Yerellikler Üzerinden Kalkınma
Türkiye’de “24 Ocak Kararları”ndan (1980) beri geçerli olan dışa açık, ihracatı teşvik eden birikim modelinin, 1990’larda mekansal farklılıkları önemli kılan yeni bir rota üzerine oturtulmaya çalışıldığı görüldü. Bu rota, ülkeye yabancı sermaye çekmek ve ihracatı arttırmak için ekonomik gelişme potansiyeli taşıyan yerelliklerin (kent ve bölgelerin) önünün açılması biçiminde özetlenebilir. Yerel sermayenin de kendi yerelliğinin sınırlarını yeni bağımlılık ilişkilerine girerek aşmasını sağlayan bu sürecin arkasında, sermayenin yeni uluslararasılaşma biçimi olan neo-liberal küreselleşmenin yattığı biliniyor.
Böyle bir genel çerçeve içine oturtabileceğimiz “yerellikler üzerinden kalkınma” stratejisini tanımlamak gerekirse, onun yerelliklerin gelişmek için toprak, emek, sermaye açısından sahip oldukları avantaj ve potansiyellerini harekete geçirerek, ulusal ve uluslararası büyük sermayeyi yörelerine çekme çabası anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Bu avantajlar da yenilerde kendi çapında önemli bir sanayileşme sürecine girmiş kent ve bölgelerin sahip olduğu, çoğunlukla -ucuz, itaatkar ve örgütsüz emek, ya da düşük kiralar, çevre standartları ve denetiminin göz ardı edilmesi, ucuz hammadde gibi- azgelişmişlikle bağlantılı şeylerdir. Yani, ulusal kalkınmacılık söylemi ardında azgelişmiş ülkelerin bir çoğunda söz konusu olan baskıcı, anti-demokratik rejimler ve ekonomik bağımlılığın yol açtığı onca insani ve çevresel sorunun, Pierre Bourdieu’nun “sonsuz sömürme ütopyası” dediği neo-liberalizmin egemenliği koşullarında yerel kalkınma adına daha da vahim biçimde, yerel dinamikler, toplumsal güçler de devreye sokularak yaşandığı
görülmektedir. Bu stratejinin model mekanı (coğrafyası) ise; en düşük ücretlerle, en ağır çalışma koşullarının hüküm sürdüğü, sosyal güvenlik, insan sağlığı ve çevre korumaya dönük düzenlemelerin bulunmadığı, kadın ve çocuk emeğinin umarsızca sömürüldüğü terleme atölyeleriyle karakterize olan Çin’dir.
Yerellikler üzerinden kalkınmanın; ulusal kalkınmacılığın ithal ikameciliğin tıkanmasıyla terki, 1970’lerin krizinin sürekliliği, dünya ekonomisinin yeni bir büyüme evresine girememesi, üretim sürecinin parçalanması ve bazı kısımlarının azgelişmişlikten dolayı ucuz emek ve hammadde havuzları olan yerelliklere kaydırılması gibi günümüz sermaye birikim süreciyle ilişkili nedenleri olduğundan
daha makro ölçeklerdeki sermayelerin kimi talepleriyle örtüşmeleri bulunduğu görülmektedir(*). Bu yüzden de Dünya Bankası gibi önemli bir kredi kurumu kentleri kalkınmanın günümüzdeki yeni motor güçleri olarak lanse etmektedir. Bütün bunlar, yerellikler veya kentler üzerinden kalkınmanın, hem tek tek kapitalist devletler, hem de uluslararası sermaye çevreleri arasında oldukça güçlü olan bir siyasa tercihi olduğunu göstermektedir.
Bu doğrultuda merkezi devletin temel yönelimlerinden biri, yerelin önünü açarak “küresel rekabet ortamında” başarılı olmasını kurumsal olarak teşvik etmeye çalışmaktı. Bu da esasen devletin küçültülmesi, ekonomik ve toplumsal boyutlarını törpüleyecek biçimde yeniden yapılandırılmasını savunan piyasacı,neo-liberal yaklaşımın 1970’lerden beri süren kriz koşulları ve kapitalizmin reel sosyalizm karşısında kazandığı zaferle kurduğu hegemonyanın sonucunda gelişen bir stratejiydi. Dolayısıyla, yerellikler üzerinden kalkınma stratejisinin mantıksal sonucu, yönetsel açıdan da bir yerelleşmenin yaşanmasının gerekli olduğu fikridir. Bu fikir doğrultusunda 1990’ların ikinci yarısından beri gündemde olan yerel yönetim reformu, 2004 sonbaharında çok daha kapsamlı bir değişim (yeniden
yapılandırma) paketi olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nun içinde TBMM gündemine getirilmiştir.
Kalkınmaya ne ölçüde katkısı olduğu tartışmalıysa da kentler/yerellikler bu strateji çerçevesinde dünyada neo-liberal politikalarla daha rahat dolaşma, uluslararasılaşma olanağı yakalayan “yabancı” sermayeyi kendilerine çekebilmek için yarışacaklardır. Bu işin parlak yüzünde, gelişkin sanayi altyapısını
hinterlandına yayarak göreli anlamda sanayisizleşen, bir yandan da uluslararası tekeller için gelişkin finans ve hizmet altyapısı sunarak yeni sermaye çekmeye çalışan “dünya kentleri” bulunurken, karanlık yüzünde ağır çalışma koşulları, düşük ücret, çocuk emeği, işgücünün parçası olan kesimleri yoksullaştırma ve yoksula yardımı içeren enformalitenin gelişmesi bulunmaktadır(**). Daha da ötesi, sermayenin uluslararası dolaşımı hızlandığı koşullarda azgelişmiş ülkelerde yeni sanayi odakları olarak gösterilen belli yerelliklerde kimi dönemlerde yakalanan büyümeyle sağlanan değerlerin krizler sonrasında büyük ölçüde dışarıya aktarıldığı da çok sık rastlanan bir durumdur. Bu, tüm ana akım kentleşme uzmanlarının öve öve bitiremediği yerel kalkınmanın, The Economist dergisi editörü Tim Hindle’nin yakın dönemde yayımlanan 1990’lar Türkiye’siyle ilgili raporunda ekonominin performansıyla ilgili yaptığı “yo-yo büyüme” tanımlamasına çok daha fazla uyduğunu(***) düşündürtmektedir (2005: 14).
Yerellikler Üzerinden Kalkınma Kimlerin Çıkarına?
Türkiye kentlerinin sosyal ve ekonomik yaşantısında yerel sermayenin egemenliğiyle, emekçi sınıfların güçsüzlüğü bugün için üzerinde fazla bir araştırma yapılmadan görülebilecek bir husus. Bunun, Türkiye’deki sermaye birikimi süreçleri ve her kent ya da bölgeye özgü tarihsel birikimler (yerelliklerdekikapitalist gelişmenin özgüllükleri, sermaye ve işçi sınıflarının oluşum süreçleri, siyasal merkezle ve ekonomik merkezlerle ilişkiler, sınıfsal ve daha genel olarak toplumsal mücadeleler geçmişi) kadar önemli, yakın dönemli ve makro nedenleri de bulunmaktadır.
Bu nedenlerden ilki, 1950-1960 dönemi dışında, 1980’lere kadar, sermaye birikim süreçlerini, daha da ötesi modernleşme ve kapitalistleşme süreçlerini tıkayacağı düşüncesiyle kentsel siyasetteki etkinliği hep kontrol altında tutulmaya çalışılan, aşırı güçlenmesine izin verilmeyen geleneksel yerel küçük sermayenin
önünün 12 Eylül darbesi sonrasında çok çeşitli siyasal ve ekonomik gerekçelerle açılmasıdır. Yerel sermayeyi güçlendiren söz konusu süreç, sermayenin darbe öncesindeki güçlü radikal sol muhalefetle ve işçi hareketinin gelişmesinde sorumlu tuttuğu 1960 sonrası müttefiki reformist bürokrasiyi dışlaması, bu dışlamanın habercisi olan Milliyetçi Cephe hükümetleri sırasında büyük sermaye (AP) ve geleneksel küçük burjuvazinin siyasal temsilcileri (MHP, MSP) arasında yaşanan yakınlaşmayla (yerel sermaye de bu iki siyasal grup arasında bir yerde durmaktadır) başlamış, büyük sanayi sermayesinin ulaştığı büyüklükle meta üretimi açısından gerilettiği, mülksüzleşme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktıkları anılan küçük burjuva katmanı bayilikler, yan sanayi ve tamir bakım ağlarıyla kendisine bağlaması gibi gelişmelerle ete kemiğe bürünmüştür. İç pazar genişlemesiyle çeliştiği için işçi sınıfı ve tarımdaki yaygın küçük üreticiliği karşısına alan ihracatı teşvik eden bir birikim modeline geçilmesinin de büyük sanayi sermayesiyle -geleneksel küçük burjuvazi-yerel sermaye (ağırlıkla tüccar ve KOBİ sahipleri) arasında 1980 sonrasında oluşan sınıfsal ittifakın harcında çimento işlevi gördüğü ortadadır. Bu sınıfsal ittifakla, sermayenin kentsel rant alanlarına yüzünü dönmesinin ortaklaşa ürünü olan 1980 sonrasının yerel yönetimler alanındaki yasal düzenlemelerinin de mali ve yönetsel anlamda güçlendirdiği belediyeler üzerinden yerel sermayeyi güçlendiren gelişmeler olarak değerlendirilmelidir.
Yerel sermayenin kentsel siyasetteki hegemonyasının artışının ardındaki ikinci önemli gelişme ise, neo-liberalizmin piyasacılığı doğrultusunda izlenen özelleştirme ve kamuya yeni sanayi yatırımı (KİT) yaptırmama siyasalarının, kamusal girişimleri geriletirken yerellikteki özel sermayeyi kent ve bölgelerin sosyo-ekonomik gelişiminde daha merkezi bir konuma getirmesidir. Devletin, sanayi üretiminden
aşamalı biçimde çekilmesi daha önce belediyeler özelinde sözünü ettiğimiz, kamunun emek ilişkilerinden ve onun getirdiği sorumluluklardan uzaklaşmasının başlangıcı sayılmalıdır. Bu anlamda, emek piyasasının esnetilerek, işçi sınıfının pazarlık gücünün geriletilmesi ve 1990’ların ikinci yarısında derinleşecek yoksullaşma sürecinin zeminini döşeyen söz konusu uzaklaşma bir takım özel uygulamalarla
geliştirilmiştir. Bunlar: Yeni sanayi yatırımı yapılmaması, kamuda istihdamın düşürülmesi, kar eden KİT’lerin özelleştirilmesi, zarar edenlerin kapatılmasıyla devletin ekonomideki ağırlığının düşürülmesi olarak sıralanabilir. Yerel sermayenin bunlarla, yerelliklerin ekonomik ve toplumsal yaşamında merkezi bir konum kazanmasının, yerelleşmenin bugünkü anlamını almasında da önemli pay sahibi olduğu görülmektedir*. Yerellikte bu süreçte en önemli kamu kurumu durumuna gelen belediyeler de bu süreçte personel, bütçe ve mal-hizmet üretimi-sunumu bakımından neo-liberalizmin gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını tamamlamıştır. Bu arada, tarımın 1980’lerde yaşadığı gerilemenin kimi Anadolu kentlerinde tarıma dayalı ticaret ve küçük üretimin önemini azalmasıyla, yine aynı şehirlerde -1990’larda ulusal ve uluslararası sermayeyle kurulan çeşitli alt sözleşme ilişkileri içinde- Organize Sanayi Bölgelerinde yoğunlaşan ve devletçe etkin biçimde desteklenen kısmi sanayileşme süreçlerinin yol açtığı kabuk değişiminin de yerel sermayeyi güçlendiren önemli bir dinamik olarak kaydetmek gerekiyor.
Yerel sermayenin en önemli müttefiki ise bu süreçte siyasal İslam olmuştur. Nasıl ulusal kalkınmacılık kimi sosyal adaletçi vaatler de içermekle birlikte, bir ulusalcılık barındırıyorduysa, yerel kalkınmanın ideolojik gıdası da yerel kültür ve kimlikler olmaktadır. Bu durumdan da Türkiye gibi halkın çoğunluğunun
Müslüman olduğu azgelişmiş ülkelerde en karlı çıkanlar toplumsal boyutta dini ve etnik cemaatler, siyasal düzlemde ise değişen toplumsal kodu en kolay çözen, onun diline kendisini kolaylıkla uyarlayabilen İslamcılar olmaktadır**. İslamcı siyasetçiler bu dönemde, radikal veya reformcu olmaları fark etmeden, özellikle geri kalmış/azgelişmiş yerelliklerde kapitalist-modernleşme süreçlerinin, etkisini zaman zaman törpülese de çok fazla dönüştüremediği, tasfiye edemediği bilakis büyük kentlerin kenar mahallelerinde geçerli olan geleneksel-kültürel ilişki ağlarının güçlenmesiyle sahip oldukları işyeri (OSB’ler ve Sanayi Siteleri bunun temel ölçekleridir) ve mahalle düzeyinde sahip oldukları taban ilişkilerini ve örgütlülüklerini geliştirmeyi bilmişlerdir. İslamcıların bu süreçteki en belirgin katkıları ise; hem geleneksel-kültürel ilişki ve değerleri popülerleştirdiği için sözünü ettiğimiz kalkınma stratejisinin yerellikteki en önemli aktörü olan yerel sermayenin kentsel siyasette sahip olduğu hegemonyayı kültürel-ideolojik boyutta güçlendirmesi, hem de sahip oldukları ilişkiler ve parti, belediye, dernek, vakıf
gibi çok çeşitli örgütlenmelerle, -dışsal bir ilişki*** olarak ördüğü- yoksula yardım çalışmalarıyla neo-liberalizmin ulusal ve yerel ölçekteki uygulamalarına karşı işçi sınıfının işsiz, yoksul, dışlanan alt kesimlerinde yükselecek hoşnutsuzlukları kontrol edebilmeleri, Dünya Bankası’nın diliyle, “sosyal riski azaltmalarıdır”.
Sonuç Yerine: Yerel Kalkınmayı Sorgulamanın Zorunluluğu
Yerellikler üzerinden kalkınma stratejisi belediyelerin görevlerinin en başına, yerelliğin kalkınması için ihtiyaç duyulan sermaye veyahut yatırımın çekilme işine öncülük yazılıyor. Bu şekilde, yerelliğin kolektif kapitalisti kimliğine sıkıştırılan belediyelerin aynı süreçte, diğer toplumsal ve ekonomik yönlerinin neo-liberal siyasalarla kısmen budandığı kısmen de talileştiği konuya ilişkin literatürde çokça
üzerinde durulmayan bir husus. Yerelliklere ekonomik kalkınma vaadinde bulunan yerellikler üzerinden kalkınma stratejisi, yerel özerklik ve demokrasinin gelişmesini vaat eden yerel yönetişim modellerinin parıltısından da yararlanarak, neoliberalizmin kent yaşamında emekçi kesimler aleyhine yol açtığı yıkımları tartışma dışı bıraktığı görülüyor. Halbuki Latin Amerika’dan Avrupa’ya pek çok ülkede
neo-liberal belediyeciliğe, onun uygulamalarına karşı büyük eylemler yapılıp, hatta Stokholm gibi kimi kentlerde belediyelerin yarışmacı yerellik doğrultusundaki siyasalarına, yaşanan değişim süreçlerine cepheden karşı çıkıldığı görülmektedir (Stahre, 2004). Bu nedenle, yerelliklerde bugün yeterince sorgulanmadan kabul edilen ve adeta birer tabuya dönüştürülmüş olan yerellikler üzerinde kalkınma ve
(yerel) yönetişimin, bugünkü tarihsel süreçte nereye oturduğunu, kime ve neye hizmet ettiğini ve bir bütün olarak neo-liberal belediyecilikle ilişkisini eleştirel biçimde sorgulamanın vakti gelmiştir. Bu aynı zamanda, yerellikteki bütün maddi ve toplumsal güçlerin yerel sermaye ve onun bağımlı olduğu sermayelerin karları için birer kalite çemberi öbeğine dönüştürüldüğü korporatist yerelleşmecilik
anlayışının, emekçi sınıfların sosyo-ekonomik hakları üzerinde yarattığı baskıcılığın sorgulanması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, sosyal adalet ve bölüşüm konularını yerel ve ulusal ölçeklerin
toplumsal gündeminden çıkaran bir yerelleşmeyi ortaya çıkaran yerellikler üzerinden kalkınma anlayışı ve onun korporatizm talebiyle örtüşen yerel yönetişim modeli, neo-liberal belediyeciliğin 1990’lardaki gelişimi ve yerel sermayenin kentsel siyasette neredeyse mutlaklaşan hegemonyasında oynadığı rolden dolayı daha ayrıntılı büyük ölçekli çalışmaları, araştırma projelerini hak eden bir konudur.
(*)Alt sözleşme ilişkilerinin, fason üretimin, parça başı işin önemli yer tuttuğu yerel kalkınmada, ulusal kalkınmacılık döneminden daha sıkılaşmış bağımlılık ilişkileri çerçevesinin geçerli olduğunu da belirtmek gerekir. Bu, ulusal ve uluslararası sermayeye adeta sözleşmeli üreticilik yapan yerelliklerin krizler karşısındaki aşırı kırılganlıklarını anlamak bakımından önemlidir. 1994 Yılından bu yana yaşanan ulusal ve uluslararası krizlerin arkasından yaşanan yoğun iflasların ortaya koyduğu bu kırılganlıktan kalkarak denebilir ki, “küresel ve ulusal büyük sermaye hapşırdığında, yerel zatüre olmaktadır”. Bu kırılganlık durumunun yol açtığı iflaslar, yutma operasyonları, birleşmeler ortamının büyük sermaye açısından sunduğu mülksüzleştirme yoluyla birikim olanakları, yerelliklerde yaşanan ilkel birikimden alınan değerlerle 1970’lerden beri içinden çıkamadığı uzun vadeli krizin etkilerini hafifletmesi anlamına geldiği de söylenebilir. Dünya kentinden başlayarak her mekansal ölçeğin altındakini daha yoğun biçimde sömürmesini getiren bu mülksüzleşme yoluyla birikim oyununun ne kadar tekrarlanacağı, dünya (kapitalist) ekonomisinin ve uluslararası sermayenin birikim sorunlarına ne kadar deva olacağı tartışmalıdır.
(**)Kentlerin turistik niteliklerini öne çıkararak gelişen turizm pastasından pay alarak refahını arttırma çabaları da sosyal ve kültürel hizmetlerin ve altyapının gelişmesine hizmet ettiği için hayırlı da denebilecek- yereldeki emekçiler için daha fazla sömürü ve yoksulluk getirici kalkınmanın elma şekerleri gibi görünmektedir.
(***)Aslında yerellikler üzerinden kalkınma gibi özelde uluslararası sermayeyi genel olarak da büyük sermayeyi güçlendiren stratejinin bağımlılık ve kırılganlıkları arttırdığı için ulusal düzeyde geçerli olan yo-yo büyümenin müsebbiplerinden biri olup olmadığı da dikkatle araştırılması gereken bir konudur.
*Tersinden, devletin meta üretimi ve emek ilişkilerinden önemli ölçüde çekilmesi anlamında yaşadığı küçülmenin, yerel yönetimleri merkeze göre güçlendirme eğiliminin, gerek sermaye kesimleri tarafından bu denli arzulanan bir şey olmasında, gerekse de hükümetler nezdinde bir yaklaşım olarak uzunca bir süredir kabul görmesinde önemli ölçüde pay sahibi olduğu söylenebilir.
**Gelir dağılımı adaletsizliğinin 1994’ten beri yaşanan krizlerle ciddi anlamda derinleştiği Türkiye’nin büyük kentlerinde aynı zamanda müreffeh bir Belçika da barındırdığı için etnik ve dini azınlıklara yönelik neo-faşist bir siyasal çizginin de kolay alıcı bulabildiği görülmektedir.
***İlişkinin dışsallığına ilişkin vurgumuz, İslamcı siyasetin aktörlerinin dayandığı toplumsal tabanın burjuva ve daha ziyade küçük burjuva kesimler olduğuna vurgu yapmak ve İslamcıların varoşlara nüfuz ettiği yönündeki entelektüel dünyada oldukça yaygın olan kabulün bir aşırı yorum olduğuna dikkat çekmek içindir. Bunların da bugünkü AKP’nin de yönetici kadrolarında yoksul, emekçi kesimlerden gelen kimsenin bulunmadığı, geçmişte halktan yanaymış gibi yapılan popülist müştericiliğin yerini, daha sağcı bir ideolojik içerik taşıyan “yoksulların hayırsever hamileri” olarak doldurmaya çalıştıkları, yani yoksulların mobilize edilse de hala bu siyasi harekete eklemlenmiş ötekiler oldukları ortadadır. Örneğin Ahmet Çiğdem, Yoksulluk ve Dinsellik başlıklı yazısında (2002: 134-163) bu görüşümüzü destekleyen şu tespiti yapmıştır: Milli Nizam Partisi’nden beri bir “orta sınıf” hareketi olan Milli Görüş çizgisinin yaptığı iş, merkez sağ ve solun yoksul mahallelerde bugüne dek kullana geldiği popülist söylemin günümüz koşullarına göre işlevsel kullanılmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder