Soruların Hikayesi - Subcomandante Marcos

Bu dağlarda soğuk, insanın iliklerine işler. Ana Maria ile Mario, Ocak Şafağı'ndan *1* on yıl önceki bu keşif gezisinde benimle birlikteler. Her ikisi de gerillalara yeni katıldı ve bir piyade teğmeni olarak benim görevim, onlara daha önce başkalarının bana öğrettiği şeyi, dağda yaşamayı öğretmek. Önceki gün, Koca Antonio'yla ilk defa karşılaştım. İkimiz de birbirimize yalanlar söyledik.
O, mısır tarlasına bakmaya gittiğini söyledi, ben de ava çıktığımı. İkimiz de yalan söylediğimizi ve ikimizin de bunu bildiğini biliyorduk. Ana Maria'yı keşfe devam etmesi için bırakıp, pusulanın yardımıyla önümdeki yüksek tepeyi haritan üzerinde bulup bulamayacağımı görmek için nehre geri döndüm. Aslında Koca Antonio'yla yeniden karşılaşmak istiyordum. O da aynı şeyi düşünmüş olacak ki, daha önce karşılaştığımız yerde yeniden rastlaştık.
Tıpkı dün olduğu gibi, Koca Antonio yere oturmuş, yeşil yosunlarla kaplı huapac ağacına sırtını dayamış, sigarasını sarıyor. Karışısına oturup pipomu yakıyorum.
Peki, siz de bizim eşkıya olduğumuzu düşünüyor musunuz?" diye soruyorumç Koca Antonio, havaya doğru koca bir duman üfleyip öksürerek kafasını olumsuz anlamda sallıyor. Bundan cesaret alarak bir soru daha soruyoru: "Sizce biz kimiz?"

"Bunu senin anlatmanı tercih ederim." diye cevaplıyor, gözlerimin içine bakarak.

"Uzun bir hikaye bu!" deyip Zapata'yı ve Villa'yı*2*, devrimi, toprakları, adaletsizliği, açlığı, cehaleti, hastalığı, baskıyı ve her şeyi anlatmaya başlıyorum. Sözlerimi, "İşte Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu böyle doğdu." diyerek noktalıyorum. Ben konuşurken sürekli yüzüme bakan Koca Antonio'nun yüz çizgilerinde bir işaret arıyorum.

"Zapata'dan az daha bahsetsene," diyor, biraz daha duman üfleyip öksürürken.

Anlatmaya Ananecuilo'yla başlayıp, Ayala Planı, askeri örgütlenme, köylerin örgütlenmesi ve Chinameca ihanetiyle devam ediyorum. Hikayem bitene kadar Koca Antonio bana bakmayı sürdürüyor.

Ben bitirince, "Hikaye böyle değildi," diyor.
Şaşkınlıkla, "Değil miydi?" diye kekeliyorum.
"Hayır, değildi," diye üsteliyor Koca Antonio. "Şimdi sana Zapata'nın gerçek hikayesini anlatacağım."

Biraz daha tütün çıkarıp sigara sarmaya başlıyor, bir yandan da hikayesini anlatıyor. O anlatırken, geçmişle şimdi, tıpkı benim pipomun dumanıyla onun sigara dumanı gibi iç içe giriyor, birbirine karışıyor.

"Tarihin çok eski çağlarında, dünyayı yaratan ilk tanrılar hala geceleri ortalıkta gezinirken, Ik'al ve Votan adlı iki tanrının varlığından bahsedilir. Bu ikisi aslında tek bir tanrıydı. Biri arkasını döndüğünde öbürü, öbürü döndüğündeyse diğeri görülebilirdi. Birbirlerinin tam zıddıydılar. Biri, nehirdeki mayıs sabahı gibi aydınlıktı. Diğeri, mezarlıktaki gece gibi karanlık ve soğuktu. Aynıydılar. İkisi birdi, çünkü birini oluşturan diğeriydi. Ama yürümezlerdi. Aslında bir olan bu iki tanrı, daima oldukları yerde durur, hiç kıpırdayamazlardı. Bir keresinde 'Ne yapsak acaba?' diye sordular birbirlerine. 'Hayat böyle hüzünlüdür," diye şikayet ettiler, aslında bir olan ve oldukları yerde kalan bu iki tanrı. 'gece bitmiyor' dedi Ik'al. 'Gün bitmiyor,' dedi Votan. 'hadi yürüyelim,' dedi aslında iki olan biri ötekine. 'Nasıl yürüyeceğiz?' diye sordu öteki. 'Nereye?' diye sordu ilki.

"Sonra fark ettiler ki, önce nasıl, sonra nereye diye sorarak azıcık da olsa hareket edebiliyolardı. Aslında iki olan biri, az da olsa hareket ettiklerini görünce mutlu oldu. Sonra ikisi de aynı anda hareket etmek istediler ama beceremediler. 'Şimdi ne yapsak acaba?' Önce biri, sonra diğeri öne doğru eğildi ve bir kez daha hareket ettiler. Sonra ortak bir karara vardolar, artık hareket edebildiklerine göre, önce biri, sonra diğeri hareket edecekti. Böylelikle hareket etmeye başladılar, kimse hareketi önce kimin başlattığını hatırlamıyodu, çünkü sonunda hareket edebiliyor olmaktan çok mutluydular. 'Artık hareket edebildiğimize göre, hareketi önce kimin başlattığının ne öncemi var?' dediler, birbirinin aybı olan iki tanrı. Gülmeye başladıktan sonra anlaşmaya vardıkları ilk konu, dans etmek oldu. Böylece dans ettiler, biri bir adım atıyor, diğeri başka bir adımla onu takip ediyordu. Dans ederek uzun bir zaman harcadılar, çünkü dans etmekten çok mutluydularç

"Sonun da dans etmekten yorgun düştüler ve dans dışında ne yapabileceklerini düşünmeye başladılar. İlk sorunun 'Nasıl hareket edebiliriz' in cevabını bulmuşlardı: 'Beraber, ama anlaşarak ve ayrı olarak.' Bu soruyu pek kafalarına takmadılar, çünkü sordukları sorunu farkına vardıklarında, zaten çoktan hareket etmeye başlamışlardı. Sonra, önlerinde gidilecek iki yol olduğunu gördüklerince ikinci soru geldi. Yollardan biri kısaydı. Yolun çok yakınca bir yerlerde son bulduğunu açıkça görebiliyolardı. Ayaklarında hissettikleri, yürümekten kaynaklanan haz öylesine büyüktü ki, hemen kısa bir yolda yürümek istemedikleri konusunda anlaştılar ve uzun yolu seçerek yürümeye başladılar. Uzun yolu seçerek verdikleri cevap onları başka bir soruya götürdü: 'Bu yol nereye gidiyor?' Uzunca bir süre bu sorunun cevabı üzerinde düşündüler ve aslında bir olan bu iki tanrı, bu uzun yolu yürümeden sonunun nereye varacağını göremeyeceklerinin farkına vardılar. Eğer oldukları yerde kalırlarsa, uzun yolun nereye varacağını asla bilemeyeceklerdi.

"Böylelikle aslında bir olan bu iki tanrı, birbirlerine 'Haydi, yolın sonuna dek yürüyelim öyleyse,' diyerek yola çıktılar; önce biri, sonra diğeri. Bir süre sonra uzun yolu yürümenin uzun zaman alacağını fark ettiler ve ortaya başka bir soru çıktı: ' Bu kadar yolu uzun süre yürümeyi nasıl becereceğiz?' Oldukça uzun bir süre bunun cevabını düşündüler, önce Ik'al, gündüzleri nasıl yürüyeceğini bilmediğini, sonra da Votan geceleri yürümekten korktuğunu söyledi. Uzun uzun ağladıktan sonra ulumayı kesip bir karara vardılar. Ik'al ın geceleri, Votan'ın da gündüzleri yürüyebileceğini fark ettiler. Sorunu cevabını bulmuş oldular; böylelikle her zaman yürüyebileceklerdi.

"İşte o günden beri tanrılar hep bu şekilde soru sorarak ve durmaksızın yürüyorlar. Asla bir yere varmazlar ve asla bir yerden ayrılmazlar. Böylece dürüst kadınlarla dürüst erkekler tanrılardan soruların sadece yerinde dırmak için değil, yürümek için de gerekli olduğunu öğrendiler. O gün bu gündür dürüst erkeklerle dürüst kadınlar yürümek için sorular sorarlar, bir yere vardıklarında 'hoşçakal', oraya veda ederken de 'merhaba' derler. Asla oldukları yerde durmazlar.

Artık iyice kısalmış olan pipomun ağızlığını kemirerek oturuyorum. Koca Antonio'nun anlatmaya devam etmesini bekliyorum, ama onun daha fazla konuşmaya pek niyeti yok gibi görünüyor. Söyleyeceği önemli bir şeye engel olmaktan çekinerek. "Peki ya Zapata?" diye soruyorum.

Koca Antonio gülümsüyor. "Bilmek ve yürüyebilmek için soru sorman gerektiğini şimdi öğrendin işte." Öksürüp ne zaman sardığını fark etmediğim bir sigara daha yakıyor. Sözcükler ağzından, dudaklarının arasından çıkan dumanların arasından, toprağa düşen tohumlar gibi dökülüyor.

"Zapata, bu dağlarda ortaya çıktı. Zapata doğmadı, derler. Sadece birdenbire beliriverdi. Onun, çıktıkları uzun yolun ardından buraya ulaşan Ik'al ve Votan'ın ta kendisi olduğunu, iyi insanları korkutmamak için tek bir kişiye dönüştüğünü söylerler. Bu kadar uzun süre beraber yürüdükten sonra, Ik'al ve Votan birbirlerinin aynı olduklarını, gündüzleri ve geceleri tek bir kişiye dönüşebildiklerini öğrenmişlerdi. Buraya vardıklarında bir oldular ve Zapata adını aldılar. Zapata, buraya vardığını ve buranın o uzun yolun nereye varacağı sorusunun cevabını bulacağı yer olduğunu söyledi. Bazen aydınlık, bazen karanlık olacağını, ama hep tek olacağını söyledi; Votan Zapata ile Ik'al Zapata, beyaz Zapata ile Siyah Zapata. Her iki yol da dürüst erkekler ve dürüst kadınlar için aynı yoldu."

Koca Antonio, heybesinden küçük bir naylon torba çıkarıyor. İçinde Emiliano Zapata'nın 1910 tarihli çok eski bir fotoğrafı var. Zapata'nın sol eli bel hizasındaki süvari kılıcını kavramış. Sağ elinde ise bir tüfek duruyor. Üzerinde, omzundan çaprazlama asılmış iki fişeklik, bir de göğsünü soldan sağa dolanan siyah beyaz bir kuşak göze çarpıyor. Ayakları hem duruyormuş hem de yürüyormuş, bakışları sanki 'İşte burdayım!' ya da 'Geliyorum oraya!' der gibi. İki merdiven var. Karanlıtan çıkıp gelen birinde, daha karanlık suratlı Zapatistalar var, sanki derinlerden geliyor gibiler. Aydınlatılmış olan diğer merdivendeyse kimse yok, nereden gelip nereye gittiği belirsiz. Tabii eğer tüm bu ayırntıları gördüğümü söylersem yalan olurç Bu ayrıntılara dikkatimi çeken Koca Antonio oldu. Fotoğrafın arkasında şunlar yazılıydı.


General Emiliano Zapata, Güney Orduları Komutanı.
Gral. Emiliano Zapata, Jefe del Ejercito Suriano.
Le General Emiliano Zapata, Chef de l'armee du Sud
1910. Fotoğraf: Agustin V. Casasola.



Koca Antonio, "Bu fotoğrafa çok soru sordum. Öyle geldim buralara," diyor. Öksürüp sigara izöaritini fırlatıyor. Fotoğrafı bana vererek, "Al bunu," diyor, "böylelikle ona sorular sormayı... ve yürümeyi öğrenirsin. Vardığında 'hoşçakal' demek daha iyidir. O zaman ayrılırken acı çekmezsin." Gitmeye hazırlandığını belli ederek elini uzatıyor.

O günden sonra Koca Anotino, beni her gelişinde "Hoşça kal!" diye selamladı ve her gidişinde el sallayarak "Geldim işte!" dedi.


Subcomandante Marcos
Zapatista Hikayeleri adlı kitaptan alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder