Kafka’yı nasıl okumalı? - A.Ömer Türkeş

Yaşamı boyunca pek tanınmayan, tüm yazdıklarının imha edilmesini vasiyet ettiği yakın arkadaşı Max Brod’un ‘ihaneti’ sayesinde hikaye ve romanlarıyla bir edebiyat efsanesine dönüşen Franz Kafka, 1883’te, Alman asıllı Yahudi bir tüccarın en büyük oğlu olarak Prag’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Alman okullarında tamamladı. 1901’de Karl Ferdinand Üniversitesi’nin kimya fakültesine kayıt yaptırdıysa da, karar değiştirip önce edebiyat ve sanata yöneldi, en sonunda annesiyle babasının isteğine uyarak hukuk eğitiminde karar kıldı. Üniversite yılları verimliydi Kafka’nın. 1902 yılında tanıştığı Max Brod sayesinde Prag’ın edebiyat çevrelerine açıldı. Nietzsche’den, Darwin’den ve ‘sosyalizm’den etkilendi. Dini inançları olmamakla birlikte, etnik kimliği nedeniyle Yiddiş tiyatro çalışmalarında yer aldı.

Hastalıklar, aşklar
1906’da hukuk doktoru olduktan sonra bir yıl mahkeme stajı gördü. 1908 ortalarında Bohemya Krallığı İşçi Kaza Sigortaları Kurumu’na hukuk danışmanı olarak girdi. Yarı zamanlı bu iş sayesinde yazmaya zaman ayırabiliyordu. Sanılanın aksine ne içine kapanıktı ne de sosyal ilişkileri zayıftı. Yürüyüş yapmayı, yüzmeyi ve kürek çekmeyi, dakika dakika planladığı seyahatlere çıkmayı seviyordu. Kadınlarla ilişkisiyse ikircikliydi; bir yandan fahişelere düşkünlük gösterirken diğer yandan tutkulu romantik aşk arayışındaydı. Evliliğe her zaman soğuk bakan Kafka, 1912’de nişanlandığı Felice Bauer’le sıkıntılarla dolu beş yıllık nişanlılık süresinden sonra 1917’de ayrıldı. Bu dönem aynı zamanda Kafka’nın en verimli çağıydı: Bir gecede yazdığı ’Dos Urteil / Yargı’, en önemli yapıtlarından ’Die Venvandlung / Değişim’ ve yarım bıraktığı ’Der Verschollene / Kayıp’ romanı, çocuk ile aile arasındaki çatışmaları konu alan hikayeleriyle tematik bir bütünlük gösterirler. Kafka bu dönem içinde, ’Der Prozess / Dava’ romanını ve ’In der Strafkolonie / Ceza Sömürgesi’ adlı uzun hikayesini de tamamlar.

Felice Bauer ile 1917’deki ayrılığına eş zamanlı olarak yakalandığı verem hastalığının aslının psikolojik olduğuna, evlenmemek için vereme yakalandığına inanıyordu Kafka. Hastalığı sayesinde I. Paylaşım Savaşı’na katılmadı. 1918’e kadar zamanının büyük bir kısmını kırsal bölgelerde geçirdi, sağlığıyla ilgilendi, yaşayış ve kültürlerini bilmediği Doğu Avrupa Yahudilerini incelemeye ve İbranice öğrenmeye başladı. 1919 yılında geçirdiği ağır grip veremini iyice azdırdı. Bu sırada Julie Wohryzek ile kısa süreli bir nişanlılık dönemi geçirmişti. 1922’de emekli edildi; ki bu, onun maddi durumunu olumsuz biçimde etkiledi.

Sağlığı ile birlikte moralinin de iyiden iyiye bozulduğu bu dönemde tanıştığı Çek gazeteci Milena, Kafka’nın hayatında önemli bir yer kapladı. Evli bir kadın olan Milena ile Kafka arasındaki dostluk 1920-1923 yılları arasında mektuplarla sürdü ve Kafka güncelerini Milena’ya bıraktı. Üçüncü romanı ’Dos Schloss / Şato’yu 1922’de yazdı Kafka. ’Sevgili Milena’, çok sonraları -Kafka’nın üçkızkardeşi gibi - hayatını Alman toplama kampında kaybedecekti.

Kafka, aile bağlarından, maddi ve manevi yıkıntılarla yaşadığı Prag’dan 1923’te Berlin’e giderek kurtuldu. Berlin’de Polonyalı Ortodoks bir Yahudi ailesinin kızı Dora Dyment ile tanıştı; ve hep aradığı türden bir aşka kavuştu. Ancak ailesi bir kez daha engel olmaya çalıştı Kafka’ya. Bu kez boyun eğmedi; belki de hayatında ilk kez mutlu ve coşkulu bir ruh hali sergileyen Kafka, Dora ile Berlin’de yaşamaya başladı. Ne var ki hastalığı son safhasındaydı. ’Ein Hungerkünstler / Açlık Cambazı’ adlı hikayesini tamamlarken hastalığı şiddetlenince 1924’te Prag’a döndü. Viyana yakınlarındaki bir sanatoryuma yatırıldı. 3 Haziran’da öldüğünde henüz kırk yaşındaydı. Kafka Prag’da gömüldü.

Açık yapıt
Hemen hemen bütün eserleri ölümünden sonra Max Brood tarafından yayına hazırlanan Kafka, 1920’lerin sonunda önce Alman edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmişti. Ancak 1950’lere gelindiğinde ünü bütün Avrupa’yı kapladı. Kafka’ya gösterilen ilgide dönemin ruhsal ve zihinsel atmosferiyle yazarın temaları arasındaki şaşırtıcı örtüşmenin etkisi inkar edilemez. Yalnızlık, yolunu şaşırmışlık, arayış, saçma yaşamın doğallığı, kalabalıklar, yabancılaşma, kısaca modern bireyin bunalımları ya da kabusları...

İşte bütün bunlarla örülüdür Kafka’nın hikayeleri. Ama büyüklüğü o kabusları hikayeleştirmesinde değil, hikaye ediş tarzında, uslubuyla yarattığı Kafkaesk dünyasındadır. Anlattığı o akıl almaz hikayeleri, en olmadık zamanda yaptığı ayrıntı aktarımları yardımıyla gerçekliğe bağlayan Kafka’nın ironisi, bir şatoyu, bir davayı ve böcekleşmiş bir bedeni, anlamlı metaforlara dönüştürür. Her karakter, her eylem ve her ayrıntı göründüğünden farklı anlamlar yüklenirken Kafka okuyucuya kesin bir şey göstermez, ima eder. Bu imacı yaklaşım, yaşamın başka sunumlarını sorguluyan daha yukarıdan bir sunum olarak işlerlik kazanır ve çok katlı okumalara açılır.

Kafka’nın dünyası çok katlı okumalara öylesine açıktır ki, birbiriyle çatışan görüşlerin hemen hepsine malzeme sağlayabilir. Edebiyat tarihinde metinleri Kafka kadar didiklenen bir başka yazar bulmak zordur. 1950’lerde Lucas, Adorno, Benjamin, Brecht gibi Marksistlerin gerçekçilik üzerine yaptıkları canlı, zengin ve eşsiz tartışmalarda merkezi bir yer tutan Kafka, Varoluşçu yazarlar - özellikle Camus - tarafından da benimsenmiş, çevrildiği dillerin edebiyatlarına yayılan etkileriyle 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuştur. Ancak yaratıcılığının büyüklüğü üzerindeki fikir birliği eserleri üzerindeki yorum farklılıklarını gidermemiş, tersine her geçen gün ortaya atılan yeni yeni yorumlarla bu farklılıklar derinleşmiştir.

Düş gören insanın gerçeği
Bu durumun günümüz edebiyatının modern yorumlama anlayışıyla da ilişkisi var. Susan Sontag’ın ifade ettiği gibi, ’Modern yorumlama biçeminde metin deşiliyor, deşilirken de yok ediliyor; metnin ‘arkasında’ bir şeyler aranıyor; deşilerek, gerçek olduğuna inanılan alt-metin ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. En çok tutulan, en etkili modern öğretiler, Marx’ın ve Freud’un öğretileri, sonunda çok ayrıntılı yorumbilim dizgeleri, saldırgan ve saygısız yorum kuramları olup çıkıyor. Gözle görülebilen tüm görüngüler, Freud’un deyişiyle açık içerik olarak tanımlanıp bir kefeye konuyor. Bu açık içeriğin de, altında yatan gerçek anlamı örtük içeriği bulup çıkarmak için didik didik edilip bir yana atılması gerekiyor. Marx’ta devrim ve savaş gibi toplumsal olaylar, Freud’da bireyin yaşamına ilişkin olaylar (nevroz belirtileri ya da dil sürçmeleri) ve metinler (düşler ya da sanat yapıtları) bunların hepsi yorumlanacak şeyler olarak ele alınıyor. Örneğin Kafka’nın yapıtları en azından üç yorumcu ordusu tarafından kitle talanına uğramıştır. Kafka’da toplumsal alegori bulanlar, yapıtlarında çağdaş bürokrasinin yarattığı sıkıntıların ve çılgınlıkların örneklerini, bunların sonucunda doğan buyurgan devleti görürler. Ruh-çözümleme alegorisi bulanlarsa Kafka’nın, babasına karşı duyduğu umarsız korkunun, hadım edilme endişelerinin, iktidarsızlık duygusunun, düşlere sığınmasının örneklerini görürler. Kafka’nın yapıtlarını dinsel alegori olarak görenler de ‘Şato’daki K.’yı cennete girmeye çalışan biri, ‘Dava’daki Joseph K.’yıysa Tanrı’nın amansız, gizemli adaletiyle yargılanan biri olarak kabul ederler... ’

Yorumlardan hangisinin Kafka’nın metinlerini daha iyi açıkladığını söylemek zor. Çünkü Kafka’nın kendisi de bir çözüme ulaşmamış, gördüğü karabasandan uyanmamıştır. ’Kafka’nın gerçeği, gerçeği görmeyen, düş gören bir insanın gerçeğidir.’ Benjamin’in sözleriyle, Kafka’nın eseri sanki ayrı bir yerde, kendiliğinden oluşmuştur, Kafka’nın kendisi de eserinden ayrı bir yerdedir ki bu, eserlerini bütün ilişkilerden, yazarından bile koparır. Öyleyse Kafka sorununun üstesinden gelebilmek için tutulacak yol ne olabilir? ’En doğrusu, şu soruyu sormalı: ne yapmıştı Kafka? ’

Nedir Kafkaesk?
Bu sorunun yanıtına yaklaşabilmek için önce hikaye ve romanlarıyla başlamak, yani Kafkaesk dünyaya adım atmak gerekir.

Önce çok kısa özetleriyle başlayalım: ’Yargı’ düğünü arifesinde ruhsal açıdan babasına bağımlı olduğunu kabullenmek zorunda kalan ve babasının kendisi için verdiği ölüm kararına isteyerek boyun eğen genç bir adamın; ’Değişim’, bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulan Gregor Samsa’nın hikayesidir. ’Kayıp / Amerika’nın kahramanı 16 yaşındaki genç Karl Rossmann, hizmetçiyi iğfal ettiği gerekçesiyle ailesi tarafından yollandığı Amerika’da hayata tutunmaya çalışır. ’Dava’nın konusu hiçbir neden gösterilmeksizin dava edilmek üzere tutuklanan banka memuru Joseph K.’nın suçsuzluğunu umutsuzca kanıtlama çabasıdır. ’Ceza Sömürgesi’nde bir bilim adamı, kendisine ne gibi suçlar yüklediğini anlatan darbelerle yaralana yaralana korkunç bir biçimde öldürülür. ’Bir Akademiye Rapor’ yavaş yavaş insana dönüşen bir maymunun ağzından aktarılır. ’Şato’da K. adlı adam arazi ölçüm işleri için çağrıldığı şatonun sahibine ulaşmak çabasıyla geçirir günlerini...


İşte Kafkaesk’i oluşturan hikaye ve romanlar bunlar... Peki nedir Kafkaesk?

Milan Kundera, ’Roman Sanatı’ adlı kitabında dört belirleyici nitelik saptamış. Kundera’ya göre Kafkaesk’in ilk niteliği şu: ’[Kişiler] kurtulamadıkları ve anlayamadıkları tek ve dev bir labirentsi kurumdan başka bir şey olmayan bir dünyadadırlar’. İkincisi; ’[Kişiler] için olası başka hiçbir dünya olmadığına göre onların bütün varlığı bir hatadan ibarettir’. Üçüncüsü; ’Cezalandırılan cezanın nedenini bilmez. Cezanın saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki, suçlanan kişi huzura kavuşabilmek için cezasına bir doğrulama bulmak ister: Ceza suçu arar’. Ve dördüncüsü; ’Kafkaesk dünyada komik trajiği güçlendirmek için değil, onu anlamsız kılmak için kullanılmıştır’.

Kafka’nın hikaye ve romanlarını incelemek için iyi bir izlek sunmuş Kundera. Gerçekten de ’Değişim’, ’Amerika’, ’Dava’ ve ’Şato’da karşımıza çıkan kahramanlar hep aynı labirentlerle, aynı anlam yitimleri, anlamsız suçlamalar ve cezalarla karşılaşırlar. Kafka’nın Türkiye’de popülerlik kazanmış metinlerinde ’Değişim’, ’Dava’ ve ’Şato’da kolaylıkla izlenen bu özellikleri, bugünlerde iki farklı yayınevi tarafından basılan ve daha az bilinen ’Amerika/Kayıp’ romanı üzerinden incelemekte fayda var.

Kafka Amerika’da
’Kayıp’(Amerika) romanı şu cümlelerle açılır: ’Hizmetçi bir kız tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahladığı için yoksul ailesi tarafından Amerika’ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Rossmann, hızını kesmiş gemiyle New York limanına girdiği bir sırada, uzun süredir izlediği Özgürlük Anıtı’nı aniden güçlenen bir güneş ışığı altında gördü. Anıtın kılıcı tutan kolu daha bir yükselir gibi oldu şimdi; bedeninin çevresinde ise rüzgarlar özgürce esiyordu.’

İlk bakışta hiçbir alaycılık taşımayan bu ifadeler Kafka’nın ironik anlatımının karakteristiğidir. Çünkü, ilerleyen sayfalarda Karl’ın bedeninin çevresinde özgürce esen rüzgarlarla Karl’ın Amerika’da sürdürdüğü boyun eğmiş, bağımlı hayat tam bir zıtlık yaratacaktır. Elbette yazar da bu zıtlığı bilmektedir, ama yergisinin kılıcını keskinleştirmek için bilmezden gelmiştir. Yaşanan olaylar kendi içlerinde öylesine mantıklıdır ki; bu mantık içinde tüm dünyayı hem komik hem anlamsız hem de acımasız kılarlar. Hikayeyi üçüncü tekil şahsın ağzından anlatan Kafka, olayları, durumları, kişileri ve diyalogları sanki kendi sözü yokmuşçasına aradan çekilerek dillendirir. Öyle ki Karl Rossmann’ın karşılaştığı olaylar aslında onun algı ve yorumlarını sürekli dışlayacak, genç adamın saçma sapan, önemsiz durumlar karşısında takındığı ciddi tavır bir durum komedisine dönüşecektir.

Yeni ayak bastığı New York’ta tesadüfen karşısına çıkan senatör dayısı sayesinde bir anda talih kuşu konmuştur Karl’ın başına. Yüzlerce odalı saray yavrularında, parıltılı eşyalar arasında, zenginliğin alemet-i farikası sayılan aktivitelerle geçen günler çok çabuk tükenecek, dayısı tarafından nedensizce suçlanan Karl, bir anda kendisini Amerika’ya özgü dipsiz yoksulluk içerisinde bulacaktır.

Kafka’nın kâbusu
Kafka’nın absürd/saçma mizah anlayışı Karl Rossmann kimliğiyle bürünür ete kemiğe. Diğer romanlarında olduğu gibi, Karl da zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük ve çaresizlikle malüldür. Ama o bu malüllükten etkilenmez. Tıpkı Dublin sokaklarında bir ileri bir geri dolanan ’Ulysses’in kahramanı Bloom gibi o da yeni bir sanat öğrenmektedir: Görmek ve görmemek.

Karl görür ve gözler, ama merceğine takılanlarla duygu ve düşünceleri arasına bir sınır çekmiştir. Her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz, hiçbir şeyden kırılmaz, hiçbir şeyi kötüye yormaz. Öyle ki zenginlikten yoksulluğa savruluşu bile büyük bir etki yaratmayacaktır üzerinde. Düştüğü en zor, en acımasız koşullarda kendi yolunu bulmasını, dış dünyayla iç dünyası arasına bir mesafe koymasını, durumdan ‘yararlı’ dersler almasını bilir; ’Kafka metinlerindeki tutunamayan tip, sırf tutunamadığı için güçlü kalmış gibidir.’ Bu, büyük kentlerin ve kalabalıkların, dış dünyanın etkilerinden kaçmanın yegane yoludur; bir eksiklik veya yokluk olmaktan çok, kişinin kendisini korumasını sağlayan etkin bir araçtır .

Karl’ın Amerika’sı, Kafka’nın Amerika’sıdır. Kahramanının kendisini korumayı becerdiği metropol kalabalığı, Kafka’nın kabusudur. Karıncalar imparatorluğunu hatırlatan New York şehri ’dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirmesiyle’ Kafka’yı yıldırmıştır. Romanın pek çok bölümünde görmediği ama tahayyül ettiği metropolden manzaraları aktarır. Bir alıntıyla örnekleyelim:

’Karl’ın memleketinde böyle bir yerden bütün manzara ayaklar altında olabilecekken, buradan görüne görüne adeta tepeleri budanmış iki sıra halindeki binaların arasından dümdüz, bu nedenle de kaçarcasına, yoğun sisler içinde bir katedralin müthiş siluetinin yükseldiği uzaklara doğru uzanan bir yol görülebiliyordu. Sabah olduğu kadar akşam ve de gece görünen düşlerde yoğun bir trafik akıyordu bu yoldan; yukarıdan bakıldığında, sanki sil baştan, çarpılmış insan yüzleriyle her türden araba çatısından bir karışım oluşuyor ve bundan da, gürültü, toz ve kokularından, kat kat çoğalan vahşi, yeni bir karışım yükseliyor, bunların tümüne de, nesne kalabalıklarından durmadan saçılan, alıp taşınan ve yeniden yeniden getirilen güçlü bir ışık egemen olup nüfuz ediyordu; bu, büyülenmiş gözlere öyle bedensel bir şeymiş gibi görünüyordu ki, sanki sokağın üstünde her şeyi kaplayan bir camın her seferinde yeniden, olanca gücüyle parçalanacağı izlenimi veriyordu.’

Kalabalıklar içinde yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın dehşeti kadar aile kurumunun toplumsal iktidarın yapıtaşı olduğunu da fark etmişti Kafka: 1912 yılında yazdığı ’Yargı’ ve ’Değişim’ hikayeleri gibi ’Amerika’ romanında da birey- toplum çatışmasını aile kurumu etrafında işlemiştir. Bu noktada yazarın kendi tarihine, babasının baskıcı kişiliğine ve mutsuz ailesine birebir karşılık gelecek motifler bulunabilir. Ne var ki edebiyat aracılığıyla başka bir gerçeklik düzleminde yeniden inşa ettiği Kafkaesk dünya, yazarın biyografisine indirgenemez. Kafka’nın kahramanlarının ellerinde olmadan gelişen, onların sadece yüzleşmek zorunda kaldıkları olaylar aslında modern insanın yaşamak zorunda kaldıklarına dair güçlü eğretilemelerdir. Kendi özel dünyasının nevrotik olup olmadığının hiçbir önemi yok, önemli olan onun modern çağ nevrozlarının anlatıcısı olması, bireyin nevrozlarını hepimize ait olan bugünün dünyasının nevrozları haline getirmesidir.

’Bir insanın özgünlüğü ne kadar büyükse, o insan boğuntu karşısında o kadar çaresiz kalır,’ demişti Kierkegaard. Kafka bu özgünlükten fazlasıyla nasibini almıştı; Lucas’ın ifadesiyle ’gözü dönmüş ve ürkütücü bir boğuntu karşısında ne yapacağını bilemeyen modern bireyin / yazarın klasik örneğiydi’ o. Çaresiz kaldığı boğuntuyu ve onun hem tamamlayıcı bir parçası hem de nedeni olan bölünmüş karanlık dünyayı herkesten daha fazla içinde duyumsayarak yansıttı; ’Bu dünyanın, insanı irkilten yanı korkunçluğu değil, olağan görünüşüdür’. Kafka benzersizliğini, bu temel yaşantıyı iletecek dolaysız ve yalın bir anlatım yolu bulmuş olmasına borçludur.

milliyet kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder