında aylardır köstebek gibi çalıştığımız yerde diğerleriyle, buluşmak tutkusu nasıl da sarmıştı hepimizi.”
Anılarının verdiği coşkudan yüzü kıpkırmızı kesilmişti adamın. Biraz daha yaklaştı ve derin, insancıl bakışlarda dinleyicisinin gözlerine uzun uzun bakarak sözlerine devam etti:
“Eh son toprak parçası da dökülüp meşalenin alevi deliği aydınlatınca karşımızda sevinç gözyaşları döken bir yüz ve onun arkasında sürüyle meşaleler ve insanlar gördük. Çevremiz zafer çığlıklarıyla ve sevinç dolu seslerle gümbürdüyordu. Yaşamımın en mutlu günüydü bu, onu anımsadığım zaman yaşamımın boşa gitmemiş olduğuna inanıyorum. İşte bu, benim işim kutsal bir iş, bey, kutsal bir iş diyorum sana. Güneşe çıktığımızda çoğumuz ağlayarak toprağa kapandık, öptük onu. Bir peri masalı kadar inanılmaz bir şeydi bu. Evet, yenik düşen toprağı öptük, dağı öptük. O gün, kendimi her zamandan daha yakın buldum toprağa, bey; İnsanın bir kadını sevmesi gibi sevdim toprağı.
Elbette gittim babamın mezarına. Ölülerin hiçbir şey duymadıklarını bilirim, ama gene de gittim. İnsan, kendisi için çalışan, kendisi kadar acı çekenlerin arzularını yerine getirmeli, değil mi?
Evet, gittim mezarına, bana dediği gibi ayağımla toprağa vurarak, ‘Oldu baba’ dedim. ‘Biz insanlar kazandık. Tamam, baba!’”
Henüz sabah. Tepelerden baygın çiçek kokuları yayılıyor. Güneş az önce yükselmiş; çiy taneleri ağaçların yapraklarında, otların üstünde parıl parıl. hâlâ. Yol, dağlar arasına atılmış solgun bir kurdele; üstü taş kaplı, ama sanki dokununca kadife yumuşaklığını verecekmiş gibi.
Bir taş yığını yanında böcek gibi kara bir işçi oturuyor; yiğitlik ve iyilik var yüzünde, göğsünde de bir madalya.
Bakır, rengi ellerini dizlerine dayayıp kestane ağacı altındaki yabancının yüzüne bakıyor.
“Bu madalyayı Semplon tünelindeki çalışmam için aldım, bey,” diyor. Eğilip göğsündeki parıltılı maden parçasına bakıyor sonra.
“Evet, her iş başında güç gelir, ta insanın kemiklerine işleyinceye, onu sevmesini öğreninceye kadar. Ondan sonra da seni harekete geçirir ve güçlüğünü yitirir. Ama gene de kolay iş değil bu, ha!”
İşçi güneşe, gülümseyerek başını salladı hafifçe, sonra birden canlandı, kara gözleri parıldadı.
“Bazen insan ürkerdi ha. Toprak bile bir şeyler duyar herhalde, değil mi? Dağın derinliklerinde, koskoca yarığı kazarken toprak tüm öfkesiyle karşı koydu bize. Soluğu öyle sıcaktı ki, yüreğimiz eridi, kafamız ağırlaştı, kemiklerimiz sızladı.
Adam ellerine baktı, mavi tulumunun üstündeki maden parçasını düzeltti, sonra hafifçe içini çekerek devam etti:
“İnsanlar çalışmasını biliyorlar. Evet, beyim, insan ne kadar ufak tefek olsa da eğer çalışmak istiyorsa onu alt edecek güç yoktur yeryüzünde. İnanın bana, insan bütün cılızlığına karşın, yapmak istediği her şeyi yapabilir. Babam ilk önceleri pek inanmıyordu buna.
‘Bir ülkeden diğerine uzanan bir dağı yarmak, toprağı dağlarla ayırmış olan Tanrı’ya karşı gelmektir’ derdi babam. ‘Göreceksiniz Madonna bizi bırakıp gidecek,’ derdi. Yanılıyordu oysa. Madonna kendisini seven insanları bırakıp gitmez ki. Daha sonraları babam da neredeyse benim gibi düşünmeye başlamıştı. Gittikçe dağdan güçlü ve görkemli hissediyordu kendisini. Bazen bayram günlerinde önünde bir şişe şarap masa başına oturur bizlere ders verirdi.
‘Tanrının çocukları,’ derdi bize. Bu onun çok kullandığı bir deyimdi; Tanrıdan korkan bir insandı. ‘Tanrı’nın çocukları, bu biçimde savaşamazsınız toprakla,’ derdi. Toprak, gün gelir yaralarının öcünü alır, toprak yenilmez. Göreceksiniz, biz onu yüreğine kadar deleceğiz, ama tam oraya dokununca yanacağız hepimiz, çünkü toprağın yüreği ateştir, herkes bilir bunu. Toprağı sürmek başka şeydir; Doğaya doğum sancılarında yardım etmek insanın görevidir, ama onun yüzünü, ya da biçimini bozmak işte buna cesaret edemeyiz. Bakın, dağın derinliklerine girdikçe hava sıcaklaşıyor, soluk almak güçleşiyor…”
İşçi bıyıklarını burarak güldü hafif hafif.
“Yalnız babam değildi böyle düşünen; üstelik söyledikleri gerçekti de. Dağın içine indikçe sıcaklık artıyordu, hastalanıp ölüyorduk birer ikişer. Kaynar sular fışkırıyor, koca koca kaya parçaları düşüyordu tepemize. Geceleri çoğumuz karabasanlar içinde uyanıyor, bağırıyor, sayıklıyor, korkuyla fırlıyorduk yataklarımızdan.
‘Haklı değil miymişim,” diye soruyordu babam. Onun da gözleri korku doluydu, öksürüğü de gittikçe berbatlaşmıştı. ‘Haklı değil miymişim, doğayı yenemezsiniz,’ diyordu hep.
Sonunda bir daha kalkmamak üzere yattı yatağa. Yaşlı, ama güçlü kuvvetli adamdı. Değerini bilen bir insan gibi inatla, yakınmadan üç haftadan fazla boğuştu ölümle.
Bir gece beni çağırarak, ‘benim artık işim tamam Paola,’ dedi, ‘Kendine dikkat et ve evine dön. Madonna seninle birlikte olsun.’ Sonra uzun bir süre soluk soluğa gözleri kapalı hiç kımıldamadan yattı.”
İşçi ayağa kalktı, dağa baktı, kemiklerini çatırdatana kadar gerindi.
“Sonra bir ara elimi tutup beni yanına çekti ve ‘Oğlum Paola, ne olursa olsun eninde sonunda bu işin biteceğine inanıyorum,’ dedi. ‘Bizler, yani dağı bu yandan delenlerle diğer yandan delenlerin sonunda karşılaşacağına inanıyorum. Sen de inanıyorsun, değil mi?’ Evet, ben de inanıyordum buna. ‘Çok iyi oğlum,’ dedi babam, ‘insan yaptığı işe inanmalı, Tanrı’ya güvenmeli. Madonna’ya dua etmek yararlıdır bu durumlarda. Sana yalvarırım oğlum, eğer insanlar dağın içinde karşılaşırlarsa mezarıma gel ve .’Baba, tamam!’ de, o zaman anlarım ben.’
Babamın böyle konuşması iyi bir şeydi. Söz verdim öyle yapacağıma. Beş gün sonra da öldü. Ölümünden iki gün önce tünelde kazdığı yere gömülmesini istemişti, ama herhalde artık kendinde değildi o sıralarda.
Babamın ölümünden on üç hafta sonra karşıdan gelenlerle karşılaştık tam dağın, orta yerinde. Çılgın bir gündü o! Toprağın dibinde karşı taraftan gelenlerin bize ulaşabilmek için kazma salladıklarını duyuyorduk. Düşün bir kere, bizi, biz küçük adamları bir darbede pestile çevirecek o korkunç ağırlığın altında!
Günlerce duyduk bu sesi. Her geçen gün biraz daha artıyor, belirginleşiyordu. Galiplerin çılgın sarhoşluğuna kapılmıştık, deliler gibi çalışıyorduk artık. Ne bir yorgunluk duyuyor, ne de bir dürtüye gereksinim duyuyorduk. Günlük güneşlik bir günde dans gibi bir şeydi bu, yemin ederim sana. Hepimiz çocuklar kadar saygılı ve iyi yürekliydik birbirimize karşı. Orada toprağın altında aylardır köstebek gibi çalıştığımız yerde diğerleriyle, buluşmak tutkusu nasıl da sarmıştı hepimizi.”
Anılarının verdiği coşkudan yüzü kıpkırmızı kesilmişti adamın. Biraz daha yaklaştı ve derin, insancıl bakışlarda dinleyicisinin gözlerine uzun uzun bakarak sözlerine devam etti:
“Eh son toprak parçası da dökülüp meşalenin alevi deliği aydınlatınca karşımızda sevinç gözyaşları döken bir yüz ve onun arkasında sürüyle meşaleler ve insanlar gördük. Çevremiz zafer çığlıklarıyla ve sevinç dolu seslerle gümbürdüyordu. Yaşamımın en mutlu günüydü bu, onu anımsadığım zaman yaşamımın boşa gitmemiş olduğuna inanıyorum. İşte bu, benim işim kutsal bir iş, bey, kutsal bir iş diyorum sana. Güneşe çıktığımızda çoğumuz ağlayarak toprağa kapandık, öptük onu. Bir peri masalı kadar inanılmaz bir şeydi bu. Evet, yenik düşen toprağı öptük, dağı öptük. O gün, kendimi her zamandan daha yakın buldum toprağa, bey; İnsanın bir kadını sevmesi gibi sevdim toprağı.
Elbette gittim babamın mezarına. Ölülerin hiçbir şey duymadıklarını bilirim, ama gene de gittim. İnsan, kendisi için çalışan, kendisi kadar acı çekenlerin arzularını yerine getirmeli, değil mi?
Evet, gittim mezarına, bana dediği gibi ayağımla toprağa vurarak, ‘Oldu baba’ dedim. ‘Biz insanlar kazandık. Tamam, baba!’”
Üstümüze taşlar fırlattı, başımızdan aşağı kaynar sular döktü. Korkunç, korkunç bir şeydi bu. Bazen ışık vurunca, kıpkırmızı olurdu su; babam toprağı yaraladığımızı, onun da bizleri kanıyla yakacağını, boğacağını söylerdi. Tümden hayaldi bu, ama toprağın derinliklerinde, boğucu karanlıkta, tıp tıp damlayan suların altında, demirin taşa sürtünmesinden çıkan gacırtıyı duyduğu zaman her şey olanaklıymış gibi geliyor insana. O bağırsaklarını deştiğimiz başı bulutlara değen dağın yanında biz insanlar öylesine ufak, öylesine cılız kalıyorduk ki. Orada olup da bu küçük adamların dağın eteğinde açtıkları açık bir ağza benzeyen deliği, daha gün doğmadan o delikten içeri girmemizi ve biz toprağın bağırsaklarında ağır ağır ilerlerken güneşin arkamızdan acı acı baktığını bir görseydin; dağın kederli yüzünü görüp, ta içerden gelen gümbürdemeleri ve çılgın bir insanın kahkahalarına benzeyen patlamaların yankımasını duysaydın anlardın ne demek istediğimi.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder