İster bilinen usullerle olsun, isterse de yeni birtakım yollarla gerçekleşmiş olsun, ulusal bağımsızlık, ulusal doğuş, ulustan kavme geçiş ve sömürgecilikten kurtuluş her zaman şiddete dayalı olgular olmuşlardır. Bu olgular şu düzeylerde ele alınmışlardır: Kişisel ilişkiler... spor kulüpleri... kokteyller ve partilerde bir araya gelen insanlar... Bağımlılıktan kurtuluş... özel ya da devlet bankalarının yönetim polis teşkilatı.. bağımlılıktan kurtuluş... kısacası bir “insan tipi”nin yerini bir “başka tip”in alması... Birinden diğerine geçişten çok genel anlamda, komple ve kesin bir yerini alma söz konusudur... Esasında yeni bir ulusun ortaya çıkışı, yeni bir devletin kuruluşu, ekonomik ve siyasi ilişkiler de benzer şekilde açıklanabilir. Fakat biz, sömürgecilikten kurtuluştan, daha başlangıçta kestirip atmadan, ihtiyatla söz etmeyi yeğ tuttuk. Böyle davranmamızın önemi, sömürgecilikten kurtuluş eyleminin daha başlangıcından beri sömürgeleştirilen insanın isteklerine minimum düzeyde yer vermesinden ileri gelmektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse, sömürgecilikten kurtuluş eyleminin başarı grafiği tamamıyla değişen toplumsal yapı içinde yer alır. Değişimin taşıdığı önem, istenmiş ve ısrarla üzerinde durulmuş olmasındadır. Değişimin gerekliliği düşüncesi, ana hatlarıyla, sömürgeleştirilen erkeğin ve kadının bilincinde ve hayatında, istesinler ya da istemesinler, yer eder. Değişimin meydana getireceği olaylar ve olgular bir başka tip erkek ve kadının (sömürgecilerin) şuurlarında ürküntü yaratacaktır.
Dünyanın düzenini değiştirmeyi amaçlayan bir sömürgecilikten kurtuluş eylemi tam bir düzensizlik programıdır, yahutta en azından öyle görülür. Sömürgecilikten kurtuluş eylemi, esrarlı bir işlemin, doğal bir sarsıntının ve karşılıklı uzlaşmada dayalı bir anlaşmanın eseri olabilir. Bilindiği üzere bu tarihi bir süreçtir. Ona tarihi nitelik veren şekil ve öz çekip alındığı ölçüde berraklaşacak, anlaşılabilir, kavranabilir hale gelecektir. Sömürgecilikten kurtuluş eylemi, sömürgeciliğin beslediği ve sömürgecilikten orijinalitesini alan, temelde birbirleriyle çelişen iki gücün karşı karşıya gelmesidir. İlk karşı karşıya gelişleri (sömürgeci ve sömürülen insanın) şiddet içinde olmuştur. Bir arada bulunmaları süngü ve silahla devam etmiştir. Bu iki güç çok eskiden beri birbirlerine aşinadırlar. Gerçekten de sömürgecinin onları “tanımak” şeklinde bir dil kullanmakta hakkı vardır. Sömürgeleştirilen insanı ortayı çıkaran da, bunun devamını sağlayan da sömürgecinin kendisidir. Sömürgeci tüm varlığını sömürge sisteminden kazanır.
Sömürgecilikten kurtuluş eylemi gözden kaçacak bir olgu değildir. Çünkü doğrudan doğruya insan üzerinde çalışılır. Bu eylem insanı temelli olarak değiştirir, insanları özden yoksun seyirciler haline getirir. Çeşitli hilelerle onları çok iyi yakalar. Yeni insan tipinin (sömürgecinin) getirdiği yeni bir dil, yeni bir insanlık anlayışı meydana getirir. Sömürgecilikten kurtuluş gerçekten de yeni tip insanların ortaya çıkmasıdır. fakat bu yeni insan tipi meydana getirme, hiçbir doğaüstü güçten almaz meşruiyetini. Özgürlüğüne şu yolla kavuşsa bile, sömürgeleştirilen insan, gelişim içinde insanlığını kazanır.
Sömürgecilikten kurtuluş eyleminde “tam bir yerini alma” gerekliliği söz konusudur. Tam olarak ifade etmek gerekirse şu cümleyi verebiliriz: “Sonuncular birinciler olacaklardır.” Sömürgecilikten kurtuluş bu hükmü doğrulamıştır.
Somut bir biçimde ortaya konulduğu zaman, sömürgecilikten kurtuluş delik-deşik deriler arasında kana bulanmış mermileri ve süngüleri akla getirir ister istemez. Çünkü sonuncular birinciler olacaklarsa bu ancak iki baş oyuncunun kesin ve öldürücü vuruşması ile olur. Bu sonuncuları baş sıraya geçirme, onları, organize bir toplumu belirleyen toplumsal basamaklara yükseltme isteği, ancak, şiddet dahil her vasıtayı denge içine sokmakla mümkün olacaktır.
................
Sömürge dünyası bölümlenmiş, parça parça bir dünyadır. Yerlilerin yaşadığı şehirler... Avrupalıların yaşadığı şehirler... Yerlilerin okulları... Avrupalılarınkiler.. gibi ayrımların varlığından söz etmek ne kadar gereksiz ise, Güney Afrika’daki ırk ayrımlarından söz etmek de o derece gereksizdir. Bununla birlikte bu ayrımların özüne kadar indiğimizde, en azından, bu bölüşüm çizgilerinin bir kısmını aydınlatma fırsatını bulmuş olacağız. Sömürge dünyasına, işleyişine ve coğrafi kaynaklarına yaklaşım, bizim, sömürgecilikten kurtulmuş bir toplumu yeniden organize etmek için geçireceğimiz evreleri belirlememize olanak verecektir.
Sömürge dünyası bölümlenmiş, ikiye ayrılmış bir dünyadır: Bölüşüm çizgileri, sınırları ordu ve polis karakolları ile belirlenmiştir... Kapitalist toplumlarda, eğitim, dini veya laik, babadan oğula intikal eden ahlaki tavırların oluşumu... elli yıllık iyi ve düzgün hizmetleri sonucu ödüllendirilen işçilerin dürüstlüğü, erdem ve uyumluluk içinde önerilen sevgi... bütün bu kurulu düzenin estetik kabulleri sömürgeleştirilen, sömürülen insanın çevresinde, düzenin güçlerinin amaçlarına ulaşmalarını kolaylaştıran itaat ve yasaklama çemberi oluşturmuştur. Kapitalist ülkelerde sömürülen insanla iktidar arasında pek çok akıl hocası yerlerini almışlardır. Buna karşılık sömürgeleştirilen ülkelerde sömürgeleştirilen insanlarla ilişkileri temin edenler eli silahlı aracı güçlerdir. Bu güçler, napalm ve dipçik zoruyla sömürgeleştirilen insana kımıldamamasını, yerinde oturmasını öğütlerler. Görüldüğü üzere iktidarın aracısı yalın bir şiddet dili kullanmaktadır. Zulmü hafifletmediği gibi, baskısını da gizlememektedir. Bu aracı güçler şiddeti evlere, insanların beyinlerine kadar sokuyorlar.
Sömürgeleştirilen insanların yaşadıkları beldeler sömürgecilerin yaşadıkları beldelerin uzantıları ve tamamlayıcıları değillerdir. Birbirlerine zıt farklı beldelerdir. Tam bir Aristo mantığı ile birbirlerini dışlamaya boyun eğerler. Bir uzlaşma söz konusu değildir aralarında. İkisinden biri fazlalıktır. sömürgecinin yaşadığı şehir taş ve demirden inşa edilmiş sağlam bir şehirdir. Hayal bile edilemeyecek, görülmemiş şeylerle dolup taşan çöp kutularının bulunduğu, asfaltlanmış, ışıklarla donatılmış şehirlerdir. Sömürgecilerin ayakları, deniz hariç hiçbir yerde suya yakın olmamıştır. Şehrin caddelerinin tertemiz, dümdüz olmasına karşın sağlam ayakkabılarla korunmuştur sömürgecinin ayakları. Sömürgecinin şehri doymuş, tembel, depo ve mağazaları sürekli iyi şeylerle dolu; Beyaz’ın, yabancının şehirleridirler.
Yerlilerin yaşadıkları beldeler, zenci kasabaları, aç insanlarla dolu şeylerdir. Bu yerlerde insan nerede ve ne zaman olursa orada, öylece dünyaya açar gözlerini.. Öylece de veda eder dünyaya. Ayrımların olmadığı, insanların üst üste, harabelerin birbiri üstünde olduğu yerlerdir buralar. Aç, ekmeğin, etin, ayakkabının ve elektriğin olmadığı yerlerdir. Sömürgeleştirilen insanın sömürgecilerin şehirlerine bakışı arzulu ve şehvet dolu bir bakıştır. Sahip olma hayalleri.. her türlü sahip olma düşleri... sömürgecinin masasına oturma... sömürgecinin yatağına, mümkün olduğu takdirde sömürgecinin karısıyla birlikte yatma... hayalleri. Sömürgeleştirilen insan kıskanç insandır. Sömürgeci, kulağı tetikte olarak, sömürgeleştirilen insanın rüzgârlarda uçuşan bakışlarından haberdar olduğundan, yok saymaz onları: “Onlar, bizim yerimizi almak istiyorlar.” Bu bir gerçek. Sömürgecinin yerine yerleşmeyi düşlememiş bir tek sömürgeleştirilen insan yoktur.
Bu paylaşılmış, ikiye bölünmüş dünyada iki insan tipi yaşar. Sömürge ilişkisi, ekonomik gerçekler ve eşitsizlik, büyük yaşama farklılıkları beşeri gerçekleri örtbas edememektedir. Sömürgeci-sömürülen insan arasındaki ilişki yakından gözlemlendiği zaman dünyayı parçalara ayıran şeyin şu ya da bu ırka ait olma olgusu olduğu görülür. Sömürgelerde ekonomik altyapı aynı zamanda bir üstyapıdır da. Sonuç şudur: Zenginsen Beyazsın. Beyazsan zengin. Marksist incelemeler sömürge meselesine yaklaşımlarında havada kalmak zorunda kalmışlardır. Marx’ın incelediği kapitalizm öncesi toplum kavramına kadar (Marx’ın görüşünü burada yeniden ele almaya gerek yok) böyle bir şey söz konusu değildi. Serf (köle) şövalyeden ayrı bir yapıya sahipti. Ama dini hukuka müracaat bu statü farklılığını meşrulaştırmak için gerekli ve kaçınılmazdı. Sömürgelerde, başka diyarlardan gelmiş olan “yabancı” (sömürgeci) silahlar ve makineler sayesinde kendini kabul ettirmiştir. Her şeye rağmen sömürgeci yine de yabancı olarak kalmıştır. Yönetici sınıfı belirleyen şey, ne fabrikalar, ne ellerindeki mal mülk ve ne de bankalara yatırılmış olan paralardır. Yönetici sınıf her şeyden önce “başka diyarlardan” gelen ve yerlilere “benzemeyen” apayrı insanlardır. Sömürge dünyasının düzenine yön veren, yerlilerin toplumsal yapılarını yerle bir etmeyi yönlendirenler; ekonomik yapıları, giyim-kuşamı ve görünüş biçimlerini bütünü ile yıkan şiddet, yaşayan tarih olmaya karar verdiği zaman, sömürge insanı tarafından özümlenecek ve istenen bir olgu olacaktır. Sömürgeleştirilen halk o güne kadar kendisine yasaklanan şehirlere akın edecektir. Sömürge dünyasını havaya uçurmak bundan böyle net bir hedef olmuş ve sömürge toplumunu meydana getiren insanların harekete geçmeleriyle daha anlaşılır hale gelmiştir. Sömürge dünyasının yerle bir edilmesinden, sınırların ortadan kaldırılmasından sonra iki belde arasında yeni birtakım geçiş yolları açılacaktır. Sömürge dünyasını yerle bir etmek, sömürgecileri daha iç kesimlere püskürtmektir, o kadar.
Sömürge dünyasının sömürülen insanlar tarafından hesaba çekilmesi bakış açılarının akılcı bir karşılaştırılması değildir. Evrensel olan hakkında bir açıklama da değildir. Somut olarak ortaya konmuş olan bir orijinalitenin bütünüyle doğrulanması demektir. Sömürgecinin dünyası tamamıyla maniheist bir dünyadır. Sömürgeci için sömürge insanını polis ve jandarma sayesinde kuşatmak yeterli değildir. Sömürgelerde görülen sömürünün totaliter özelliğini ifade için, sömürgeci, sömürgeleştirilen insanı, “kötülüklerin sembolü” yapar.[1] Sömürgeleştirilen toplum, sadece değerlerden yoksun olarak tanımlanmamıştır. Yerli insan değerlerden yoksunluğu ve değerleri yok saymayı ahlaka aykırı saymıştır. Sömürgecinin değerlere düşman olduğunu da ifade edelim. Bu anlamıyla ele alınırsa, sömürge insanı kesin olarak kötüdür. Kendine yakın olan her şeyi yıkan, tahrip eden bir yapı... ahlaki ve estetik niteliğe sahip her şeyi dejenere eden, uğursuz güçlerin kaynağı, şuursuz ve iflah olmaz bir aracı... Meyer, Fransız parlamentosunda, Cumhuriyeti Cezayir toplumuna götürürken soysuzlaştırmamak gerektiğini ciddi bir dille ifade etmişti. Esasında, değerler, sömürgeci toplumla karşı karşıya gelindiği andan itibaren bozulmuş ve bütünüyle zararlı hale gelmişlerdir. Sömürgeleştirilen insanın gelenek ve görenekleri, mitleri, bilhassa da bu mitleri, bu yapısal bozulmanın kanıtıdır. Bunun için, parazitleri ve hastalık nedenlerini yok eden D.D.T. ile yumurtanın içinde kötülüklerle, sapıklıklarla ve doğuştan gelen uğursuzluklarla mücadele eden hıristiyanlığı aynı plan için koymak gerekir. Sarı hummanın gerilemesi, İncil’i yaygınlaştırma aynı hesaba katkıda bulunan değişik olgulardır. Misyonerlerin zafer bildirileri sömürge toplumunda ortaya çıkan yabancılaşmanın nedenleri hakkında bize bilgi verebilirler. Hıristiyanlıktan söz ediyorum. Kimse bundan gocunmasın. Sömürgelerdeki kilise Beyazların, yabancıların kilisesidir. Kilise sömürgeleştirilen insanları Tanrı’nın yoluna değil, Beyaz Efendinin, zalimlerin yoluna davet etmektedir.
Bu maniheist tutum bazen mantığın sınırlarını aşmakta, sömürgeleştirilen insanı, insanlık dışı bir hale getirmektedir. Daha açık ifadesiyle sömürgeleştirilen insanı hayvanlar seviyesine düşürmektedir. Zaten sömürgecinin sömürgeleştirdiği insanı anlatmak için kullandığı dil, zoolojik bir dildir. Sömürgeci tasvir yapmak ve en uygun sıfatı bulmak istediği zaman devamlı olarak Ortaçağ hayvan öykülerine başvurur. Avrupalı çok az olarak imgelere müracaat eder. Sömürgecinin kendisi hakkında ne düşündüğünün farkındaydı sömürgeleştirilen insan. Hızla artan nüfus... histeriye tutulmuş yığınlar... tüm insanlığın kaçtığı bu yüzler... bu acayip iri vücutlar.. başsız-kıçsız bu topluluk... güneşin altında sere serpe yatan bu miskinlik... bu üreme hızı... bütün bunlar sömürgecinin sözcük dağarcığının sadece birkaçını oluşturur. General De Gaule “Sarıların çokluğu”ndan söz eder. F. Mauriac da kısa zamanda dalga dalga yayılacak olan sarı, esmer ve zenci topluluklardan söz eder. Hepsini bilir sömürge insanı. Ve başkalarının sözlerinde kendisinin hayvan olarak yer aldığını gördüğü zaman da, güler sadece. Çünkü biliyor o, hayvan olmadığını.
Sömürgeleştirilen insan ağırlığını hissettirmeye, sömürgecinin rahatını kaçırmaya başladığı zaman “kültür kongrelerine” delege olarak gönderilmekte, kendi orijinalitesini sergilemekte ve Avrupai değerleri tehlikeye sokmaktadır. Avrupa’ya özgü değerler söz konusu olduğu zaman, sömürgeleştirilen insanlarda bir çeşit gerilim, bir tür kasılma meydana gelmektedir. Sömürgecilikten kurtuluş evresinde, sömürgeleştirilen insan düşünmeye çağrılmıştır. Onlara sağlam değerler önerilmiş ve sömürgecilikten kurtuluşun ilkelleşme olmayıp, sağlam, yönlendirilmiş ve denenmiş değerlere dayanmak gerektiği ısrarla vurgulanmıştır. Beyazların değer yargılarının üstünlüğünü temin eden şiddet ve saldırganlık sömürgeleştirilen insanı bu değerler karşısında bıyık altından güldürmüştür. Sömürge sistemi içinde sömürgeleştirilen insan Beyazların değerlerinin üstünlüğünü kabullendiği zaman, işte ancak o zaman, sömürgeci sömürgeleştirilen insanı yerden yere vurmayı bırakır. Halbuki sömürgecilikten kurtuluş evresinde sömürgeleştirilen insan sömürgecilerin değerleriyle alay etmekte, onlara küfretmektedir.
Bu olgu genellikle maskelenmiştir. Çünkü sömürgecilikten kurtuluş evresinde bazı sömürge aydınları sömürgeci ülkenin burjuva aydınları ile ilişki halindedirler. Bu evrede yerli halk garip bir halk olarak görülmüştür. Sömürgeci burjuva aydınlarının bir kısmını tanıma fırsatını bulan yerli aydınları birtakım nüanslar ortaya koyabilmek için bu olgu üzerinde yeterince durmamışlardır. Buna karşılık özgürleşme evresinde sömürgeci burjuvazi büyük bir şevkle “elit” kesimle ilişki kurmanın yollarını aramıştır. Bu, değerler üzerinde elitlerle ciddi diyaloglara girmek demektir. Sömürgeci burjuvazi sömürgelerde egemenliklerini kabul ettirmenin olanaksızlığının farkına vardığı zaman teknik değerler ve kültür alanında cephe gerisinde kavga vermeyi kararlaştırır. Oysa ki, gözden ırak tutulmaması gereken konu, sömürge halkının bu meselelerin yabancısı olduklarıdır. Sömürgeleştirilen halk için en önemli değer topraktır. - çünkü en somut olan da budur. - Ekmeğini ve onurunu temin ettiği, toprak. Ama bu asalette “insan kişiliğinin asaleti” bakımından sözü edilecek hiçbir şey yoktur. Bu ideal insan kişiliği üzerinde hiçbir zaman derli toplu bir şekilde durulmamıştır. Hiçbir ahlak öğreticisi, hiçbir din adamı, hiçbir zaman, sömürge insanının yerine eziyete katlanmamış, hiçbiri ekmeğini onlarla paylaşmamıştır. Sömürgeleştirilen insan için moral hocası olmak demek, somut bir biçimde sömürgecinin büyüklüğünü gizlemek, tek kelime ile sahnenin dışına kaçmak demektir. Sömürgeleştirilen insan sömürgeciye eşit olduğunu öne sürdüğü zaman hemencecik meşhur “insanların birbirlerine eşit olduğu” ilkesini karşısında bulur. Bunu sömürgeleştirilen insanın sömürgeciden daha üstün duruma gelebilmek için savaşması izler. Esasında sömürgeleştirilen insan çok önceden, sömürgecinin yerini kapmayı, onun yerine yerleşmeyi kafasına koymuştur. Görüldüğü üzere yok olup giden tamamıyla maddi ve ahlaki yapıdır. Sömürgecinin kuyruğuna takılmış olan aydın, sömürgeci ile sömürgeleştirilen insanın barış içinde bir arada yaşamaları için mücadele edecektir. Farkına varılmayan konu, sömürge bağının yok olmasıyla birlikte, sömürgecinin kalması ve varlığını devam ettirmesi için hiçbir nedenin olmadığıdır. Liberal adını verdiğimiz Avrupalı azınlığın, Fransız Hükümeti ile Cezayir Hükümeti arasındaki pazarlıklar öncesinde tutumunu benimsettirmiş olması hiç de tesadüfi bir durum değildir. Fransızlar “çifte vatandaşlık” öne sürerler. Bu ise, sömürge insanının cezalandırılması demektir. Sömürgeci de farkındadır, bunun.
Sömürgeleştirilen insan yaşadığı hayatın, nefes alış-verişinin, kalp atışlarının sömürgecininkilerle aynı olduğunun farkına varır. Sömürgecinin postunun kendisininkinden daha kıymetli olmadığını anlar. Bu tespitler önemli çalkantılara yol açacaktır. Sömürge insanının devrimci ve yeni dayanakları bu tespitlemelerdir. Benim hayatım onunkinden daha önemli ise, o halde bakışları beni şaşırtmayacak ve sesi beni şakkına çevirmeyecektir. Varlığı beni yolumdan çeviremeyecektir. Aldırmıyorum artık. Çareyi kaçmakta bulacağı birtakım tuzaklar hazırlıyorum ona.
Sömürge bağının, dünyayı kabul ettirdiği bölünmelerle şekillendiğini belirtelim. Sömürgecilikten kurtuluş bazen ırk, bazen de ulusal temeller üzerinde var olan hetorojenliğe çeki-düzen verir. Başkan Senghor’un dalaverelerini anlatan Senegallilerin şöyle bir sözleri var: “Biz kadrolardan Afrikalılaşmalarını istemiştik. Senghor ise Avrupalıları Afrikalılaştırıyor.” Sömürgecilikten kurtuluş gerçekleşsin veya gerçekleşmesin sömürge insanının farkına varabildiği husus şudur: Sonuncuların birinciler olmaları.
Sömürgeleştirilen ülkenin aydını bu mesaja birtakım değişiklikler getirir. Zaten aynı motivasyon aydın için de geçerlidir. Yönetici sınıf... teknik kadrolar... uzmanlar... Sömürgeleştirilen insan bu tür ayrımları sabote edici oyunlar olarak görür. “Özgür insanlar olmak hiç de zor değilmiş.” Nerede olursa olsun sömürgeleştirilen insanların ağzından duyulur bu söz.
Gerçek anlamda özgürlük hareketi ortaya konduğu, halkın kanının aktığı, askeri dönemin aydınların geri çekilmelerine neden olduğu dönemlerde, sömürgeci burjuva çevrelerinde aydınların başvurdukları üstyapıların yok oluşlarına tanık olunur. Üniversite çevrelerinin yardımı ile sömürgeci, sömürgeleştirilen insanın ruhuna demir atar ve değerlerini yerleştirir onların kafalarına. Söz konusu değerler, Avrupa’ya özgü değerlerdir. Sömürgeleştirilen insan, bu değerlerin doğruluğunu kabullenmekte ve Greko-Latin esasların uyanık bekçisi gibi hareket etmektedir. Oysa özgürlük savaşı esnasında sömürgeleştirilen insan, halkla yeniden ilişki kurduğu zaman, bu zorlama bekçiliğin yerle bir olduğunu görecektir. İnsan ruhunu yüceltiyor gibi gözüken bu değerler işe yaramaz değerler olarak görülürler. Çünkü bu değerler, halkın başlattığı savaşı kapsayan değerler değillerdir.
Bireysellik... bireysellik... bireysellik... Sömürgeleştirilen insanın akıl hocalarından öğrendiği buydu. Sömürgeci burjuvazi, zenginliğin düşünce zenginliği olduğunu belirterek, herkesin kendi ruh yapısı içine kapandığı tipte fertlerden oluşmuş bir toplum düşüncesini sömürge insanının kafasına vura vura sokmuştur. Buna karşılık özgürlük savaşı esnasında halkın içine girme fırsatı bulan sömürge insanı, bu düşüncenin yanlışlığının farkına varacaktır. Mücadele kadroları kendisine alışılmışın dışında bir sözcük dağarcığı sunacaklardır. Erkek kardeş... kız kardeş... arkadaş... bunlar sömürgeciler tarafından yasaklanmış kelimelerdir. Çünkü benim için kardeşim, cep harçlığımı temin ettiğim; arkadaşımsa çaresine baş vurduğum insanlardır. Sömürgeleştirilen ülkenin aydını kendi kendisine ateşe atılma cezası veren insanlar gibi kendi putlarının yakılmasına katkıda bulunmuştur. Egzotizm... kendini beğenmişlik... ağızdan çıkan her kelimeyi kapmaya yatkın çocuksu tembellik... Sömürgeci kültür tarafından beyni bombardıman edilen sömürgeleştirilen ülkenin aydını, kasaba meclislerinin istikrarlılığını, halk komisyonlarının yoğun etkinliklerini, merkezi ve yerel birimlerin verimliliğinin üstünlüğünü derhal farkedecektir. Ya toptan paralı askerler tarafından yok edinilecektir, yahutta topyekûn olarak kurtulunacaktır. Bu tür bir kurtuluş ise sömürge bağlamında yasaklanmıştır.
Kısa bir zamandan beri otokritikten söz ediliyor. Bu mekanizmanın Afrikalılara özgü olup olmadığını bilmek gerekir. Kuzey Afrika’da olsun, Batı Afrika’da olsun bir kasabada meydana gelen karışıklıkların, herkes, genelde tartışılmasını istiyor. Ortak, ince bir nükte ile kendi kendini eleştiri. Sonuçta herkesin istediği de budur. Hesaplar... garip suskunluklar... art niyet ve düşünceler... Aydın, halkın içine girebildiği ölçüde terk eder bunları. Toplumun bu noktada baskın çıktığını ve kendi özünü aydınlara kabul ettirdiğini belirtmek yerinde olacaktır.
Özgürlük mücadelesinin yeterince yankılanmadığı beldelerde, sömürgecilikten kurtuluşun meydana gelmesi, becerikli zeki ve kurnaz aydınların ortaya çıkması, belki böylece gerçekleşir. Sömürgeciliğin dünkü şımarık çocukları bugün ulusal otoriterler olmakta, ulusal kaynakların yağmalanmasını organize etmektedirler. Hainler, kanuni hırsızlıklarla, hilelerle yükseliyorlar. Bugünkü ulusal sefalet üzerinde ithalat-ihracat, anonim şirketler, borsa oyunları, rüşvet, iltimas, ısrarla ticari faaliyetlerin kamulaştırılmasını, milleti soymanın mutlak gerekliliğini çekinmeden ifade ediyorlar. Bu duyarsızlık ve güçlük devresinde yaptıkları vurgunlar, derhal halkın öfke ve şiddetine neden olur. Bu sefil, kendi başına buyruk halk, Afrika’da ve bu günkü uluslararası bağlamda hızla toplumsal şuura sahip olmaktadırlar. Bu cüce şahsiyetler bunu anlamakta gecikmeyeceklerdir.
Sömürgecinin kültürünü özümlemesi ve şuursuzca ona katılması için sömürge insanının birtakım dayanaklar bulması gerekmekteydi. Sömürgeleştirilen ülkenin aydını, sömürgeci burjuvazinin düşünce biçimlerini kendi düşünce biçimleri haline getirmiştir. Bunu diyaloga girme konusundaki yetersizliğinde görebiliriz. Çünkü sömürgeleştirilen ülkenin aydını obje ile düşünce arasında başka türlü davranmasını bilememektedir. Halkın içinde vuruştuğu ve savaştığı zaman ise hayretler içinde kalmaktadır. Halkın sağduyusu ve onuru sayesinde tamamen uysallaşmıştır. Onu bekleyen tehlike halkçılık yapmasıdır. Halkın her söylediği söze göre düşüncesini ayarlayan, evetefendimci bir hale gelmiş ve yargıları değişmiştir.
Bu aşamada aydın, sıradan bir oportünist gibi hareket etmektedir. Entrikaları bitmemiştir bir türlü. Halk için hiçbir zaman aydını sıkıştırmak, veya reddetmek söz konusu değildir. Halkın istediği şey, her şeyin ortaklaşa olarak yapılmasıdır. Toplumsal dalgalanma içinde sömürgeleştirilen ülkenin aydının saplantısı garip bir ayrıntı merakıyla değişmiş olacaktır. Söz konusu olan halkın direnişçi olması değildir. Halk yankılanmaların anlamını, nereye gidildiğini öğrenmek, anlamak ister. Başlangıçta halkın içinde olan aydın ayrıntıya önem verir. Bu yüzden savaşımın asıl amacı olan sömürgeciliğin ortadan kaldırılması unutuluverir. Mücadelede çeşitli hareketlere kendini kaptıran sömürge aydını yerel görevlerle kendini sınırlamak eğilimindedir. Her şeyle her zaman ilgilenmez. Aydın kesim, halk devrimine disiplin, uzmanlık ve alan gibi kavramlar getirir. Cephenin hassas noktalarında bulunan aydın, yerel bir güçlükle karşılaşma durumunda hareketin birliği görüşünü kaybeder ve kendi kendine kuşkuya düşer. Ümitsiz görünür. Halksa, tam tersine daha işin başında genel birtakım tavırlar benimser. Toprak ve ekmek: Ne yapmak gerekir bu ikisine sahip olmak için?
Gerçeklik meselesi dikkatlerimizden uzak tutulmamalıdır. Halk için gerçek olup olmama, ulusal olup olmamaya bağlıdır. Hiçbir mutlak gerçeklik, hiçbir ruh temizliği bu durumu önemsizleştiremez. Kolonyal durum aldatmacasına sömürge insanı aynı aldatmaca ile karşılık verir. diğer uluslara ve sömürge insanı aynı aldatmaca ile karşılık verir. Diğer uluslara ve sömürgecilere karşı tutum bellidir. Gerçek, sömürge sisteminin çöküşünü hızlandıran ve ulusun doğuşunu gerçekleştiren, yerlileri koruyan ve yabancıları yok eden şeydir. Kolonyal bağlamda hakikatin yol göstericisi yoktur. İyi sadece onların canını yakan şeydir. Sömürge sistemini belirleyen başlangıçtaki mahieizm sömürgecilikten kurtuluş evresinde de varlığını devam ettirir. Sömürgeciye karşı her zaman düşman, hasım olunması ve sömürgecinin mutlaka savaşılacak insan olması bundandır. Sömürgeci -zalim- yaşadığı beldede sömürüsünü, hareketini, yağmalamasını ve egemenliğini sürdürür. Diğer beldede ise (sömürgeleştirilen beldede) yağmalanan mallar saraylara ve metropollere akar. Bu sakin beldede dış görünüş oldukça durgundur... Dalgalar kumsallar üzerinde kaymakta... sömürgeleştirilen insan her zamanki gibi hayallere dalıp gitmektedir. Sömürgeci bir tarih kaleme alır. Yaşamı bir destan ve bir serüvendir. Her şeyin başlangıcı o: “Bu dünya, bu dünyayı biz kurduk.” Değişmeyen etken odur. “Biz buradan gidersek her şey yok olur ve bu belde, Orta Çağdaki durumuna döner.”
Sömürgeci bir tarih kaleme alır ve ne yaptığının da bilincindedir. Kendi metropol tarihine başvurduğu için bu metropolün uzantısı olarak burada bulunduğunu ifade eder. Yazdıkları tarih, soyup soğana çevirdikleri ülkenin tarihi değil, korsanlık eden hırsızlık yapan, kendi uluslarının tarihidir. Sömürgeleştirilen insanın mahkûm edildiği sessizlik, ancak, sömürgeleştirilen insanın sömürgecilikten kurtuluşun tarihini, ulusal tarihini yapmak için yağma tarihine ve sömürgeciliğin tarihine bir son vermeye karar verdiği zaman bozulur.
Bölümlenmiş, manihesit, hareketsiz heykeller.. fetih yapan generalin heykeli... kamçısı ile yaralar açan, makineleriyle taşları paramparça eden bir dünya. Sömürge dünyası budur işte. Yerli, hapsedilmiş bir varlıktır. Irk ayrımcılığı ise sömürgeci dünyanın tutumlarından sadece birisidir. Yerli insanın öğrendiği ilk şey, yerinde oturması, haddini aşmamasıdır. Bunun içindir ki sömürgeleştirilen insanın kurduğu hayaller, gerginlik hayalleri, harekete ilişkin düşler ve saldırganlık hayalleridir: Koşmayı, yüzmeyi, yükseklere tırmanmayı, kahkahalarla gülmeyi, bir adımda nehri geçmeyi, hiçbir zaman beni yakalayamayacak olan arabaların beni takip etmesini düşünüyorum. Sömürgecilik evresinde sömürgeleştirilen insan akşamın dokuzundan sabahın altısına kadar özgürdür.
Sömürgeleştirilen insan, damarlarındaki bu yerleşik saldırganlığı önce kendi hemcinslerine karşı ortaya koyacaktır. Bu devre zencilerin kendi aralarında dalaştıkları, polislerin ve sorgu yargıçlarının Kuzey Afrikalıların şaşırtıcı cinayetleri karşısında neye uğradıklarını bilemedikleri devredir. Bu olgu üzerinde neler düşünülebileceğini ilerde göreceğiz.[2] Bu devrede sömürge insanı kendisini artan bir gerilim içinde bulacaktır. Sömürgecinin dünyası düşman, aynı zamanda istek duyulan bir dünyadır. Sömürge insanının her zaman sömürgecinin yerine yerleşmek istediğini görmüştük. Sömürgeleştirilen insan bunu sömürgeci olmak için değil, onun yerine geçmek için yapar. Bu düşman, salgırgan ve can sıkıcı dünya, bütün can sıkıcılığı sömürgeleştirilen insan tarafından kabul edilmediği için hemencecik uzaklaşmayı isteyeceğiniz bir cehennemi değil, kapısında azgın çoban köpeklerinin beklediği bir cenneti andırır.
Sömürge dünyanın pek çok işaretlerinin anlamını güçlükle kavrayabilen sömürgeleştirilen insan, her zaman tetikte bekler. Çizilen sınırları aşıp aşmadığını hiç bir zaman bilemez. Sömürgeci tarafından düzenlenen dünyada kendini her zaman suçlu kabul eder. Sömürgeleştirilen insanın suçluluğu kabullenilmiş bir suçluluk olmayıp, bir çeşit uğursuzluk, Demokles’in kılıcı gibi üzerinden gitmeyen bir uğursuzluktur. Oysa sömürgeleştirilen insan, hayatı boyunca yalvarıp yakarmak nedir bilmez. Aldatılmıştır, ama uşak edilememiştir. Hor görülmüş, ama kendisinin aşağılık bir yaratık olduğuna inandırılamamıştır. Yükselmek için sömürgecinin uyanıklığını kaybetmesini beklemektedir. Gerilim içinde, her zaman beklemede kalmıştır. Huzursuz, tedirgin insanlar oldukları söylenemez. Kendi rolünü bırakıp, kendisini avlayanların rolünü almaya hazırdır. Sömürgeleştirilen insan, istekli bir şekilde işkenceci olmak isteyen, işkence görmüş insandır. Toplumsal sembollere çoğu kez yasaklamalara, mevcut kanunlara başvururlar. Bu sembollerin taşıdığı anlam şudur: Kımıldama, ama savaşa hazır ol. Sömürgecinin yerini alma içgüdüsü, her an gerginliğe yol açacaktır. Belli duygusal şartlarda karşılaşılan engelin, hareketi belli yönlere yönelttiğini biliyoruz.
Sömürgeci ile sömürgeleştirilen insanlar arasında ilişki kitle ilişkisidir. Sömürgeci nicel olarak gücünü ortaya koyar. Teşhircidir. Güvenlik endişesi sömürgeciyi yüksek sesle, burada efendi benim! diyerek sömürgeleştirilen insana hatırlatmada bulunmaya kadar götürür. Sömürgeci, sömürgeleştirilen insanda, ortaya çıkmaya başladığı anda önüne geçtiği bir öfke meydana getirir. Sömürgeleştirilen insan sömürgeciliğin kıskacı altına alınmıştır. Sömürgeleştirilen insanın içinde bulunduğu gerilim, zaman zaman kabile kavgaları, ikili çatışmalar gibi kanlı eylemlerle ortaya çıkar.
Fertler düzeyinde gerçek anlamda sağduyunun inkârına tanık olunur. Bütün gün sömürgecinin veya polisin sömürgeleştirilen insanın kanını emmesi, ona küfretmesi ve onu dize getirmesine karşın, sömürgeleştirilen insanın yine de bıçağını çekip kendisi gibi sömürgeleştirilen insanlara düşmanca bir gözle baktığı ve onlara saldırdığını görürüz. Çünkü sömürgeleştirilen insanın en son çaresi kişiliğini kendi hemcinslerine karşı savunmasıdır. Kabile kavgaları hatıralarda kalan eski kin duygularını sürdürmeden ibarettir. İntikamlarda gerilimini kaybeden sömürgeleştirilen insan, sömürgecilik diye bir şeyin olmadığına, bunun geçmişte kaldığına, tarihin akışına devam ettiğine kendisini inandırmaya çalışır. Burada açıkça görülen şudur: Kabile kavgalarındaki kolektif olarak kendi kendini yok etme yolu, sömürgeleştirilen insanın gerilimlerini giderme yollarından biridir. Bu davranışların hemen hepsi tehlike karşısında ortaya çıkan ölüm refleksi, sömürgecinin varlığını ve egemenliğini güçlendiren, sömürge insanlarının kabul edilemez olduklarını gösteren intihar teşebbüsleridir…
Hayat devam eder ve geri kalmış toplumlarda korkunç bir şekilde hızla sayıları artan mitler aracılığıyla sömürgeci, sömürgeleştirilen insanların saldırganlıklarına son verir. Leopar-Adam... Yılan-Adam... Altı Ayaklı-Köpek. cins cins küçük hayvanlar ve devler... Yasaklamalar... bütün bunlar sömürge insanının çevresinde sömürge dünyasından daha korkunç bir dünyaya meydana getirir. Yerli topluma egemen olan bu büyülü üstyapı onun cinsel hayatını da etkilemiştir. Geri kalmış toplumların özelliklerinden biri de cinsel içgüdünün bir grup, bir aile meselesi olmasıdır.
Beni korkutan büyü ve mit atmosferi apaçık bir gerçek olarak ortaya çıkar. İçime korku düşüren bu büyü ve mit atmosferi beni geleneklerin, ülkemin, ulusumun içine dahil etmekte, dahası bana bir statü, uygar bir kimlik sunmaktadır. Geri kalmış toplumlarda gizlere ilişkin plan, kolektif bir büyü planıdır. Olayların kafamın içinde gittikçe belirginleştiği, içinden çıkılmaz örgüsü ile beni yanıltmaya çalışan bu durum kendi dünyamla, bizim (sömürge insanlarının) dünyası arasında bir devamlılıktır. İnanın bana Zombiler (hortlaklar) sömürgecilerden daha korkunçturlar. Sorun artık, sömürgecilikle donatılmış olan dünyaya borcunu ödeme sorunu değildir. Gece sokağa çıkmadan, tükürmeden, çiş yapmadan önce tekrar tekrar düşünmek sorunudur.
Doğaüstü büyülü güçler şaşılacak ölçüde korkunç ürküntü veren güçlerdir. Sömürgeci güçler artık zayıf, üstünkörü düzenlenmiş güçlerdir. Mitlerin korkunçluğu göz önüne alındığı zaman sömürgeci güçlere karşı artık savaşılmayacaktır.
Bununla birlikte, özgürlük savaşında, eskiden gerçek dışı alanlara kayan bu kavim, büyük korkulara maruz kalır, ama düşsel karışıklıklardan kurtulmakta, yeniden kendisine bir çeki düzen vermekte, son derece reel ve açık silahlarla ve kanla hayatını sürdürmektedir. Savaşçıların beslenmesi için kendini hasretme... nöbet tutma... muhtaç ailelere yardım... öldürülen yada hapse giren bir aile erkeğinin yerini alma... savaş içinde halkın davet edildiği görevlerden sadece birkaçıdır bunlar.
Sömürge dünyasında sömürgeleştirilen insanın his dünyası yakıcı bir etken, kanayan bir yara gibi bir anda parlayan bir yapıdır. Gerilim içindeki hissi duyarlılık, görünmeyen koruyucular tarafından denetlenme, kişiliğin özüyle doğrudan ilişkili olarak, krizin çözümsüz devinimleri içinde erotizmle tatmin bulacaktır.
Bir başka bölümde sömürge insanının hissi duyarlılığının az veya çok çılgınca danslarda tükenip gittiğini göreceğiz. Bunun içindir ki sömürge dünyasının incelenmesi kaçınılmaz olarak dans ve cinsel ilişki olgularının anlaşılması ile ilgilidir. Sömürge insanının rahatlaması demek, saldırganlık içinde sinirlerinde meydana gelen gerilimin, şiddetin kanalize edilmesi, sinirlerinin yatışması demektir. Dans buna olanak verir. Sömürge insanını korur. Belirlenen tarih, saat ve yerde erkek-kadın herkes kabilenin gözü önünde bir araya gelir ve birtakım hareketler yapmaya başlarlar. Her şeye izin verilmiştir bu dans çemberi içinde. Ayın çok yakınında olabilmek için doruklarına tırmanılan tepe, arınmanın, temizlenmenin yıkanmanın ve dansın amaçlarına ulaşabilmesi için insanın kayıp gittiği kıyılar... kutsal yerlerdir. Her şey serbesttir dansta. Çünkü engellenen cinsel içgüdünün, yasaklanan saldırganlığın ve volkanik oluşumların açığa çıkması için bir araya gelinir dansta. Ölüm temsilleri... ata binme gösterileri... cinayet oyunları... hepsinin sergilenmesi gerekmektedir. Bütün kızgınlıklar volkanik lavlar gibi dışarı atılır insan bedeninden.
Daha ileri aşamada cinlenmelerin perilenmelerin içine düşmekteyiz. Daha açık ifadesiyle cinsel ilişki kurma-kuramama sahneleridir sözü edilen. Vampirizm.. Zombilerle, cinlerle, Legba ile cinsel ilişki kurma.. Tanrı Vaudou’yu güzelleştirmiş.. Kişiliğinde meydana gelen ikilemler, çözümsüzlükler, sömürge insanının durgun dünyasının oluşumunda önemli fonksiyonlara sahiptir. Dansa giderken sabırsızdır, her şeyi çiğner geçer erkek ve kadın. Dönüşte ise sakindir, rehavet, sükun, sulh gelir kasabaya.
Özgürlük savaşı boyunca, bu dansa gidip gelmeler konusunda garip bir soğukluk göze çarpar. Sırtını duvara yaslama... cinsel organlarına elektrik şoku verilmesi... Sömürgeleştirilen insan, geçmişini aklına bile getirmeyecektir.
Hayallerle geçen yıllardan, şaşırtıcı düşlere gömüldükten sonra, sömürgeleştirilen insan parmağı tetikte, varlığını yadsıyan tüm güçlere, sömürgeci güçlere meydan okur. Ateş ve esaret atmosferi içinde büyüyen sömürgeli genç, kendi kendisi ile alay eder. İki başlı atlardan, yeniden dirilen ölülerden, insanların bedenlerine girebilmek için esnemelerinden yararlanan cinlerden alayla söz edecektir. Sömürgeleştirilen insan gerçeği görür ve bağımsızlık yolunda, şiddete başvurmada davranışlarını değiştirmeye çalışmaktadır bu yeni kuşağın.
Sömürge dönemi boyunca, şiddetin, bir an parlayıp sönen kıvılcım şeklinde yok olup gittiğini görmüştük. Dansın ve cinsel ilişkilerin verdiği duygusal boşalımlarla kanalize edildiğine de işaret etmiştik. Ayrıca kardeş kavgalarıyla da tüketildiğini belirtmiştik. Sorun şimdi yeniden yönlendirilme durumunda, şiddetin taşıdığı espriyi yakalayabilme sorunudur. Mitlerden hoşlanan, kolektif intihar fırsatları bulmaya çalışan şiddetin yeni bir yön kazanmasını sağlayacak olan da bu yeni koşullardır.
Sömürgelerin bağımsızlığına kavuşmalarıyla birlikte, günümüzde, siyasal taktik ve tarih alanında çok önemli bir teorik sorun ortaya çıkmıştır. Ulusal özgürleşme hareketinin vaktinin ne zaman geldiğini bilebilir miyiz? Öncü kesim kim olacaktır? Sömürgecilikten kurtuluş, değişik şekillerde ortaya çıktığından, insan, şu gerçek sömürgecilikten kurtuluştur, bu değildir diyemez. Öncü olacak insan için taktik ve kullanılacak araçlar, yani organizasyon ve hareket konusunda bir karar vermenin aciliyeti söz konusudur. Girişilen harekete dört elle sarılmaktan başkaca da bir yol yoktur.
Sömürgecilik evresinde, sömürgeleştirilen insana yeni yollar, yeni oluşum olanakları temin eden yapılar hangileridir? Bunlar başta siyasal partiler, aydınlar ve ticari alandaki elit kesimdir. Belli siyasal yapıları şekillendiren bu kesim belli prensipler ortaya koymakla beraber hedef gösteren sloganlar ortaya atmaktan kaçınırlar. Sömürgecilik evresinde siyasal partilerin yaptıkları tüm etkinlikler seçim etkinlikleridir. Halkın kendi haklarını kendisinin elde etmesi, onurunu ve ekmeğini kazanması, hakkının korunması konusundaki felsefi ve politik incelemelerin bir ürünü, “herkese seçim hakkı” ilkesinin uygulanması demektir bu. Ulusal partiler güçlerini kanıtlama konusu üzerinde hiç mi hiç durmazlar. Çünkü bakış açıları, kesinlikle sistem tarafından bütünüyle karmakarışık hale getirilmiştir... Ulusal partiler sömürge burjuvazisine gerekli olanı dile getirirler: “Bize daha fazla güç verin.”
Şiddetin kendine özgü yapısı konusunda elitlerin kafasında net bir anlayış yoktur. Sözlerinde katı, davranışlarında reformisttirler. Ulusal burjuva kadroları bir şeyler söyledikleri zaman bu onların bir şey düşünmediklerine işarettir.
Ulusal partilerin bu özelliğini hem kendi kadrolarının ve hem de seslendikleri insanların kalitesiyle ilgili görmek gerekir. Ulusal partilerin hitap ettiği kesim şehirli insandır: İşçiler... öğretmenler... küçük zanaat erbabı ve sömürge durumundan yararlanmaya başlayan tüccarlardır. Kişisel çıkar peşindedir, insanlar. İstedikleri şey, daha iyi bir gelecek ve daha fazla kazançtır. Bu siyasi partilerle sömürgecilik arasındaki ilişki hiç kesintiye uğramamış, hiç mi hiç değişmemiştir. Düzenlemeler... seçim adaylıkları... basın özgürlüğü... dernek kurma özgürlüğü... üzerinde tartıştıkları konulardır. Reform tartışması yapılır. Metropole ait siyasal kuruluşların şubelerinde önemli sayıda yerlinin nöbet tuttuğunu görmek şaşırtmamalıdır bizi... Kavgaya yön veren şeyin ulusal düzenin sloganları olduğu akıllarının ucundan bile geçmez. Sömürgeleştirilen ülkenin aydını, saldırganlığını sömürge dünyası ile özdeşleşebilmek için tüketti. Böylece bireysel olarak özgürlüğünü elde etmiş, kölelikten kurtulmuş bir sınıf doğdu. Aydının istediği, azatlı kölelerin sayısını artırabilme, çağdaş köleler toplumunu yeniden organize etme olanağına kavuşmasıdır. Halkın istediği ise kişisel başarı şansının artmış olmasını görmek değildir. İstedikleri, sömürgecinin statüsüne erişmek değil, sömürgecinin yerini almaktır. Sömürgeleştirilen insanların istediği, sömürgecinin ölüsü değil dirisidir. Bu halk, yığınları için, sömürgeci ile rekabete girme söz konusu değildir. Onlar sömürgecinin yerini almak isterler.
Köylü sınıfı ulusal partilerin çoğunun propagandaları ile sistemli olarak ihmal edilmiştir. Oysa sömürge ülkelerinde tek devrimci kesim bu köylü sınıfıdır. Köylülerin kaybedecekleri hiç bir şey yoktur. Kazanacakları ise pek çok. Güçsüzleştirilmiş, aç bırakılmış, sömürülmüş köylü sadece şiddetin kendisine bir şeyler vereceğini çok çabuk kavrar. Onun için uyuşma ve uzlaşma söz konusu değildir. Sömürgeleştirme ve sömürgecilikten kurtuluş sadece bir güç meselesidir. Sömürgeleştirilen insan, özgürlüğüne kavuşması için şiddet dahil her vasıtanın gerekli olduğunu fark eder. 1956’da Guy Mollet’in Cezayirli sömürgecilerin gözü önünde kellesi uçurulduğu zaman Ulusal Bağımsızlık Cephesi dağıttığı el ilanlarında sömürgeciliğin boğazına bıçağı dayamaktan vazgeçmediğini, hiçbir Cezayirlinin bu ifadelerden korkmadığını göstermişti. Afiş sadece Cezayirli insanların yüreklerinde yaşattıkları duyguları ifade ediyor. Sömürgecilik, düşünen, aklı olan bir yapı değildir. Doğal olarak, bir şiddet eylemi ancak daha büyük güçte bir başka şiddet karşısında boyun eğebilir.
Sonuca götürecek uygulamaya girişildiği zaman, o zamana kadar kuş tüyü yatağında yatmakta olan burjuvazi, işte o zaman harekete geçer. Kolonyal durumun ortaya çıkışı diye isimlendirebileceğimiz yeni bir kavramı gündeme getirir. “Şiddete paydos.” Genel anlamı içinde bu şiddete son verme, sömürgeleştirilen ülkenin ekonomistleri ve kültür elitlerine sömürgecinin de kendileriyle aynı amaçlara sahip olduğunu, toplumun selameti için bir anlaşmaya varmanın kaçınılmaz olduğunu ifade eder. Şiddetten kaçınma (şiddete başvurmama) yemyeşil bir halının etrafında, her şeyden önce tuhaf hareketlerle, sevgi ve acıma gösterileriyle sömürge meselesine çözüm getirme teşebbüsüdür. Fakat halk, yeşil halının çevresine sandalyeler yerleştirilmesini beklemeden onların sesinin, varlıklarının kendilerini yaralamaya, öldürmeye başladığının farkına vardığı an ulusal burjuva partilerinin sorumluluklarının, “elitlerinin” sömürgecilere koştuklarını ve onlara “Durum çok kötü. Olup bitenlere nasıl son verileceğini bilemiyoruz. Bir çare bulmak lazım. Bir orta yol bulmak gerekir.” şeklinde konuştuklarına tanık olunur.
Bu “orta yol” kavramı sömürgecilikten kurtuluş olayında çok önemlidir. Çünkü tek başına bir kavram değildir bu. Sömürge sistemini içine aldığı gibi yeni ulusal burjuvaziyi de içine alır. sömürge sistemini elinde tutanlar halkın her şeyi yıkma tehlikesi taşıdığını görürler. Köprülerin havaya uçurulması... Çiftliklerin yerle bir edilmesi... baskınlar... Kısacası savaş her şeyi ciddi şekilde etkiler. Bu kasırganın neler getireceğini bilemeyen, bu kuvvetli fırtına ile yok olacaklarından, sömürgecilere “bu cinayetlerin önüne geçmeye gücümüz yeter, halkın bize güveni var, yok olmak istemiyorsanız acele edin” demekten korkan ulusal burjuvazi için “orta yol” budur. Daha ileriki evrelerde ulusal parti yöneticisi şiddetle kendisi arasında bir mesafe bırakır. Açıkça bu teröristlerle, bu adam boğazlayıcılarla yapacağı bir şeyi olmadığını söyler. Yapacağı en iyi şey sömürgecilerle sömürgeleştirilen insanlar arasında “sözcülük” yapmaktır. Sömürgeleştirilen insanlarla yüz yüze konuşamayan sömürgeciler bu “sözcü”lerle pazarlıklara başlamak istemektedirler. Bunun içindir ki ulusal savaşın cephe gerisinde, savaşın bu cephesini elden bırakmayan halkın partisi, uzlaşma ve pazarlıkların öncülüğüne getirilmiş bulur kendisini. Parti bu yüzden. sömürgecilikle ilişkisini hiçbir zaman kesmemiştir.
Pazarlıklar öncesinde ulusal partilerin çoğu bu “vahşet”i dile getirip kendilerini “mazur” göstermekle yetinirler. Halk hareketini istemezler. Bu hareketlerin metropol kamuoyunda ve metropol basını tarafından tiksinti duyulan hareketler olarak görülmeleri hiç de garip bir şey değildir. Olayları objektif görme eğilimi, bu sükunet politikasının meşru mazeretini teşkil eder. Fakat sömürgeleştirilen ülke aydınlarının ve ulusal parti yöneticilerinin değişmeyen tutumları objektiflikten uzaktır. Esasında bu ulusal parti yöneticileri ve sömürge aydınları, kendi kişisel çıkarlarının savunmasının en etkin vasıtası olarak, şiddetin, yığınların sabırlarını taşırdığından emin değillerdir. Şiddet metotlarının etkisiz kalması da olası. Onlar için kuvvete başvurarak sömürgecinin baskısını kırma girişimi ümitsiz ve intihara yönelik bir davranıştır. Onların beyinlerinde sömürgecinin tankları ve uçakları iyice yer etmiştir. Onlara “harekete geçmek gerekir” dendiği zaman kafalarına bombalar ve roketler yagar... uzun yollar... eli silahlı görevliler... top mermileri gelir akıllarına ve kala kalırlar oldukları yerde. Kaybeden taraf onlardır. Şiddet yoluyla üstün gelmedeki yetersizliklerini sergilemeye gerek yok. Günlük yaşamlarında, çalışmalarında bunu göze alıyorlar: Engels ve Dühring’in tartışmalarında kabul ettikleri çocukların durumunda kalıyorlar: “Robinson eline bir kılıç geçirince Vendredi’nin de şafakla beraber elinde dolu bir tabanca ile ortaya çıktığını ve ‘şiddet’ ilişkisinin işte o zaman ortaya çıktığını kabul edebiliriz. Vendredi zorluyor ve Robinson’un iflahı kesiliyor. Silah kılıca galip geliyor ve en basit bir insan bile şiddetin basit bir istek olmadığını, uygulanabilmesi için elverişli şartları ve vasıtaları gerektirdiğini; vasıtalardan daha mükemmel olanın daha az mükemmel olanı alt edeceğini görebiliyor. Ayrıca bu silahların üretiminin zorunlu olduğunu, bununsa en mükemmel silahları yapanların, daha az mükemmel silahları yapanlara üstün geleceği anlamını taşıdığını fark edecektir. Tek kelimeyle şiddetin başarıya ulaşması silah üretimine, silahın üretimininse genelde, şiddetin emrine verilen maddi vasıtalara, ekonomik yapıya ve güçlere dayanır.”[3] Reformist yöneticilerin söylediği de budur: “Sömürgecilere karşı neyle savaşmak istiyorsunuz? Bıçaklarınızla mı, yoksa av tüfeklerinizle mi?”
Mademki her şey bu aletlerin (silahların) bölüşümüne gelip dayanıyor öyleyse şiddet için önemli bir konudur silah konusu. Fakat sömürgede yaşayan teröristlerin özgürlüğüne kavuşmaları yeni bir ışık getiriyor bu konuya: Napolyon, İspanya Seferinde, asker sayısı 400.000’e ulaşmasına rağmen 1810 İlkbahar saldırılarında geri çekilmek zorunda kalmıştı. Üstelik Fransız Ordusu elindeki silahlar ve araçlarla, askerlerinin eğitimi ve askeri dehaları ile tüm Avrupa’yı tir tir titretiyordu. Napolyon ordusunun bol miktarda araç gerecine karşın yıkılmaz bir imanla savaşan İspanyollar yirmi beşine bile basmamış gerillalardı. Amerikalı milisler, İngiliz kuvvetlerine karşı denenmişlerdi. Tröstler ve monopoller arasındaki rekabet sürecinde yeni bir unsur olmadığı takdirde, sömürgeli gerilla, diğer şiddet vasıtaları karşısında şiddet vasıtası olarak bir hiç olacaktır.
Sömürgeleştirmenin başında bir sömürge geniş bölgeleri kapsayabilir: Kongo... Fildişi Kıyıları... Nijerya vs... Fakat bugün sömürge insanın ulusal bağımsızlık savaşı yepyeni bir alanda meydana gelmektedir. Ortaya çıkış evresinde kapitalizm, sömürgeleri Avrupa pazarına aktardığı hammaddelerin kaynağı olarak görmekteydi. Sermayenin birikimi evresinden sonra, kapitalizm bir işin verimliliği anlayışında değişiklikler yapar. Sömürgeler pazar durumuna gelirler. Sömürge halkı ise, satın alan insanlar olurlar. El emeğine dayanan ürünler ve sanayi ürünleri ihracı durduğu, ticaret yerinde saymaya başladığı an, bu askeri çözümün sonu demektir. Sömürgeleştirmeye dayalı körü körüne bir egemenlik metropol için verimli değildir. Metropolcü burjuvazinin tekelci kesimi, politikası silah zoruna dayalı olan idareyi desteklemez. Metropol finans kaynakları ve sanayicilerinin hükümetten beklediği halkı öldürmek değil, onları ekonomik anlaşmalarla “yasal haklarla” ayakta tutmaktır.
Sömürgelerde ortaya çıkan şiddet güçleriyle kapitalizmin suç ortaklığı vardır. Zaten sömürgecinin karşısında olan sömürülen insan değildir. Gelişmeci ülkelerin ve halklarının diplomatik ve siyasal yardımları da söz konusudur bu şiddet odaklarının oluşumunda. Sermaye sahiplerinin giriştikleri acımasız savaş ve rekabeti vardır işin içinde. Tek bir Berlin konferansı Afrika’yı üç-dört millet arasında pay etmiş, bölüştürmüştür. Şu anda önemli olan, şu ya da bu Afrika beldesinin Fransız ya da Belçika egemenliği altında olması değil, önemli olan ekonomik alanların egemenlik altında olmasıdır. Top ateşine tutma eylemi önemini yitirmiş; toprak politikası yerini köleleştirmeye bırakmıştır. Bugün şu ya da bu sultana karşı baskı savaşı yapılmıyor. Daha az kan dökücü, daha çok yumuşak davranıyor. Ayrılıkçı sistemin barışçıl yollarla silinip atılmasına çalışılıyor. Şiddetten korkan ulusal yönetici sömürgeciliği “hepimizi öldürecek” diye düşünmesi pek yerinde değil. Askerler zaferden kalma oyuncaklarla oynaya dursunlar, finans çevreleri onları hemencecik gerçeğe yöneltirler.
Bunun içindir ki ulusal siyasi partilerden isteklerini açık bir şekilde ortaya koymaları ve sömürgeciliğin şemsiyesi altında sükunet içinde ve duygusallığa kaçmadan her iki partinin çıkarlarına uygun düşecek bir çözüm yolu bulması istenmişti. Görüldüğü üzere sendikal bir komedi olarak reformizm eyleme karar verdiği zaman bunu barışçı yollarla yapacaktır: Şehirlerde bulunan birkaç sanayi kuruluşunda işi bırakma... halk gösterileri... otobüsleri ve dışardan alınan malları protesto... tüm bu eylemler hem sömürgecilik üzerinde baskı yaratmaya ve hem de halkın harcamasına yarayacaktır. Bu tansiyon düşürücü eylem, bu halka uygulanan uyku tedavisi bazen başarıya ulaşabilir. Yeşil halının etrafında elde edilen başarılar Gabon Cumhurbaşkanı M’ba’yı şöyle konuşturacaktır. Paris’e yaptığı resmi ziyarette: “Gabon bağımsız bir devlettir. Ama Gabon ile Fransa arasındaki mevcut ilişkilerde bir değişme söz konusu değildir. Her şey evvelden olduğu gibi devam ediyor.” Zaten değişen tek şey vardı. O da M’ba’nın Gabon’a Cumhurbaşkanı olması. Fransa Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmesi.
Sömürgeci burjuvazi, sömürgeleştirilen halkı uyutma işinde her zamanki gibi dinden yararlanmıştır. Bir yanağına atılan tokattan sonra ötekini uzatan, günahları takdis eden hareketleri, yüzüne tükürmeleri kılı kıpırdamadan kabul eden azizleri örnek olarak verebiliriz. Sömürgeleştirilen ülke aydınları, bu azatlı köleler, hareketin başında oldukları zaman benzeri bir sorun meydana getirerek bitirirler görevlerini. Köle tacirlerini utandırmak ve kendi zalimleriyle rekabet eden sermaye gruplarına karşı gülünç bir insancıllık anlayışı elde etmek için “kendi kardeşlerinin esaretini” kullanırlar. Gerçekte hiçbir zaman köle insanlara seslenmezler, onları harekete geçirmezler. Tam tersine, gerçekleşmesi halinde, beklenmedik bir anda sömürge sisteminin sonunu getirecek olan öldürücü bir silah olarak, halk yığınlarının hareketini silah olarak kullanırlar. Siyasal partilerde, kadrolar arasında, ulusal bağımsızlığa sırtını dönecek devrimciler bulunabilir. Fakat onların çabucak müdahaleleri... çıkışları... kızgınlık hareketleri parti işleyişini rahatsız eder. Bu unsurlar aşamalı olarak partiye yabancılaşmışlardır. Aynı zamanda diyalektik müştereklikleri varmışcasına sömürge polisi onların üzerlerine çullanacaktır. Şehirde meydana gelen güvensizlik, militanların koydukları yasaklamalar parti yöneticilerinin dışarı attıkları, bu bakışları yürek yakan, istenmeyen insanlar kırlara, kırsal kesime atacaklardır kendilerini. O zaman bu insanlar, şaşkınlık içinde, köylü sınıfının yaptığı teklifleri az da olsa anladıklarını, cevabını bulamadıkları şu soruyu kendilerine sorduklarına tanık olacaktır: “Ne zaman yapacağız bunu?”
Şehirden gelen devrimcilerle kırsal kesim insanının karşılaşması dikkatlerimizi daha ileriye çekecektir. Hareketinin ilerici olduğunu göstermek için yeniden siyasal partilere dönmek yerinde olacaktır. Siyasal idareciler konuşmalarında “millet”i dile getirirler. Sömürgeleştirilen insanın istekleri böylece bir yön kazanır. Toplumsal ve siyasal program eksikliği vardır isteklerinde. Asgari düzeyde istekler olarak isimlendirebiliriz bunları. Anlaşılır olmamasına karşın, en azından ulusal bir biçim, ulusal bir düzey vardır isteklerinde. Asgari istek diye isimlendirebiliyoruz bunu. İşbaşına gelen siyasetçiler ve ulusal gazetelerde yazı yazanlar halkı uyutuyorlar. Bozgunculuktan kaçınmakla beraber okuyucuların ve dinleyicilerinin şuurlarına korkunç bir bozgunculuk tohumu ekiyorlar. Genellikle ulusal ya da aşiret dili kullanırlar. Bu, kolonyal düzenin dışında düşünmeye, düş kurmaya olarak tanır. Politikacılar bazen de şöyle konuşurlar: “Biz Araplar, Biz Zenciler...” Bu ikili isimlendirme sömürge döneminde bir çeşit kutsallık kazanır. Ulusal siyasetçiler ateşle oynuyorlar. Çünkü bir grup genç entelektüele sırlarını açan Afrikalı bir yönetici şöyle konuşmaktadır: “Halk yığınlarıyla konuşmadan önce düşünün. Çabuk alevlenirler onlar.”
Bir siyasi yönetici halkı mitinge davet ettiği zaman ortada kan var demektir. Siyasal idareci “halkın gücünü göstermek”le meşguldür, bu güçten “yararlanmak”la değil. Gidiş-gelişler.. nutuklar... halkı toplanmış halde görme... etrafta polisler... askeri gösteriler... tutuklamalar... liderlerin sürgüne gönderilmeleri... bütün bu hareketler halkta bir şeyler yapmanın zamanının geldiği hissini uyandırır. Ajitasyon böylece başarıya ulaşmıştır. Bu tür karşılık anlarında siyasal partiler sağa sola sükunet ağrılarında bulunurlar. Sömürgeciliğin liberal niyetlerini ortaya koymak amacıyla dikkatle incelerler olup-bitenleri.
Halk bir form elde etmek, devrimci kapasitesini canlı tutabilmek için kolektif hayatın belli olgularından yararlanır. Örneğin peşine düşen jandarmalar karşısında gün boyu kırlarda kalan, teke tek bir kavgada üç-dört polisi öldürdükten sonra yenik düşen, suç ortaklarını ele vermemek için intihar eden bir haydut halk için önder olur. Hareket şekli ve “kahramanlık” örneği oluşturur. Falanca kahraman hırsız, alçak, rezil, ahlaksız biridir demek bir şeye yaramaz. Hareket, yalnızca belli bir şahsa veya belli bir sömürgeciye yönelikse bunun için takip edilmiştir bu adam. Özdeşleşme ise otomatik bir süreçtir.
Bu gelişme kavramı içinde ulusal direnişten zafere kadar tarihin oynadığı role işaret etmek gerekir. Sömürge toplumunun en gözde insanları işgal sırasında ulusal direnişleri yönlendiren insanlardır. Behanzin, Saundrata Samoy ve Abdel-kader geçmişteki eylemlerinde oldukları gibi varlıklarını sürdürürler. bu ise, halkın eyleme, sömürgeciliğin neden olduğu öldürme eylemlerine son vermeye ve bir tarih meydana getirmeye hazırlanmasına işarettir.
Yeni bir ulusun ortaya çıkışı, sömürgeci yapıların yıkılması, ister bağımsız bir halkın şiddete dayalı mücadelesinin sonucu olsun, isterse de sömürgeciliğin korktuğu bir eylemin sonucu olsun, diğer halkların göze aldığı geniş kapsamlı bir şiddetin sonucudur.
Sömürgeleştirilen halk yalnız değildir. Sömürgecinin çabalamalarına rağmen, haberlerin, yankıların geçmesine müsaittir, sömürgecinin sınırları. Şiddet teneffüs edilen hava gibidir... şu yada bu beldede şiddetin patlak verdiğinin ve sömürge sistemini alt ettiğinin haberleri derhal ulaşır. Başarılı olan şiddet haber olarak ulaşmakla kalmaz, sömürgeleştirilen insan için eylemci bir rol de taşır. Dien-Bien-Phu*’daki Vietnamlıların büyük başarısından yalnızca Vietnamlıların başarısı olarak söz edilmemiştir. 1954 Temmuzundan itibaren sömürgeleştirilen halklar için sorun şuydu: “Bir Dien-Bien-Phu gerçekleştirmek için ne yapmak gerekiyor? Nasıl yapılacaktır?” Dien-Bien-Phu’nun olabilirliği konusunda hiçbir sömürgeleştirilen insanın şüphesi yoktur. Sorun, kuvvetlerin toplanması, yeniden organize edilmesi ve bu güçlerin eyleme geçecekleri zamanın kararlaştırılması sorunudur. Bu yaygın şiddet sadece sömürgeleştirilen insanları değiştirmemiş, Dien-Bien-Phu’nun çoğaldığının bilincine ulaşan sömürgecileri de değiştirmiştir. Bunun içindir ki sömürgeci yönetimleri büyük bir panik sarmıştır. Sömürgeci yönetimlerin teklifleri şudur: Erken davranıp, özgürlük savaşını başka yönlere yöneltmek, halkı silahtan arındırmak. Çabuk özgürlüğe kavuşuyorlar... Cezayir’e sıçramadan Kongo’ya bağımsızlık verelim. Afrika için çerçeve anlaşmasını onaylayalım. Birliği kuralım, bilfiil yenileyelim... Aman. Çok rica ediyorum. Sömürgeciliğe son verelim... son verelim... Houphouet-Boigny’e özgürlüğünü vermek şartıyla serbest bırakalım. Sömürgeleştirilen insanın belirlediği Dien-Bien-Phu’nun stratejisine, sömürgeci hükümet, karşısındakini tanımak suretiyle onu kadrosuna alma şeklinde cevap verir.
Her yanı kuşatan, bu çok çabuk hiddetlenen şiddete tekrar dönelim. Gelişme evresinde pek çok çarkın bu oluşum içinde yerini aldığını ve oluşumu sonuca götürdüğünü görmüştük. Bölgesel ve kabile savaşlarında sömürgeci rejimin empoze ettiği değişimlere rağmen şiddet yoluna devam eder. sömürgeleştirilen insan düşmanını tanır. Çektiği ızdıraplara bir anlam verir. Şiddet ve öfkesini tatbik edeceği her yönteme başvurur. Evet ama, şiddet atmosferinden eylem içinde şiddete nasıl geçeceğiz? Bombayı kim patlatacak? Ortada sömürgecinin yaşadığı refahtan vazgeçmeyeceği meselesi de var. Sömürge insanını iyi “tanıyan” sömürgeci bir şeylerin değiştiğinin farkına varır. “İyi yerliler”in sayısı gittikçe azalmaktadır. Sömürgecilerin yaklaşmalarıyla birlikte ortalığı büyük bir sessizlik kaplıyor. Bakışlar sertleşiyor. Tutum ve davranışlar daha bir saldırgan hale geliyor. Polisin gücünü artırdığı, ordunun kuvvetlerini takviye ettiği bir zamanda ulusal partiler harekete geçiyor ve mitinglerini artırıyorlar. Çiftliklerine kapanıp kalan sömürgeciler, bilhassa toprak ağaları alarma geçirilirler. Etkin önlemlerin alınmasını isterler.
Yetkililer gülünç önlemler alırlar. Bir ya da iki lider tutuklanır. Askeri manevralar... geçit resimleri... uçuş gösterileri... tertiplerler. Gösteriler... savaş oyunları... havayı kaplayan bu barut kokusu halkı geriletmez. Bomba ve gülleler saldırganlığın daha da güçlenmesine yardım eder. Bir dram havası, herkesin her şeye hazır olduğunu göstermek istediği bir atmosfer oluşur. Bu durumda heyecan başlar. Çünkü duygusallık artmış, korku yer etmiştir yüreklerde. tetiğe karşı duyarlılık kazanılmıştır. Büyük bir kapışma. Ve başlar mitralyözler konuşmaya. Bu konuşan mitralyözler Cezayir’de Setif, Fas’ta kariyer, Madagaskar’da Moramanga’dır. *
Baskılar ulusal bilincin gelişimini hızlandırır. Sömürgelerde bilinçlenmenin belli bir aşamasından sonra cinayetler de bu şuuru güçlendirir. Çünkü bu kıyımlar sömürgeci ile sömürülen insanlar arasında her şeyin şiddet yoluyla çözümleneceğini gösterirler. Burada ulusal partilerin silahlı başkaldırı hakkında bir kelime laf etmediklerine ve bu başkaldırıyı hazırlamadıklarına işaret etmek gerekir. Tüm bu baskılar, tüm bu korkunun ortaya çıkardığı eylemler yöneticiler tarafından istenen hareketler olmuşlardır. Olaylar ansızın yakalar onları. İşte o zaman sömürgeciler ulusal liderleri gözaltına almaya karar verirler. Bugün sömürgeci ülke yönetimleri halkı liderlerinden ayırmanın çok tehlikeli bir davranış olduğunu biliyorlar. Artık dizginlenemeyen halk o zaman kanlı ayaklanmalara, isyanlara ve “vahşi cinayetler”ine başlarlar. “Vahşi içgüdüler”ini dışa vururlar ve sömürgecilere liderlerini serbest bırakmadıkları takdirde sükunetin zor sağlanacağını ifade ederler. Sömürge sistemini yıkmak için şiddete başvuran halk kısa bir zaman sonra: “A... şahsını yada B... şahsını serbest bırakınız”[4] demekle yetinecektir. Sömürgeci bu adamları serbest bıraktığı zaman oturup konuşacaklardır onlarla.
Başka bir durumda halk siyasal partilerin aracı olarak kalacaktır. Fakat sömürgeci baskılar ve halkın tepkilerinden sonra siyasal partiler militanlarını kendisinden uzaklaşmış bulacaklardır. Yığınların şiddeti işgalci askeri güçlerle karşılaşacaktır. Durum kötüleşmiş, vahim bir hal almıştır. Özerk yöneticiler, işte o zaman kızağa alınırlar. Bürokrasileri ve programları birden yararsızlaşmakta, olayların dışında kalmakta ve konuşma veya konuşmamayı tercih etmektedirler. Sömürgecilik genellikle dört elle sarılır bu duruma. Bu, gereksizleşen yapıları aracı haline getirir ve düzeni sağlamak için özgürlük verir onlara.
Herkes bu şiddetin bilincindedir. Mesele daha büyük bir şiddetle karşılık verme meselesi olmayıp, bu krizin önüne nasıl geçileceği meselesidir.
Öyleyse, gerçekte şiddet nedir? Belirttiğimiz üzere şiddet, sömürgeleştirilen insana özgürlüğünü sağlayan bir olgudur.
Hangi saçmalıklardır, bu aç, zayıf, silahsız, teşkilatsız insanlara, işgalci askeri-ekonomik güçler karşısında sadece şiddetin kendilerini kurtaracağına inandıran? Üstün gelmeyi nasıl düşleyebiliyorlar?
Şiddet yöntem olarak, siyasal bir parti parolası meydana getirebilir. Halkı da ancak siyasal kadrolar silahlı savaşa davet edebilir. Şiddetin bu yönü üzerinde düşünmek gerekir. Alman militarizminin sınır sorununu şiddetle halletmeye karar vermesi bizi şaşırtmıyor. Angola halkının silahlanmaya karar vermesine karşın, Cezayir Halkının şiddetten başka bir yol benimsemesi bazı şeylerin geride kaldığını ya da kalmakta olduğunu gösterir. Sömürgeleştirilen insanlar, bu çağdaş dünyanın köleleri sabırsızdırlar. Sömürgeci baskıdan kendilerini kurtaracak tek yolun bu “delilik” (şiddet) olduğunu bilirler. Yeni bir ilişki şekli ortaya çıktı dünyada. Geri kalmış ülkelerin halkları bunu başardıklarında zincirlerini kırabileceklerdir. Bu bolluk asrında insanın açlıktan ölmesi gülünç gelebilir insana. Gerçek olan, bugün hiçbir sömürgeci ülkenin başarı şansı taşıyan biricik mücadele biçimini benimseme yeteneğinde olmadığıdır: Büyük işgalci güçlerin devamını sağlamaktır, sözü edilen bu biricik yol.
Sömürge ülkeleri içeride çelişkilerle ve kendi polis güçlerinden iş isteyen işçilerin şikayetleriyle karşı karşıyadırlar. Zaten mevcut uluslararası yapı içinde, bu ülkeler, siyasal sistemlerini korumak için orduya ihtiyaç duyarlar. Ve sonunda özgürlük hareketlerini Moskova’nın idare ettiği mitine de inanılır. Siyasal rejimin sıraladığı inciler içinde şöyle ifadesini bulur bu mit: “Bu böyle devam ederse komünistler bu beldelere nüfuz edebilmek için bu kuvvetlerden yararlanmayı tehlikeye sokarlar.”
Sömürgeleştirilen insanın içinde bulunduğu sabırsızlık içinde şiddeti tehdit aracı olarak savurması, mevcut durumun kendine özgü niteliğinin şuurunda olduğunu, bu durumdan yararlanabilmeyi bildiğini gösterir. Doğrudan eylem tatbikinde de oynanan oyunların en ince noktalarına kadar nüfuz edebilme fırsatını bulan sömürgeleştirilen insan, neye sahip olmadığının şuuruna çok iyi vakıf olur. Çocuk seviyesine düşürülen sömürge insanı, her şeyinin çalındığına iyice kanaat getirir. Bu nedenledir ki bazı geri kalmış ülkelerde, yığınlar çok hızlı bir şekilde ilerleme kaydederler ve bağımsızlığa kavuştuktan iki üç yıl sonra nelerden yoksun bırakıldıklarını ve bu durum değişmediği sürece savaşmanın “zor bir iş” olmadığını anlarlar. 1789’da, Burjuva Devriminden sonra sıradan bir Fransız çiftçisi bile bu oluşumdan öz itibarıyla yararlanabilmişti. Fakat geri kalmış ülke halkının %95’i için bağımsızlığa kavuşmanın direkt olarak değişimler meydana getirmediğini söylemek ve gözlemlemek hiç de zor değildir. Bu konuda gözlem yapan kimse söndürülen yangından sonra kalan korların her zaman yangın çıkarma tehlikesi taşımasını andıran gizli bir memnuniyetsizliğin varlığını hesaba katması gerekir.
Sömürgeleştirilen insanların çok daha hızlı bir şekilde yol almak istedikleri söylenebilir. Yakın zamana kadar sömürgeleştirilen insanların yavaşlıkları, tembellikleri ve kaderciliğinin öne sürüldüğünü unutmayalım. Özgürlük savaşı süresince belli doğrultularda şiddetin, ulusal bayrakların geçit resimlerinden sonra da dinmediği görülür. Şiddet, ulusal üretim, kapitalizm ve sosyalizmin rekabeti içinde yerini aldığı ölçüde hızını kaybeder.
Bu rekabet en yerel isteklere evrensel bir boyut kazandırır. Her miting ve her baskı eylemi uluslararası arenada yankılar uyandırır. Sharpeville katliamları kamuoyunu aylarca ilgilendirmişti. Gazetelerde, radyolarda ve özel konuşmalarda bir sembol haline gelmiştir Sharpeville. Bu katliamlar aracılığı ile erkek-kadın herkes Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı meselesini ele almıştı. Her ayaklanma, her isyan Üçüncü Dünya’da soğuk savaş çerçevesi içinde yer almıştır. Salisbury’de iki adam coplanmıştı. Bir blokun tamamı bayrak açmış bu adamı konuşuyordu. Bu coplanma olayı ile Rodezya sorunu su yüzüne çıkmış, Afrika’nın bütününe ve sömürge insanlarının tümüyle bağlantı kurulmuştu bu olayın arasında. Diğer blok geniş bir kampanyaya girişmiş, sisteminin acziyetini ölçmekteydi. Sömürgeleştirilen insanlar yerel yangınlarla hiçbir klanın ilgilenmediğinin farkına varırlar. Kendi kabukları içinde kalmakla yetinir bu klanlar.
Her üç ayda bir altıncı filonun ya da yedincisinin herhangi bir yöne hareket ettiğini, Kruşçev’in füzelerle Kastro’yu kurtarma tehdidi savurduğunu, Laos konusunda Kennedy’nin nihai çözümler tasarlamaya karar verdiğini öğrendiği zaman sömürgeleştirilen insan ya da yeni bağımsızlığına kavuşan insan, ister istemez, belirsiz bir yola itildiği duygusuna kapılır. Gerçekte sömürgeleştirilen insan eski yoluna devam etmektedir. Yakın tarihte özgürlüğüne kavuşan ülkelerin yönetimlerini ele alalım. Yönetimdeki insanlar zamanlarının yarısını çevrelerinde olup bitenleri seyretmekle, kendilerini tehdit eden tehlikelerden önceden haberdar olmak için harcarlar. Diğer yarısını da ülkeleri için çalışmakla geçirirler. Bu arada dayanaklar bulmaya da çalışırlar. Aynı mantıktan hareketle ulusal muhalifler parlamenter yollardan ayrılırlar. Sert girişimlerinde ve itirazlarında kendilerini desteklemeyi kabul edecek yardımcılar ararlar. Sömürge evresini derinden etkilemiş olan şiddet atmosferi ulusal yaşama egemen olmaya devam eder. Daha önce de belirttiğimiz gibi Üçüncü Dünya bu olgunun içindedir. Bunun içindir ki geri kalmış ülke devlet adamları saldırgan, öfke dolu bir dille hitap ederler karşılarındakilere. Yeni yöneticilerin naziklikleri de aynı şekilde ele alınabilir. Pek az farkına varılan hususlardan biri de, bu adamların kendi kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı çok fazla nezaket göstermeleridir. Nezaketlilik öncelikle, başkaları, kendilerini görmeye ve kendileriyle anket yapmaya gelen eski sömürgecilere karşı takınılan bir tavırdır. Bu anketlerin sonuçlarının önceden belirlendiğini bilir sömürgecilikten kurtulan insan. Gazetecinin ortalıkta dolaşması ise buna haklılık kazandırmaktadır o kadar. Yazıyı süsleyen fotoğraflar neden söz edildiğinin, nereye gidildiğinin bilinmesi için birer kanıttır. Anketteki amaç, “orada olmadığınız zamandan beri her şey çok kötü gidiyor” düşüncesini haklı çıkarmaktır. Gazeteciler sık sık kötü karşılandıklarından, iyi şartlarda çalışmadıklarından her zamanki ilgisizlik ve düşmanlıkla karşılandıklarından dert yanarlar. Bu oldukça doğal bir durumdur. Ulusal liderler dünya kamuoyunun sadece Batı basını tarafından şekillendirildiğini bilirler. Batılı bir gazetecinin bize sorular yöneltmesinin bizim işimize yaradığı çok az rastlanan bir durumdur. Örneğin Cezayir Savaşında. En liberal Fransız röportajcılar savaşımızı anlatmak için anlaşılmaz birtakım sıfatlar kullanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu konuda onlara yakınmalarda bulunulduğu zaman da bütün içtenlikleriyle objektif oldukları cevabını verirler. Sömürgeleştirilen insan için objektiflik her zaman kendine karşı yöneltilmiştir. 1960 Eylülü’nde toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda uluslararası diplomasinin kullandığı bu yeni ses tonu da aynı şekilde ele alınabilir. Sömürge ülkelerinin temsilcileri saldırgan, ateşli aşırı bir tavır içindeydiler.
Afrikalı sözcülerin radikalizmi sorunun çözümüne olumlu katkılar sağlamış ve vetoların, Büyük Devletlerin -bilhassa Üçüncü Dünya’ya yönelik olanları- diyaloglarının kabul edilemezliğini daha iyi görme fırsatını vermiştir.
Yeni bağımsızlığına kavuşan halkın teşekkül ettiği diplomasi artık farklı bir diplomasi değildir. bu sözcüler halkları tarafından ulusal birliği kurmak daha iyi bir gelecek hazırlamak özgürlük ve ihtiyaçları korumakla görevlendirilmişlerdi. Hareket halinde ve coşkun bir yapıda olan bu diplomasi hareketsiz donmuş tamamıyla zıt yapıdaki diplomasi ile karşıtlaşan bir diplomasidir...
1945’de Setif’in 45.000 ölüsüne göz yumuşmuş, 1947’de Madagaskar’da 90.000 kişinin ölümü gazetelerde basit bir yazı konusu yapılmış; 1952’de Kenya’da 200.000 kişinin kurban edilmesi farksız bir şekilde karşılanmıştı. Bu, uluslararası çelişkilerin bir çözüme kavuşturulmaması demektir. Kore ve Çin Hindi Savaşı yeni bir evreyi oluşturmuştur.
Bu yeni yapı içinde Amerikalılar uluslararası kapitalizmin yönlendirici rollerini çok ciddiye alıyorlar. İlk aşamada Amerikalılar Avrupalılara uzlaşma yoluyla sömürgecilikten kurtarma yolunu önerirler. İkinci aşamada ise önce saygı sonra da prensip desteği istemekte tereddüt etmezler. Afrika Afrikalılarındır. Amerika bugün resmen halkların kendi haklarına sahip olmalarının savunucusu olduğunu ifade etmekten çekinmiyor. Mennen-Williams’ın son seyahati sadece Amerika’nın taşıdığı zihniyeti ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda Üçüncü Dünya’nın feda edilmemesi gerektiğine de ışık tutar. Sömürgeleştirilen insanların başvurdukları şiddetin sonuçsuz kalması sömürgecinin araç-gereci ile karşılaşıldığında anlaşılacaktır. Sömürgeci için ne büyük tehlike olduğu fark edilecektir. Başkaldırılardaki ısrarlılık ve Mau-Mau ajitasyonu sömürgenin ekonomik hayatında dengesizlikler yaratmakla beraber metropolü tehlikeye sokmaz. Emperyalizmin gözünde en önemli konu devrim ideolojisinin halka bulaşması ve onu etkileme olanağının olmasıdır. Çatışmaların gizlilik evresinde ciddi bir tehlikedir bu. Ama sıcak savaş döneminde bu tehlike katliamcı gerillalar tarafından bertaraf edilmiş olacak mı?
Kapitalizm ulusal savaşların ortaya çıkışıyla birlikte askeri stratejisinin tamamıyla her şeyini yitireceğinin farkındadır. Dahası barış içinde bir arada yaşama sloganıyla bütün sömürgelere yok oluş çağrısı yapılmış, bunun sonucunda da kapitalizm tarafsızlığı kabullenmiştir. Öncelikle kaçınılması gereken konu stratejik güvensizlik, yığınların düşman ideolojilere açılmaları ve beş-on milyon insanın radikal kinleridir. Sömürgeleştirilen halklar uluslararası siyasal hayata egemen olan buyrukların bilincindedirler. Bunun için şiddete karşı olanlar bile bu dünya çapındaki şiddete bağlı olarak karar verirler ve hareket ederler. Bugün her iki blok arasındaki barış içinde bir arada yaşama, sömürgeleştirilen ülkelerde şiddete neden olur. Yarın belki de, sömürgeleştirilen ülkelerin tümüyle özgürleşmesinden sonra şiddet alanının değiştiğini göreceğiz. Daha şimdiden sömürgeleştirilen halklardan bazılarının sorunlarını çözümleyebilmek için şiddet yollarını önermekten çekinmiyorlar. ABD’de zencilerin milisler oluşturmalarına ve silahlanmalarına tesadüf diyemeyiz. Sözde özgür dünya SSCB’de azınlıkların savunma komitelerinin olması da bir tesadüf değildir. General De Gaule bir demecinde komünist diktanın ezdiği milyonlarca müslüman hakkında üzüntülerini dile getirmişti. Kapitalizm ve emperyalizm, ırkçılık ve ulusal bağımsızlık hareketlerine karşı tamamıyla dıştan yönlendirilmiş ve tahrik ekilmiş karışıklıklar oldukları konusunda hemfikirdirler. Ayrıca şu taktiği kullanmaya da karar vermişlerdir. Özgür Avrupa Radyosu.. Egemenlik altına alınan azınlıklara destek komiteleri... Fransız subayların Cezayir’de S.A.S.’lar ve psikolojik telkinlerle yaptıkları bozgunculuk gibi onlar da anti-kolonyalizm yapıyorlar. “Halka karşı halktan yararlanıyorlardı.” Sonuç? sonuç herkesin malumu.
Şiddet, tehdit ve füze yağdırmalar sömürgeleştirilen insanları korkutmamakta ve şaşırtmamaktadır. Geride bıraktıkları zaman bu durumu “anlamaları” fırsatını vermişti sömürgeleştirilen insanlara. Sömürgeci şiddetle, çağdaş dünyanın içinde yüzdüğü şiddet arasında bir çeşit yapı benzerliği, bir çeşit uyum vardır. Sömürge insanları bu havaya uydurmuşlardı kendilerini. Her şeyden önce yaşadıkları çağın düşüncelerine ayak uydurmuşlardır. Sömürgeleştirilen bir kimsenin karısına bir elbise hediye edeceği yerde küçük bir radyo alıcısı satın alması şaşırtıcıdır. Kaderlerinin şu anda tecelli etmekte olduklarına inanmışlardır. Dünyanın son demini yaşadığını, hiçbir şeyin kendilerine engel olmaması gerektiğini düşünmektedirler. Lumamba ve Tschombe, Ahidjo ve Moumie, Keynata ve sırasıyla onların yerini almak isteyen herkesi iyi tanırlar. Sömürgeleştirilen insanlar bu şahısları iyi tanırlar. Çünkü arkalarındaki güçlerin maskeleri alınmıştır yüzlerinden. Sömürgeleştirilen, geri kalmış insanlar, kelimenin tam anlamıyla politik hayvanlardır bugün.
Bağımsızlık sömürgeleştirilen insanlara ahlaki düzelme getirmiş ve onların onurunu korumuştur. Fakat henüz bir toplum hazırlama, oluşturma ve değerler öne sürmenin zamanı gelmemiştir. Vatandaşın ve sömürgecinin bir arada geliştiği, gittikçe genişleyen alanlarda zenginleştikleri ocak henüz yoktur ortada. Bir çeşit belirsizlik içine oturtulan bu insanlar, kolayca herkes için, başkaları tarafından karar verilebileceğine inanmaktadırlar. Yöneticilere gelince, onlar bu yapı karşısında tereddüt etmekte ve tarafsızlığı seçmektedirler.
Tarafsızlık konusunda çok şey söylenecektir. Kimi insanlar, sağı ya da solu tutmakla yetinen, bir çeşit kokuşmuş merkantilizmle özdeşleştirir tarafsızlığı. Oysa ki tarafsızlık, bu soğuk savaşın meyvesi, eğer geri kalmış ülkelere, her iki partinin ekonomik yardımını almaya olanak veriyorsa, bu iki partiden her birinin geri kalmış bölgelere gerektiği gibi yardıma gelmesine olanak vermez. Askeri araştırmalara yatırılan astronomik paralar, nükleer savaş teknisyenleri haline getirilen mühendisler on beş yıl içinde geri kalmış ülkelerin yaşam düzeylerini %60 yükseltebilir. Geri kalmış ülkelerin çıkarları ne bu soğuk savaşın uzamasındadır ve ne de belirginleşmesinde. Çıkarları onlara bir şeyler sorulmasına bağlıdır. Kendilerine kanaatleri sorulduğu zaman anlaşmazlığa düşeceklerdir. Buna olanak var mıdır gerçekten? İşte Fransa örneği. Afrika’da yaptığı atom denemeleri, gösteriler, mitingler ve diplomatik kopmalar hariç tutulursa, Afrikalıların bu alanda, Fransa’nın tutumunu etkiledikleri söylenemez.
Tarafsızlık, Üçüncü Dünyalı insanda, günlük yaşamda gözüpeklik, meydan okumayı andıran coşkun bir bağlılık şeklinde bir rup yapısı meydana getirir. Bu öne sürülen uzlaşmayı red, bu ateşli, her zaman bir tek kelimeye kendini adamaya hazır gençlerin davranışını andıran bağlamda arzusu. Bütün bunlar Batılı gözlemcileri şaşkına çevirmektedir. Çünkü insan olduklarını öne sürenlerle onların arkasındakiler arasında doğrusunu söylemek gerekirse utanç verici bir durum vardır. Bu tramvaysız, ordusuz ve parasız ülkenin meydan okumasına haklılık kazandırmaz. Palavra olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın. Üçüncü Dünya yaşadığı dramdan memnun gözükür sık sık. Bu bomboş ülkenin liderleri, bu çok konuşan liderler küplere binerler. Onları susturmak, bunu başaramadıkları takdirde gönüllerini kazanmak isterler. Diyelim başardılar bunu. İşte budur tarafsızlık. %98’i okuma-yazma bilmeyen insanlara bol bol laf teklif etmek... Çokça seyahate çıkarlar. Geri kalmış ülkelerin yöneticileri ve öğrencileri havayollarının gözde müşterileridir. Asyalı ve Afrikalı sorumlular aynı ay içinde hem Moskova’da sosyalist planlama, hem Londra ya da Kolombiya’da liberal ekonominin üstünlükleri hakkında eğitim programlarını izleme olanağına sahiptirler. Afrikalı sendikacılar hızlı bir gelişim içindedirler. Otonom merkezlerin oluşumuna karar verildiği zaman yönetim mekanizmasındaki görevlerini kendilerine tevdi edebiliriz. Sanayileşmiş bir ülkede elli yıllık sendikal geçmişleri olmamasına karşın illegal sendikacılığın anlamsız bir etkinlik olduğunu bilirler. Afrikalı sendikacılar burjuva mekanizması karşısına çıkmadıkları gibi sendikal şuurlarını da sınıf mücadeleleri içinde geliştirmemişlerdir. Belki de gerekli değildir onlar için sınıf mücadeleleri içinde şuurlanma. Kim bilir? Çoğunlukla toptancılık şeklinde karikatürize olan bu genel istek, geri kalmış ülkelerin temel özelliklerinden biridir.
Tekrar, sömürgeleştirilen insanla sömürgeci arasındaki bireysel kavgaya dönelim. Görüldüğü üzere açık bir silahlı mücadele söz konusudur. Çin-Hindi, Kuzey Afrika... Endonezya bunun tarihi örneklerinden sadece birkaçı... Gözden ırak tutulmaması gereken konu, bu açık mücadelenin hemen her yerde Gine’de, Somali’de ve günümüz Angolası'nda olduğu gibi sömürgeciliğin varlığını sürdürdüğü hemen her yerde patlak verebileceği meselesidir. Bir yerde silahlı mücadele varsa, bu halkın sadece şiddet vasıtalarına itibar etmeye karar verdiklerine işarettir. Sadece şiddetin dilinden anladığını söyleyen insan kendisini şiddet yoluyla göstermeyi kafasına koyar. Esasında sömürgeci, çok eskiden beri, sömürgeleştirilen insan özgürleşmek istiyorsa, izlemesi gereken yolu göstermiştir. Sömürgeleştirilen insanın seçtiği yol sömürgeci tarafından kendisine gösterilmiş ve her şeyin allak-bullak olmasıyla, sömürgeleştirilen insan, sömürgecinin sadece şiddetten anladığını öne sürmüştür. Sömürge sistemi meşruiyetini gücünden alır. Hiçbir zaman sömürgeleştirilen insanların yapısını kullanmayı denemez. Faidherbe... Lyautey... Bugeaud ve Blandan’ın heykellerinin tek bir anlamı vardır: “Biz süngülerimizin gücü sayesinde buradayız.” Bu ifadenin gerisini getirmek kolaydır. Başkaldırılar süresince sömürgeleştirilmiş olan her insan hassas hesaplamalardan hareketle düşünür-taşınır. Bu mantık diğer sömürgecileri şaşırtmadığı gibi sömürgeleştirilen insanları da şaşırtamamaktadır. “Biz ve Onlar” şeklindeki ayrım bir paradoks oluşturmamaktadır. Çünkü sömürgecilik, görüldüğü üzere, maniheist ve bölümlenmiş bir dünyanın kurduğu bir yapıdır. Belirli bir takım vasıtalar önerildiği zaman, sömürgeci, azınlık temsilcilerinden her birinden 30, 100, 200 yerliyi yok etmelerini ister. Hiç kimsenin buna öfkelenmediğini; asıl sorunun, bu yok etme eyleminin tek celsede mi, yoksa parça parça mı olacağını bilme meselesi olduğunu fark eder.[5]
Sömürgeleştirilen halkı aritmetik olarak yok etmeyi öngören bu düşünce şekli sömürgeleştirilen insanı ahlaki yönden allak-bullak etmemektedir. Sömürgeleştirilen insan, sömürgeciyle kavganın her zaman kapalı bir ortam içinde ortaya çıkacağını bilir. Sızlanmalarla vakit kaybetmez ve sömürge bağlamında bunun kendini haklı çıkarmasını da beklemez. Sömürgeci sömürge insanını yıkılamaz buluyorsa bu, sömürgeleştirilen insanın özgürleşmesini şu cümlelerle izah etmesindedir: “200-500 kişilik gruplar oluşturalım. Her grup bir sömürgeciyle ilgilensin.” Mücadele de bu karşılıklı anlaşmayla başlar.
Sömürgeleştirilen insan için şiddet mutlak eylemin temsilcisidir. Militan, çalışan insandır. Örgütün militanlara sorduğu soru şudur: Nerede çalışıyorsun? Kiminle birliktesin? Ne yaptın? Grup, herkesten neticesi alınmış bir eylem gerçekleştirmesini bekler. Halkı savaşa çağıranların tamamının ölüme mahkûm edildiği ya da polis tarafından arandığı Cezayir’de güven, atılan her adımdaki ümitsizlikle bağlantılı haldeydi. Yeniden sömürge sistemine dönmediği zaman yeni bir militan kendisinden emin olunacak kimsedir. Bunun örneklerine Kenya’da rastlanmıştı. Çalışmak, sömürgecinin ölümü için çalışmak anlamınadır. Göze alınan şiddet hem yolunu şaşıranlar ve hem de gruptan sürgün edilenlere gruba dönme, yerlerini alma ve grubu eşi-benzeri bulunmayan bir araç olarak görme imkânını verir. Sömürgeleştirilen insan, şiddet içinde ve şiddet yoluyla özgürlüğünü elde eder. Bu oluşum, araç ve amacın belirlediği etkeni aydınlatır. A. Césaire’in şiiri şiddet görünümü içinde yüce bir anlam kazanır. A. Césaire şöyle der:
DİRENİŞÇİ (Sert): Soyadım: Onuru Kırılmış... Adım: Horlanmış... Durumum: İsyancı... Yaşım: Dağın-taşın yaşı.
ANNE: Benim ırkım, insan ırkı; dinim, kardeşlik.
DİRENİŞÇİ: Benim ırkım: Kaybolmuş bir ırk... Dinim: ......... Siz değilsiniz, onu silahsızlanmanızla hazırlayan. Sıkılmış yumruklarım ve bu dik başımla benim, ben onu hazırlayan... (oldukça sakin bir sesle) Hatırlıyorum. Bir, kasım günüydü. Altı ay ancak olmuştu... Bir dolunay gibi girmişti kapkaranlık hücresine efendi. Kasları çıkmış parmaklarıyla yere vuruyordu. İyi bir efendiydi o. Şefkatle gezindiriyordu parmaklarını karışmış küçük yüzünde. Masmavi gözleri gülüyor, tatlı bir şeyler bulaşmışcasına rahatsız ediyordu ağzı onu. İyi bir insan olacaksın diyordu yüzüme bakarak. Ve bir sürü iltifat... İyi bir hıristiyan, iyi bir köle, canlı ve eli sıkı sömürgecinin sadık bir kürek mahkûmu olmak için yirmisini geçmiş olmak hiç de fazlaca bir yaş sayılmaz. Bu adam oğlumun beşiğinin bir kürek mahkûmu çavuşunun beşiği olsun diye tasarılar kuruyordu.
ANNE: Yazık. Öleceksin.
DİRENİŞÇİ: Öldürülmüş... Kendi ellerimle ben öldürdüm onu. Evet. Faydalı ve işe yarar bir ölüm. Vakit geceydi. Şekerkamışları arasında sürünmüştük. Belimizdeki bıçaklar gülümsüyordu yıldızlara. Yıldızlarla eğleniyorlardı. Şekerkamışları jilet gibi kesiyordu yüzümüzü.
ANNE: Anasının gözlerini kapatacak bir oğuldu istediğim.
DİRENİŞÇİ: Bense oğlumun gözlerini bir başka Güneş’e açması için seçmiştim..
ANNE: Ey oğul!.. Tehlikeli ve berbat bir ölüm...
DİRENİŞÇİ: Anne. Şerefli ve unutulmayacak bir ölümdür bu.
ANNE: Daha fazla nefret için
DİRENİŞÇİ: Daha çok sevgi için...
ANNE: Söz dinle.. Senin davranışlarından boğulur gibiyim. Senin yaralarından benim kanım akıp gidiyor.
DİRENİŞÇİ: Kimse benim sözümü dinlemiyor ya. Bir Allahın kulu yok, bu dünyada, linç edilmiş, işkence edilmiş bir zavallı olmamak için çalışan.
ANNE: Gök Tanrı! Kurtar onu.
DİRENİŞÇİ: Ey kalbim! Koparamayacaksın beni hatıralarımdan. Bir, kasım akşamıydı.. Ve ansızın bozuyordu sessizliği çığlıklar. Yerimizden fırlamıştık hep birlikte, biz köleler, bİz aşağılık, biz beşparalık, biz sabırlı hayvanlar... Çılgınlar gibi koşuyoruz... silah sesleri yükseliyor... vuruşuyoruz... Kan ve ter serinletiyor bizi. Vuruşuyoruz çığlıklar arasında. Gittikçe yükseliyor çığlıklar. Ve büyük bir ışık yükseliyor gün doğusuna doğru. Yanan evlerdi bunlar... Alevler yanaklarımızı yalıyordu.
Efendinin evine baskın vardı.
Pencereleri çekilmişti..
Zorladık kapıları.
Efendinin odası açıktı. Apaydınlıktı evi. Oldukça sakin duruyordu orada efendi. Bizimkiler durdular. Efendimizdi ne de olsa. İçeri ben girdim. “Sen ha” dedi sakin bir sesle. Evet görüyorsun ya benim işte, demiştim ona. Sadık kölen... kölen... Birden korku kaplamıştı gözlerini. Vurdum. Kan fışkırarak aktı. Hatırlayabildiğim tek şey buydu.[6]
Bu atmosfer içinde günübirlik yaşamanın olanaksız hale geldiği anlaşılıyor. Eskisi gibi, alkolik, fellah ve yardakçı olunmayabilirdi artık. Sömürge sisteminin ve buna karşı sömürgeleştirilen insanın başvurduğu karşı şiddet birbirini dengelemekte ve doğaüstü bir yapı benzerliği içinde birbirlerine cevap vermektedirler. Bu şiddete dayalı üstünlük, metropol halkınınkinden daha önemli olacaktır. Sömürgeleştirilen toplumda şiddetin tırmanışı, sömürge sisteminin uyguladığı şiddetle orantılı olarak ortaya çıkacaktır. Başkaldırı döneminin ilk zamanlarında metropol yönetimler sömürgecilerin kuklalarıdırlar. Sömürgeciler hem sömürgeleştirilen insanları ve hem de onları yönetenleri (sömürge yönetimlerini) tehdit ederler. Birbirlerine karşı kullanırlar onları. Evian belediye başkanının öldürülmesi, öldürülüş şekli ve nedenleri bakımından Ali Boumendjel’in öldürülmesini andırır. Sömürgeciler için bir seçim yapmak, Cezayirlilerin Cezayir’i ile Fransızların Cezayir’i arasında değil, Bağımlı Cezayir’le Bağımsız Cezayir arasında bir seçim yapmak anlamındadır. Başka ne söylenirse yalandır, aldatmacadır. Sömürgecinin mantığı acımasız bir mantıktır. Bu mantık ancak, sömürgecinin mantığı acımasız bir mantıktır. Bu mantık ancak, sömürgecinin düşünce yapısını ilk iş olarak ortaya koyduğu ölçüde sömürge insanının davranışlarında ifadesini bulan karşı bir mantıkla alt edilebilir. Sömürgeleştirilen insan karşı-şiddet yolunu seçtiği zaman polisin baskıları otomatik olarak ulusal güçlerin baskılarına davetiye çıkarır. Varılan sonuçlar arasında bir benzerlik yoktur. Vahşet noktasına varmış olan uçakla ve donanmayla bombalamalar, sömürgeleştirilen insanın verdiği karşılıkları bastırmıştır. Terördeki tırmanma ve gerileme sömürgeleştirilen insanların en çok kendine yabancılaşanların gözlerini açar. Terör... karşı-terör... şiddet... karşı-şiddet... Cezayir’de yaşanan intikam dönemini betimledikleri zaman gözlemcilerin akıllarından çıkarmadıkları şeylerdir bunlar.
Silahlı savaşta dönüşü olmayan nokta budur işte. Sömürgeleştirilen insanı yapılaştıran, bütünüyle kuşatan bu yaygın şiddettir. Yaygın şiddet 1955’te Philippeville’de 12.000 kişinin öldürülüşü ve 1956’da Lacost tarafından şehir ve kır milislerinin kurulmasıyla neticelendi.[7] Herkes için olduğu gibi sömürgeciler içinde “eskiden olduğu gibi bu yeniden başlayamaz artık” düşüncesi açık-seçik hale gelir. Eskiden sömürge insanı böyle bir hesap içinde değildi. Bir çeşit kaçınılmazlık olarak kaydederler hafızalarına. Şiddet yoluyla karşı koymaya karar verdikleri için de bunun tüm sonuçlarını kabullenmişlerdir. Zaten başkaları için hesap tutmaları da istenmez onlardan. “Tüm yerliler benzerdir” prensibine sömürgeleştirilen insanlar da “tüm sömürgeciler benzerdirder” şeklinde karşılık verirler.[8] Sömürgeleştirilen insan işkenceye uğradığı, karısı öldürüldüğü ya da ırzına geçildiği zaman kimseye serzenişte bulunmayacaktır. Zulmeden hükümet, her gün, anket ve istihbarat komisyonları kuracaktır. Sömürgeleştirilen insanlar tanımazlar bu komisyonları. Yedi yıl süresince Cezayir için, çıkıp ta Fransız adaleti önünde Cezayirli birinin öldürülmesini savunmuş bir tek Fransız yoktur. Çin-Hindi’nde, Madagaskard’a yerli insan, sömürgeciden bekleyeceği bir şeyin olmadığını biliyordu. Sömürgecinin işi, sömürgeleştirilen insanların özgürlük hayallerini olanaksız hale sokmaktır sadece. Sömürgeleştirilen insanın düşündüğü tek şey ise sömürgeciyi yok edebilmek için muhtemel her yolu arayıp bulmaktır. Sömürgecinin maniheist tutumudur, sömürgeleştirilen insanın maniheist tutumunu ortaya çıkaran. Mantıki olan da budur. “Mutlak kötü yerli” anlayışına “mutlak kötü sömürgeci” şeklinde cevap verilmiştir.
Sömürgecinin ortaya çıkışı demek fertlerin duyarlılıklarını yitirmeleri, kültürel donuklaşma ve yerli toplumun yok olması demektir. Sömürgeleştirilen insan için hayat ancak sömürgecinin kokuşan cesedi üzerinde var olacaktır. Bu iki zihniyetin arasındaki denge kelimesi kelimesine budur.
Sömürgeleştirilen halk için biricik uğraşı olan şiddet yapıcı ve şekillendirici bir nitelik taşır. Başvurulan şiddet eylemi komple bir eylemdir. Sömürgecinin kaba şiddetine karşı tepli olarak ortaya çıkan genel şiddet kurumunun halkalarını oluşturur başvurulan eylemler. Vuruşan güçler birbirleriyle tanışıp kaynaşmakta ve geleceğin ulusu daha şimdiden bölünmez bir bütün haline gelmektedir. Silahlı savaş halkı harekete geçirir, daha doğrusu halkı tek bir yöne yöneltir.
Yığınların harekete geçmesi özgürlük savaşı içinde gerçekleştiği zaman her ferdin kafasına ortak bir dava, ulusal bir gelecek ve ortak bir tarih anlayışı sokar. İkinci evre ulusun kuruluş evresidir. Ulusun kuruluş evresi kan ve intikam ile ve öldürme eylemleriyle daha bir kolaylaşabilir. Geri kalmış ülkelerde kullanılan sözcük dağarcığının özelliği daha bir anlaşılır hale gelir. Sömürgecilik evresince halk baskıyla savaşmaya çağrılıyordu. ulusal özgürlükten sonra ise çağrı yoksulluk, cehalet ve gerikalmışlığa karşıdır. Savaşın devam ettiğini belirtelim. Halk yaşamın bitmeyen bir kavga olduğunu doğruluyor.
Daha önce de belirttiğimiz üzere sömürgeleştirilen insanın başvurduğu şiddet halkı bütünleştiren bir şiddettir. sömürgecilik yapısı itibariyle ayrılıkçı ve bölgeselcidir. Değişik klanların varlığını belirlemekle yetinmez. onlara etki eder ve değiştirir. Eski Marabut kurumunun tepkilerini güçlendirir ve otoritesine güç katar. Şiddet, uygulaması içinde bütünleştiricidir ve ulusal bir nitelik taşır. Bunun içindir ki bölgeciliğin ve kavmiyetçiliğin ortadan kaldırılmasını taşır bünyesinde. Ulusal partiler, özellikle başlarındaki yöneticileriyle katı ve acımasızdırlar. Yerli şeflerin ve yöneticilerin temizlenmeleri halkın bütünleşebilmesi için kaçınılmaz bir ön koşuldur.
Şiddet, bireysel anlamda zararlı unsurlardan arınma sağlar. Sömürgeleştirilen insanı aşağılık kompleksinden, içedönüklükten ve ümitsizlikten kurtarır; gözüpek ve sağlıklı bir hale getirir. Halkın, silahlı savaş başarıya ulaşmamış, hızlı bir sömürgecilikten kurtuluş gerçekleşmemiş olsa bile, özgürlüğü elde etmenin, toplumun ve toplumun her ferdinin sorunu olduğuna, liderlerin çok özel bir değerinin olmadığına iyice kanaat getirmeye vakti yoktur. Şiddet, halkı liderden daha üstün bir mevkiye yükseltir. Genç yöneticilerin protokole karşı koymadaki acelecilikleri buradan kaynaklanır. Bu genç yöneticiler, şiddet içinde, özgürlük savaşına katıldıkları zaman, halk hiç kimsenin kendini “özgürlükçü” olarak takdim etmesine fırsat vermez. Genç yöneticiler yığınların eylemlerine gıpta ederler ve kendi gelecekleri için yaşayan tanrı olarak görürler halkı. Dünün tamamıyla sorumsuzları olan bu yöneticiler, bugün her şeye karar veren ve her şeyi anlayan insanlar olarak anılırlar. Şiddetin aydınlığa kavuşturduğu toplumsal bilinç, tüm pasifleştirmelere karşı ayağa kalkar. Demagogların, oportünistlerin ve dalaverecilerin işi zordur bundan böyle.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bu maniheist dünyanın işleyişini Peau Noire, Masques Blancs (Siyah Deri Beyaz Maskeler) isimli eserimizde göstermiştik.
[2] Yeryüzünün Lanetlileri'nin "Sömürge Savaşları ve Düşünce Bozuklukları" başlıklı altbölümü.
[3] Engels, Anti-Dühring II, bölüm: III “Şiddet Teorisi” Ed. Sociale, s.: 199.
* Vietnam'da köylü yığınlarının ayaklandığı yerin adı ve aynı adı taşıyan ayaklanma.
* Setif, Moramanga, söz konusu ülkelerde kanlı eylemlere sahne olan yerlerdir.
[4] Lideri tutuklamanın sömürgeleştirilen yığınların otantik isteği sonucu olduğu kanısına varılabilir. Bu durumda sömürgecilik yeni liderler lanse edebilmek için onun tutukluluk halinden yararlanma yoluna gidecektir.
[5] Bu yok etme şeklindeki temizlik hareketi, kuşku yok ki kurtarılmak isteneni yerle bir edecektir. Sartre şöyle der: “Sonuçta bunları (ırkçı düşünceleri) yinelemek bile yerlilere karşı anlık bir birliğin gerçekleşemeyeceği, sadece eskiye dönüş olarak kalacağı, sömürgeleştirilen insanları katletmek için aktif bir beraberlik olacağı; gerçekleşebilir olması halinde, sömürgeleştirmeyi bir çırpıda ortadan kaldıracağı ortaya çıkar.” (Diyalektik Düşüncenin Eleştirisi, s.: 346)
[6] Aimé Césaire, Les Armes Miraculeuses (Et les chiens se taisaient) Gallimard, s.: 133-137.
[7] Fransız hükümetinin Cezayir’de aldığı bu kararın önemini takdir edebilmek için bu döneme yeniden dönmek gerekiyor. Resistance Algerienne’in 28 Mart 1957 tarihli 4. sayısında şunları okuyoruz: B. Milletler Genel Kurulu’nun isteği üzerine Fransız hükümeti şehir milisleri oluşturma kararı aldı. B. Milletler “Çok kan aktı” deyince, Lacoste şöyle karşılık verir: Milisleri oluşturalım. B. Milletler ateşkes önerince de Lacoste, “Sivil halk, silahlanalım” şeklinde haykırır. B. Milletler demokratik ve barışçı bir çözüm üzerinde anlaşmak için mevcut iki partiye ilişkiler içine girme çağrısında bulunmuştu. Lacoste bunun üzerine her Avrupalının silahlanmış olacağını ve şüphelendiği her insanın üzerine silahını boşaltmak zorunda kalacağını belirtir. Soykırımına yönelik caniyane baskı ve işkenceye yetkililer tarafından özellikle karşı durulacağını kestirebiliriz. Lacoste şöyle karşılık verir: Baskıyı sistemleştirelim. Cezayirlileri avlamayı düzenli hale getirelim. Sembolik olarak da sivil güçleri askeri güçlerin; askeri güçleri de sivil güçlerin yerine koyar. Devre tamamdır. Silahı elinden alınan, açlığa mahkum, saldırıya uğramış, çarpılmış, gerilime düşmüş ve kafası allakbullak edilmiş olan Cezayirli insan yenilgiye uğramıştır. Çünkü şüphe içini kemirmektedir. Bugün Cezayir’de silah kullanmaya davet edilmemiş bir tek Fransız bulamazsınız. B. Milletler Genel Kurulunun son önergesinin oylanmasından bir ay sonra Cezayir’de bulunan Avrupalılardan hiçbiri çağdaş yok etme yöntemlerinden daha korkunç yok etme eylemlerine başvurmaktan geri durmamıştır. Demokratik çözüm ha? Hay hay. Lacoste sırtını döner bu demokratik çözüm yoluna. Cezayirlileri yok ederek başlayalım işe. Bunun için sivil güçleri silahlandıralım ve bırakalım görsünler işlerini. Paris basını hep bir ağızdan bu silahlı grupların teşkilini ihtiyatla karşılamıştı. Faşist milisler diyebiliriz bunlara. Evet bireysel anlamda ve insan hakları açısından geleneksel sömürgeci ülkelerde sömürgecilik mi, faşizm mi söz konusudur? Meşru bir kılığa sokulan ve önerilen katliamların sayısı artmıştır. Fakat Cezayirli insanın eti-kemiği yüz otuz seneden beri yaraları daha bir derinleştirmiyor, daha belirgin yaralar meydana getirmiyor mu? M.P.R. parlamenteri Kenne Vignes, dikkat ediniz, bu milis teşkilini isterken Cezayir’deki iki toplum arasında var olan uçurumun derinleşmesi tehlikesiyle karşı karşıya değil miyiz? diye konuşur. sömürge durumu bir halkın tümünü sistemli bir şekilde köleleştirmek değil de nedir? Cezayir Devrimi haklı olarak bu uçurumun, bu topyekûn köleliğin karşısındadır. Cezayirli devrimci bu işgalci ulusa karşıdır. Şöyle seslenir bu işgalci ulusa: Çekin sivri dişlerinizi öldürdüğünüz ya da yaraladığınız Cezayirli insanın etinden. Cezayir halkına seçim hakkı veriniz.
Bu milis teşkili ordunun görevlerini hafifletebilir. Fas ve Tunus sınırlarını korumakla görevli birlikleri rahatlatabilir. Altı yüz bin kişilik güçlü bir ordu... Hava ve deniz kuvvetlerinin neredeyse tamamı... Fas ve Tunus halkına yapılan işkenceleri özümlemiş olan usta ve oldukça güçlü bir polis kadrosu...Beş yüz bin kişilik bölge birlikleri... Ordunun görevini azaltmak gerekir. Şehir milislerini oluşturalım. Gerçek şu ki. milislerin teşkili kendi içinde kendine özgün bir çelişkiyi de beraberinde getirir. Fransız ordusunun görevi bitmemiştir. Cezayir Devriminin incelenmesi, anlaşılması, öneminin ölçülüp kavranması ısrarla engellenmişti. Her yere bir şef tayin edilmişti... Mahalle şefleri... caddelerin şefleri... kat sorumlulukları. Gününüzde bu tabloya bir de mevki farklılığı ekleniyor.
Kırk sekiz saat içinde iki bin kişi kara listeye geçirilmişti. Cezayir’de yaşayan Avrupalılar Lacoste’un çağrısına anında karşılık verdiler. Bundan böyle her Avrupalı bulunduğu bölgede sağ kalan Cezayirlilerin sayımını yapmakla yükümlüydü. Bilgi toplamalar... terörizme anında karşılık verme.. şüphelerin ortaya çıkması... asker kaçaklarının temizlenmesi... polis kuvvetlerinin güçlendirilmesi... bazen ordunun işlerini hafifletebilir. Bugün denetimlere daha sık denetimler eklenir. Sıradan öldürmelere planlı öldürmeler eşlik eder. B. Milletler, kan akıtmayı durdurun diye öğütler veriyordu. En güvenilir aracı olan Lacoste da, artık akıtılacak kan kalmadı şeklinde karşılık verir. Massou’nun kuvvetlerine teslim edildikten sonra Cezayirliler şehir milislerine yürekten güven duymuşlardı. Lacoste şehir milislerini teşkil etmekle açıkça savaşa burnunu sokmaktan kaçınacağını göstermiştir. Lacoste çürümenin büyük boyutlara ulaştığını kanıtlar. İnsan şu anda mahkum edilmiş olsa bile hangi şey onu özünden yoksun bırakabilir? Cezayir halkı aldığı her karardan sonra savaşma etkinliğini artırmış, gerilimleri daha da şiddetlenmiştir. Her öldürme eyleminden sonra biraz daha bilinçlenme olanağına sahip olmakta ve direnme gücü daha bir sağlamlaşmaktadır. Evet Fransız ordusunun görevleri bitmemiştir. Çünkü Cezayir halkı hâlâ yok edilememiştir.
[8] Düşmanlıkların ortaya çıkmasına neden olanlar sadece mahkum edilen insanlar değildir. Bunun nedeni, kadroların politize olması, yöneticilerin halka; 1) Metropolden gelen insanların her zaman hoşnut olmadıklarını, zaman zaman bu savaş nedeniyle tiksinti duyduklarını, 2) Savaşın şu andaki amacının belli uluslararası anlaşmaların kabulünü sağlamak olduğu, 3) İnsanları mahkûm ettiren ordunun sokak başlarını tutan derme çatma birlikler olmadıkları, aksine gerçek anlamda bir ordu olduğu, 4) Neye mal olursa olsun mahkûmların sahip oldukları olanakların düşman tarafından hapse atılan militanlarımızı savunma için önemli bir baskı aracı olduğu... şeklindeki düşünceleri kabul ettirmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder