Burhan Sönmez
Fethullah Gülen cemaatinin, kendi dışındaki cemaat ve tarikatları büyük ölçüde gerilettiğini ve etki alanlarını daralttığını belirten Sönmez, sözlerini şöyle sürdürüyor: “AKP ve Gülenciler, merkez sağda çekim merkezi oluşturdu ve büyük bir pasta yarattı. Bu pastadan istediği payı alamayan tarikatlar ise AKP yerine MHP’ye yöneldi, görüntüde. Burada, büyük bir kütleden söz etmek mümkün değil. Hizbullah geleneğinin başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan illerinde yürüttüğü ‘mustazafcı’ örgütlenme ise ayrıca dikkate değerdir.” Seçim sonuçlarından başlayalım. Tabloda ilk göze çarpan nedir?
İlk sonuç, siyasi kamplardaki temerküz, yoğunlaşma ve kemikleşmedir, diyebiliriz. Merkez sağ, artık bir büyük parti ile onun çeperinde yer alan irili ufaklı partilerden oluşmuyor. AKP, kendi kulvarında yer alan partilerin hepsini kadük hale getirdi. DP, BBP, Saadet Partisi gibi farklı üsluplara sahip partiler, dört yıl önceki tabanlarını kaybederek, yok olma çizgisine düştü. Böylece AKP, kendi denizinde neredeyse hiçbir adacık bırakmadı. Sağın ana renklerinin tek bir tabloya sığdırılması, aslında bu haliyle bir renksizlik ve ahenksizlik resmidir. Bu durum, yeterli bir demokrasiye değil, yetersiz demokrasinin iyice yetmezleşmesine yol açar.
AKP merkez sağa yerleşti, ama klasik merkez sağdan farklı bir niteliğe sahip değil mi?
Bizim bildiğimiz merkez sağ Demirel’lerin, Mesut Yılmaz’ların çizgisiydi. AKP’nin farkı, neo-liberalizmin yerli acentesi olmasında veya bölgesel bir güce dönüşme gayretinde değil, siyasi söyleminde ve iç bünyesinde ortaya çıkıyor. Klasik muhafazakârlık ile İslamcılığı, dizginsiz liberalizmle bütünleştirerek, sınırlarını öteye taşıdı. Türkiye’de muhafazakârlık ve dini vurgu, her zaman birbirinden beslenmiştir, ama AKP ile ortaya çıkan durum, Milli Görüş geleneğinin, merkez sağın söylemini de bünyesine almasıdır. Bu sayede, merkez de eskisine nazaran dinselleşmiştir. Benzer bir süreç bundan on beş yıl önce MHP açısından söyleniyordu. Yüzde yirmilere varan oylarıyla MHP’nin, merkez sağa yerleşeceği varsayılıyordu. Ama onların konjonktürel çıkışı, bünyedeki kalıcı bir değişimle karşılık bulmadı. O zamanlar Tansu Çiller’in yanında siyaset yapan Mehmet Ağar “Derin devlet ile derin millet birleşti, artık derin Türkiye var” demişti. Bu seçimlerde, biliyorsunuz, AKP’yi destekledi.
Ana muhalefetin durumu burada nasıl görünüyor?
Tartışmalı bir CHP var o kulvarda. Dili, son dönemlerde daha ekonomik ve toplumsal bir renk almaya başladı. Bu açıdan ‘sınıfsal’ bir hassasiyet taşıdığı sanılsa da, bir perspektife sahip olmadığı ve seçimlerde merkez sağın Mehmet Haberal ve Sinan Aygün gibi tartışmalı isimlerini alarak, o kesime de selam verdiği görüldü. Söylediklerini en ufak bir rüzgârda değiştirmeye hazır bir ideolojik yüzeyde durdu. Bunun şaşırtıcı olduğu da söylenemez.
Burada dini cemaatlerin, tarikatların etkisi nedir? Bazı tarikatlar, açıktan MHP’yi destekledi.
Bu destek, muazzam bir etki yaratmadı. Bunun asıl nedeni, merkez sağdaki yoğunlaşmanın yani temerküzün, bu alanda da yaşanmasıdır. Fethullah Gülen cemaati, kendi dışındaki cemaat ve tarikatları büyük ölçüde geriletti, etki alanlarını daralttı. AKP ve Gülenciler, merkez sağda çekim merkezi oluşturdu ve büyük bir pasta yarattı. Bu pastadan istediği payı alamayan tarikatlar ise AKP yerine MHP’ye yöneldi, görüntüde. Burada, büyük bir kütleden söz etmek mümkün değil. Hizbullah geleneğinin başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan illerinde yürüttüğü ‘mustazafcı’ örgütlenme ise ayrıca dikkate değerdir.
Peki, Türkiye demokratikleşiyor mu bu süreçte?
AKP’nin başarılarına ‘devrim’ demenin moda olduğu bugünlerde, buna kuşkuyla yaklaşmak daha iyidir. Alexis de Tocqueville’in on dokuzuncu yüzyılın ortalarında ‘Eski Rejim ve Devrim’ adlı kitabında otoriterliğin sürekliliğine yaptığı vurgu akla geliyor. AKP hükümetinin, kurumları kendi menziline çekmesi, demokratikleşmenin gerçekleştiği anlamına gelmiyor. Yıllarca YÖK bu ülkenin en çok şikâyet edilen kurumu oldu, ama onun başkanlığını ele geçirdikten sonra AKP’lilerin eleştirileri durdu. HSYK bu devletin geleneksel zihniyetini taşıyan kurumlardan biriydi, demokratikleşmesi gerekiyordu. Ama geçen yıl gördük, hükümetin bürokratları doğrudan müdahil oldu ve tek sesli bir listeyle HSYK’ya el koydu. Öğrencileri her gün yeni bir sürprizle şaşkına çeviren ÖSYM başkanı ısrarla korunuyor. Heykel yıkmak normal görülüyor, yayımlanmamış kitabın yok edilmesi dert edilmiyor. Başbakan’ın, Aleviliği meydanlarda açıkça ‘öteki’ olarak telaffuz etmesi, idamı savunması, Hopa’da ölen devrimci öğretmeni aşağılaması, cinsiyetçi dili vs. artık vaka-i adiyeden sayılıyor. Demokrasi, asıl olarak ötekilerin varlığıyla tanımlanabilen bir alandır. Ötekilerin özgüveni ve talep etme cesareti, demokrasinin eşiğini belirler. Çoğunlukçuluk ve onun biraderi totalitarizm ise, demokrasinin zıddıdır. Jean-Jacques Rousseau, ‘Emile’de, “hürriyet, insanı asil yapar” der. Bugün asil olmanın yolu, baskı mekanizmalarından değil, kendi yargılarımıza aykırı fikirleri yaşatmaktan geçer. Hükümetin görevi bunun alanını açmak olmalıdır.
Ama her iki kişiden birinin oyunu aldı, deniyor…
Demokrasi, seçim sonuçlarına saygıyı gerektirir, ama bunun anlamı, iktidara karşı sesini kısmak değildir. Saltanattan farkı budur. Demokrasinin asıl yüzünün, çoğunluğa rağmen kendi doğrunu söylemek olduğunu insanlık tarihi gösterdi. Ama bundan söz etmek bugün ülkemizde ayıp sayılıyor. Bu hoşgörüsüzlük, bir yandan güç sarhoşluğuyla açıklansa da, diğer yandan rejimin tarihsel olarak eski bir hülyaya bağlanmasıyla ilgilidir. ‘Güçlü Türkiye’ ifadesi, evvelden, ekonomik olarak kalkınan ülke fikrine denk geliyordu. Ama şimdi, bölgesel etki alanı büyüyen bir ülke anlaşılıyor bundan. Eskiden muhafazakârlar ‘küçük Amerika’ yaratmaya çalışıyordu Türkiye’de, şimdi ise ‘küçük ama müdahaleci Amerika’ yaratmaya niyetliler. Eski Osmanlı hülyasının politik gölgesidir bu.
Suriye olaylarında da bunun etkisi var mı?
Daha öncesinde, Libya’ya müdahale var. Ondan önce, Afganistan’daki işgal gücünde yer alma var. Yani ABD’nin istediği yerlerde görev alma aşkının, İslami tabanda bu kadar kabul görmesi ve hiç eleştirilmemesi dikkate değer. Bunun karşısında, İsrail’e yönelik muhalif bir dil kullanılması gönülleri okşamaya yetiyor. Fethullah Gülen’in Mavi Marmara’yı eleştirip İsrail’in yanında yer almış olmasının ise lafı dahi edilmiyor. Şimdi Suriye’ye doğru bakan siyasetçilerimizin iştahı kabarıyor. ABD, yayılmacı ve müdahaleci zihniyetini kendi toplumunda nasıl meşrulaştırıyorsa, bizim yeni egemenlerimiz de halk nezdinde yeni bir rıza ilişkisiyle ihtiyacı olan meşruiyeti sağlıyor.
Blok örgütlenmesi Kürt illerinde bir set çekti diyebilir miyiz buna karşı? Bir de Hopa’da yaşananlar var…
Kürt hareketi, kendi ‘müdafa-i hukuk’ hattını yaratarak, bölgede geniş bir kabul gördü. ‘Müdafa-i hukuk’ süreci, Kürt halkının en geniş kesimlerini ortak hedef etrafında bir araya getirme siyasetiydi, başarılı oldu. Sorumluluk artık AKP’dedir, bundan sonraki siyaseti, halkların kardeşliği umudunu olumlu veya olumsuz yönde etkileyecektir. Bu süreçte Hopa’da yaşananlar, Yevgeni Zamyatin’in ‘Biz’ adlı ütopya romanında söz ettiği ve büyük yenilginin içinde hâlâ teslim olmayan küçük insanların varlığına işaret eder. Bunların sesi, günlük siyaset için küçük ama insanlık için büyük bir sestir ve bazen suskunların hissiyatına tercüman olur. “Ben insanım” diyerek her şeye karşı ayakta durmaya çalışmak, filozofların Antik çağlardan beridir işaret ettiği ‘erdem’in gereğidir.
AKP ile Kürt hareketi arasındaki gerilim yıllardır siyasi bir zeminde yürürken, iki aydır din üzerinden de bir çekişme yaşanıyor. Özellikle ‘sivil Cuma’ olarak bilinen çıkışı nasıl değerlendirmek gerekir?
Henüz kimsenin tam bir değerlendirme yaptığına tanık olmadık, sadece karşılıklı suçlamalar izleniyor. Resmi yani devletçi Sünni zihniyet, Kürt halkının muhalif kesimlerindeki tepkiyi eleştiriyor, camilerin dışında namaz kılınmasını neredeyse ‘sapkınlık’ olarak tanımlıyor. Buradaki tepkinin, devletçi zihniyetin yansıması olduğu açıktır. Yoksa hangi din kitabı, devletin camisinde, devletin atadığı imamın arkasında durmayı ve resmi Diyanet kurumunun hazırladığı Cuma vaazında yer almayı emrediyor? İlginç olan, devletin dindarları ezdiğinden şikâyet eden ve onun laikliğini lanetleyen kesimlerin, şimdi devletin kurumlarına sonuna kadar sarılmasıdır. Devletin ve Sünni otoritelerin ‘resmi ilahiyatına’ tabi olmak istemeyen insanların başlattığı ‘sivil Cuma’ hareketinin, bir tür ‘sivil ilahiyat’ barındırmasından korkuluyor. Her şeyi kendi tekelinde görmek isteyen iktidar, buna demokrasiyi, özgürlüğü ve elbette dini dâhil eder. Oysa özgürlük, dini talep çeşitliliğinin de olmazsa olmazıdır. Alevilik ve diğer inanç biçimleri için olduğu kadar, Sünniliğin kendi iç dünyası için de geçerlidir bu. Bu dünyanın mührü resmi diyanetçilerin elinde değil. Yoksa özgürlük ve demokrasi, havada asılı kalan, isli ve ışıksız bir lambaya döner.
Gülen hareketi, ikili bir karakteri ve gerilimi kendi içinde taşıyor
“Cemaat, sivil toplum hareketidir” denir, ama yine de sürekli politikanın merkezinde görüyoruz onları…
Cemaatleri, daha doğrudan söylersek Gülencileri, sadece ‘sivil toplum’ kategorisi içinde tanımlamak, o yapıyı açıklamakta yetersiz kalır. Politik bir örgüt veya parti yapısı taşımasalar da, Gülen hareketi için ‘politikleşmiş cemaat’ demek daha açıklayıcı olur. Sadece eğitim, medya, banka ve şirketler alanında değil, doğrudan siyasetin ve devletin her kademesinde, emniyetinden adliyeye ve mülki bürokrasiye kadar bütün alanlarda partilerden daha aktif ve politikler. Sivil toplumsal örgütlenmeleri ve imkânları sonuna kadar kullanmaları, Gülencileri veya ‘mustazafcıları’ siyaset-dışı göstermeye yetmez. Din aracılığıyla, kalpsiz bir dünyanın kalbi olmaya çalıştıklarını söyleseler de, esasında yaptıkları şey, kapitalizmin azgın ve kirli sularını yeşil renge boyamaktan ve bunu iyi niyetli insanlara içirmekten ibarettir. Gülen hareketi bu açıdan ABD’deki dini akımlar ile Endonezya’daki İslamcı tarikatların bir karışımı gibi görünüyor.
220 milyon nüfusa sahip Endonezya’daki Muhammediye ve Nahda adlı iki dini hareketin toplam taraftar sayısı altmış milyon. Yirminci yüzyıl boyunca güçlüydüler Endonezya’da ama asıl gelişimleri, komünistlere karşı gerçekleştirilen 1965 darbesinden sonra oldu. Binlerce üniversiteye, hastaneye, bankaya vs. sahipler. Kendi içlerinden cumhurbaşkanı bile çıkardılar. Hem anti-komünizmleri, hem Batı sermayesi ve siyasetiyle iç içe olmaları, hem de İslami argümanı sonuna kadar kullanmaları açısından fazlasıyla benzeşiyorlar. Gülenciler bir farkla öne çıkıyor, kendilerini sadece ulusal bünyeyle sınırlamadan, neredeyse her kıtada yüzlerce merkezde faaliyet gösteriyor, küreselleşiyor. Dolayısıyla hareket şimdiden ulusal ve uluslararası, ikili bir karakteri ve belki de gerilimi kendi içinde taşıyor. Ülke ölçeğinde son yıllarda ön cephede fazla görünmeleri ile uluslararası sahnede dillendirdikleri düşük voltajın yarattığı çelişki, onların her şeyi denetlemeye yönelik tutkularının yönünü ve seyrini de belirleyecektir.
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder