Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi.
Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da “ekonomi” veya “piyasa ekonomisi” deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır. Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen musîbetin insanlığın normal hali olarak görülmesi, öyle algılanması amaçlanıyor…
Oysa, kapitalizm netâmeli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hali değildir. Macar iktisatcı/antropolog, “Büyük Dönüşüm” adlı ünlü eserin yazarı Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı/ tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade ediyordu:
“Ama hiçbir toplum, insânî ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından korumadan, çok kısa bir süre için bile böylesine ham hayallerden oluşan bir sistemin etkilerine dayanamızdı”. Dayanamadığı ortada değil mi? Karl Marks, Karl Polanyi’den yüz yıl kadar önce, “Felsefenin Sefaleti” adlı ünlü eserinde, kapitalist sistemin manzarasını şöyle resmediyordu:
“En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zamann gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her sey ticaret konusu oldu. Bu, genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun nanevî olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.”
Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücüdunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri… Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hale gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, moderleşme, çağdaşlaşma, “muasır medeniyeti yakalama”, “kalkınma” sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor…
Kapitalizm her ikisi de yıkıcı, birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üreten, besleyen ve azdıran iki temel dinamik üzerinde yol alıyor:1. Sınırsız büyüme/genişleme/ yayılma; ve 2. Yıkıcı veya ‘çılgın’ rekabet. Her ikisi de tahripkâr bu iki temel eğilim, artık sınır diye bir şeyin de olmaması demektir. Oysa ahlâk sınır demektir, gerektiğinde potonsiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, ondan sakınmak, kendini sınırlamak demektir. Sınırlama yoksa ‘sorumluluk’ kaygısı yoksa, ahlâk da yoktur.
Durum böyledir ama yıkıcı rekabet de sınırsız [üssel] büyüme, hâkim ideoloji tarafından ve onun yapıcı unsunlarından biri olan iktisat bilimi denilen tarafından sadece olumlanmıyor, aynı zamanda yüceltiliyor. Eğer her hâlükârda kazanmak, mutlaka kazanmak kuralsa, ve birinin kazanması da diğerinin kaybetmesiyle mümkünse [ zira kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir], birinin durumumun iyileşmesi ötekinin durumunu kötüleştirmeden mümkün değilse, birinin “kalkınması” ötekinin yoksulluk ve sefalet ortamına itilmesi pahasına gerçekleşiyorsa, azınlığı zenginleştirmenin yolu çoğunluğun müküksüzleştirilmesinden/ yoksullaştırılmasından geçiyorsa, ve bu kadarı da insânî değerlerin aşınması, doğal çevre tahribatı ve canlı yaşamın yok olması- ölümü pahasına gerçekleşiyorsa, bu makbûl ve sürdürülebilir bir durum mudur? Mâkûl bir şey midir? Velhasıl, arzulanabilir bir şey sayılacak mıdır?
Öyleyse bu tersliğin gersinde ne var? Bu durumun gerisinde tüm sapmalara kaynaklık eden asıl sapma var ki, kapitalist sistemde ekonomi toplumun hizmetinde değil, tam tersine toplum ekonominin hizmetindedir. Oysa, ekonominin sadece bir araç olması gerekirdi. Mâlûm, araç bir anlam taşıyıcısı değildir. Araç, amaca tâbî olmak, onun hizmetinde olmak durumundadır. Şimdilerde devasa güç odakları haline gelmiş dev şirketlerin [oligopoller densin] insanlığın kaderini belirler duruma gelmesi, söz konusu tersliğin bir sonucudur. O kadar ki, söz konusu şirketler, teker teker insanları, bilim erbabını, siyasi partileri, sendikaları, siyasetçileri , demokrasi oyununun figüranları siyasî partileri, “sivil toplum örgütü” denilenleri, medyayı [ aslında medya şimdilerde sermayenin hizmetinde değil, bizzat kendisi...], orduyu, polisi… velhasıl her şeyi satın alabilir, manipüle edebilir durumda… Böyle bir dünya hâlâ ahlâktan, “etik değerlerden” söz etmek ne anlama gelebilir?
Böyle bir sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için “her şeyin mübah” sayıldığı koşullarda, etik değerlere hâlâ yer var mıdır? Eğer bireysel zenginlik yaşamın yegane ereği sayılırsa, çok ve çabuk kazanmak yüceltilirse, ve birinin [azınlığın] durumunun “iyileşmesi” ötekilerin [çoğunluğun] durumunu kötüleştirmeden mümkün olmuyorsa, orada geçerli ahlâk ancak işbitiricilik ahlâkı olabilir ki, doğrusu işbitiricilik ahlâksızlığıdır. Mâlûm: birilerinin iş bitirmesi, başkalarının işinin bitirilmesini varsayar. Dolayısıyla liberal aydınların, burjuva ideologlarının yücelttikleri başarı öyküleri, işi bitirilen çoğunluk aleyhine ve doğanın tahribi pahasına mümkün oluyor.
Çelişik bir durum söz konusu: sistem bir yanda çok kazanmayı, ne pahasına olursa olsun kazanmayı bir marifet olarak sunuyor, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yağma ve talanı yüceltiyor, sonra da yolsuzlukla mücadele amacıyla kanunlar çıkarıyor, kurumlar oluşturuluyor, sözde etik kurallar vâzediyor… Dünya Bankası bundan bir kaç yıl önce rüşvet ve yolsuzluğun portesinin 100 milyar dolara dayandığı haberini veriyordu… Elbette sorun göze görünenle, 100 milyar dolarla da sınırlı değil, yolsuzluk ve rüşvetin neden olduğu ekonomik, ekolojik, sosyal kötüleşmaleri ve insan sağlığına verilen zararları da dikkate almak gerekir. Nasıl işbitiricilik iki tarafı varsayarsa: işi bitiren ve işi bitirilen, velhasıl yolsuzluk ve ahlaksızlık da iki tarafı varsayar. Rüşveti veren de alan da bir ahlâksızlık “durumunun” taraflarıdır. Tabii yapılan yolsuzluğun ve ahlâksızlığının faturası her zaman yoksullara ve doğaya çıkmak kaydıyla…
Bir kadın komşumuz oğlunun “beceriksizliğinden, pısırıklığından, işbilmezliğinden” yakıyordu. Onunla birlikte memuriyete başlayan arkadaşlarının kışlık, yazlık ev ve araba sahibi oldukları halde, oğlunun hâlâ kirada oturduğundan şikayet ediyordu. “Öyleyse oğlunuz müsrif, kazandığını ölçüsüz harcıyor olmalı” dediğimde, biraz şaşkın ve tedirgin, “yok yok hocam oğlum müsrif değildir, hiç bir aşarılığı yoktur” cevabını vermişti. Aslında kadın besbelli ki, oğlunun işbitiricilik kategorisi dışında kalmasından şikayet ediyordu… İşbitiriciliğin kural, ahlâklı- sorumlu-ölçülü-duyarlı davranmanın istisna haline geldiği yerde, skandallar [ahlâk dışı, utanç verici durumlar] da artık istisna değil kuraldır ama egemen söylem sanki öyle değilmiş gibi yapıyor… Ortaya çıkan her skandal sanki istisna imiş gibi sunuluyor.
Ve etkili/yektili şahsiyetler, yolsuzluğun üzerine gireceklerini, gereğinin yapılacağını… söylüyorlar ve skandallar her seferinde daha büyük boyutlarda daha sık ortaya çıkmaya devam ediyor. Aslında yüzeye çıkan skandallar aysbergin sadece göze görünen küçük bir kısmı… Zira, asıl skandal bizzat çürümüş/ kokuşmu/soysuzlaşmış burjuva düzeninin kendisi/tamamı… Durum böyle ama şimdilik kitleleri aldatmayı/oyalamayı başarıyorlar…
Eğer kazanmak, ne pahasına olursa olsun kazanmak kural haline gelmişse, zenginlik de maddi zenginlikten [daha fazla şeye sahip olmak] ibaret sayılıyorsa, öğretmenin öğrencisini bir kazanç aracı olarak görmesi artık “olağan” bir şeydir. Öğrencisine yeterli ilgiyi göstermez, öğretmesi gerekeni öğretmez, düşük not verip, “başarısız” sayar ve ona derste öğretmediğini ‘özel derste’ veya ‘özel dersanede öğretmeyi yeğler. Tıp profesörü, insan sağlığını iyileştirecek araştırmalar için laboratuvara kapanmak yerine daha çok ‘kazanmak’ için ne gerekiyorsa yapar, futbolcu ve hakem daha fazla ‘kazanmak’ için şike operasyonuna dahil olur, avukat karşı taraf daha çok teklif edince ‘akıllı davranmayı’ yeğler, hakim kararı verirken sadece ‘vicdanının sesini’ değil, başka sesleri dinlemeyi daha ‘uygun’ bulur, üniversite üyesi, bütün bir yıl boyunca öğretmediğini ‘yaz okulunda’ beş, altı haftada öğretir, verdiği derslerin saatini akşama, değilse geç saatlere kaydırmayı yeğler ki ‘kazancı artsın’.., bakanlığın ilgili büyük/küçük memuru ihaleyi en çok “komisyon” verene “lâyık görür”, belediye başkanı imar planında değişiklik yaparak hızla “kalkınır…” İşbitirici müteahhit de işi ‘iyi bitirmenin’ bir gereği olarak, demirden, çimento’dan, mümkün olan her şeyden, ve tabii en çok da işçinin emeğinden çalmayı yeğler… Ve inşa ettiği evler çöktüğünde ve insanlar öldüğünde bunun bir ‘takdir-i ilâhî’ olduğu söylenir…
Böylesi ahlâk yoksunu bir ortamda yolsuzluğu tahkik etsin diye gönderilen müfettiş için iki şık söz konusudur: Yolsuzluğun üstüne gidip, suçluların cezalandırılmalarını sağlamak, bu durumda bir “trafik kazasına” uğramayı, değilse “faili meçhul” bir şekilde ortadan kaybolma riskini, mafyanın gazabına uğrama ihtimalini göze alması gerekecektir, ya da işbitiriciler kervanına katılıp ‘akıllı’. ‘gerçekçi’ olma yolunu seçecektir… Bir skandalı diğeri izlerken ve skandallar artık kural haline gelmişken, pis kokular her yeri sarmışken, hâlâ “çürük elmalardan” söz ediliyor olması rahatsız edici değil mi? Cuvaldaki elmaların çürükleri istisna ve ayıklanabilir durumda mıdır? Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ama bilindiği gibi, istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir…
Kumar dememek için “şans oyunu” deniyor… Aslında portresi on milyarlarca dolar olan bir kumar değil mi söz konusu olan? Doğrusu milli piyango değil, milli kumar olması gerekir. Toto, loto, şans topu, bahis, iddaa, kazı-kazan, at yarışları, paralı yarışma programları, vb. devasa bir kumar sektörüdür. Ahlâkı en çok ve en hızlı erozyona uğratan pis bir sektördür. Çalışmadan, bir emek harcamadan da ‘kazanılabildiği’ bilincinin yerleşmesini sağlıyor. Aslında genel bir çerçevede bu ‘oyunlar’ oyuna dahil olan emekçi halk kitleleri için bir tür ek vergi demektir… Amaç işlevi birilerini ‘ütmek’ olsa da, asıl tahribat ahlâkî erozyonla ilgilidir.
Slogan şöyle: “Pekâlâ siz de kazanabilirsiniz! Neden olmasın”? Siz küçük hırsızların ayıplandığına, kötülendiğine, lânetlendiğine bakmayın, sistem büyük hırsızları görünmez kılmak için onları cezalandırıyor. Zira büyük hırsızların daha çok çalabilmesi için küçüklerin engellenmesi gerekiyor. Siz hiç mahpusanelerde ‘büyük hırsız’ gördünüz mü? Oysa mahpusaneler her zaman küçük hırsızlarla doludur. Büyük hırsızlar ancak istisna olarak orada bulunurlar… Fakat büyük hırsızların ‘en büyük hayır sever, yoksul dostu’ olarak sunulması da burjuva uygarlığının bir ironisidir. Çaldıklarının çok küçük bir kısmını hayır işlerine harcarlar, hayırseverliğin timsâli olarak cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların elinden ödül alırlar… Elbette toplumsal ahlâkın hızla aşınmasında reklamların da çok önemli bir dahli söz konusu. Reklamlar daha çok satmanın [daha çok üretmenin de tabii], daha çok tüketmenin, daha çok yok etmenin ve kirletmenin hizmetinde. En çok kirletilen de bizzat insanların kendisi olmak kaydıyla… Reklamlar insanları alıklaştırıyor, bönleştiriyor, ahmaklaştırıyor, onları bir çeşit tüketen robotlara dönüştürüyor, düşünme, ‘bağımsız karar verme’ yeteneklerini dumura uğratıyor…
Metalaşma, paralılaşma, çürüme sürecinin hızlandığı, derinleştiği, her şeyi kapsar hale geldiği neoliberal küreselleşme çağında, sanatın, bir bütün olarak estetilk etkinliğin de bu sürecin dışında kalması mümkün değildir. Zaten gerçek anlamda estetik yaratıcılığın, metalaşma/paralılaşma mantığıyla uyuşması mümkün değildir. Sanatçı kendi etiğine ve varlık nedenine yabancılaşmadan, kendi misyonuna ihânet etmeden kapitalizmin dayattığı hıza uyum sağlaması kolay değildir. Kaldı ki, ve unutmamak gerekir ki, kaptalizmle estetik etkinliğin uyuşmamasının bir nedeni de sanatın kaliteyi [niteliği] esas alması, kapitalizm için ise nicellliğin kural olmasıdır.
Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi. İnsan emeğinden başlayarak her şeyi metalaştıran, ticarileştiren, alınıp-satılan nesnelere dönüştüren, insanı üreten ve tüketen bir araca bir tür ‘makineye’ indirgeyen, maddi zerginliği yaşamın biricik ereği mertebesine çıkaran, bencilliği, egoizmi ve gücü yücelten, parayı tam bir tapınma aracına dönüştüren, işbitiriciliğin kural olduğu burjuva uygarlığının bir ahlâkı olabilir mi? Böyle bir toplumsal düzen, sözünü ettiğimiz tüm diğer olumsuzluklar ve kötütülükler bir yana, iyiyle kütü, doğruyla yanlış, gerçek yalan ayrımını da yok ediyor. Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nîrengi noktası [ point de repère] yok oluyor… İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural haline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar?
Kaynak : Bianet- 16 Temmuz 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder