Newroz’un aynasına yansıyanlar
Üzerinde yaşadığımız topraklar dahil, Ortadoğu coğrafyası için özel günler ezilen kitleler nezdinde hep başka anlamlar ifade etmiştir. Çelişki ve çatışmaların alabildiğine derin yaşandığı bu topraklarda, ezilen ve sömürülen kitleler kendi ezilmişliklerini açığa vuracak ve bunu yığınsal olarak örgütleyecek özel günler yaratabilmişlerdir. İşte Newroz, ona atfedilen tüm efsaneleri aşarak ezilen Kürt halkının başkaldırı günü oluvermiştir. Günler sadece vesiledir ve her tarihsel gün döner kendi efsanesini de yaratır. 1990’ların başında milyonlarca Kürt sokaklara dökülmüş ve yükselen ulusal mücadele Newroz’u değiştirerek, onu siyasallaştırarak bir mücadele gününe dönüştürmüştür.
2005’in Newroz’u da diğer Newrozlar gibi Kürt yığınlarının öfkesini ifade eden bir araç oldu. Gerek Kürt illerinde gerekse de Türkiye’nin batısındaki metropollerde yüz binler, kırmızı, yeşil ve sarı renklere bürünerek meydanları doldurdular. Diyarbakır, İstanbul, Van, Mersin, İzmir, Adana, Hakkari ve birçok ilde Kürt kitleler özgürlük taleplerini haykırdılar. 20 ve 21 Marta yansıyanların da ortaya koyduğu üzere, Kürt kitleleri onca baskı ve zulme ve devletin inkârcı ve asimilasyoncu politikalarına karşın mücadeleden vazgeçmiş değildir. Tüm baskı ve zorbalığa rağmen Kürt halkı susmamış, mücadele iradesine sahip çıkmıştır. Ve bir kez daha anlaşılmıştır ki, Kürt mızrağı TC’nin inkârcı çuvalına sığmıyor. En küçük bir başkaldırı dahi statükocu-gerici güçlere karabasanlar yaşatarak onları daha da saldırgan yapmaktadır. 1980 öncesi işçi hareketi ve sonrasında Kürt halkının yükselen özgürlük mücadelesi burjuvazinin belliğinde capcanlı durmaktadır.
Öyle ki, Mersin’deki Newroz kutlamalarında birisi 12 ve diğeri 14 yaşında iki çocuğun Türk bayrağını yere atması TC devletinin bir bardak suda fırtına kopartarak histeri nöbetleri geçirmesine neden oldu. Ardından Karayüzler korosu bu olayı fırsat bilerek milliyetçi bir harekât başlattılar. Genelkurmay Başkanlığı tez zamanda, “sözde vatandaş”, “alçaklar”, “kimse TSK’nın sabrını zorlamasın” gibi ifadeler kullanarak şovenizm ve ırkçılık kokan açıklamalarla Kürt halkına tehditler savurdu. Öncülüğünü askeri bürokrasinin yaptığı Türk milliyetçiliğini yüceltme ve yükseltme harekâtına devletçi güçler başta olmak üzere Cumhurbaşkanı ve Başbakan da katıldı. İstisnasız tüm milliyetçi burjuva güçler bu şovenist koroyu alkışladı; Kürt halkına karşı yoğun bir saldırı kampanyası başlatıldı. Her yere bayrak asmanın bir yarışa dönüştürülmesiyle ve bayrak asmayanların vatan haini ilan edilmesiyle emekçi yığınlar milliyetçiliğin toplumsal baskısı altına alınmak istendi. Bayrak asma kampanyasına bizzat Ordu tarafından tel’in mitinglerinin örgütlenmesi eşlik etti. MHP ve sağcı, faşist güçler Kürtlerin yaşadığı mahallere, evlere ve işyerlerine saldırdılar. Okullarda solcu ve Kürt öğrencilere dönük saldırılar arttı. TC’nin bölünme paranoyasını bir kez daha hortlatan Türk gericiliğinin TV ve basındaki entelijensiya takımı Kürtlere ve Ermenilere küfürler yağdırarak görevlerini icra ediyorlar, saldırıyı genişletiyorlar.
Milliyetçi koro öylesine kendinden geçti ki, başta DEHAP olmak üzere Kürt partileri ve temsilcilerinin yaptıkları açıklamalar dinlenmediği gibi, bu açıklamalar samimiyetsiz bulunarak küfürler edildi. DEHAP binalarına saldırıldı; bu partiye mahkeme tarafından soruşturma açıldı. Anlaşılması gereken, meselenin bayrak meselesi olmadığı ve fakat Türk gericiliğinin bunu fırsat bilerek baş kaldırdığıdır. Bayrak yakma girişimi ile yükseltilen Türk gericiliği, esasında TC egemen sınıfı içindeki derin çatlaktan kaynaklanıyor. TC burjuvazisi kendi içinde bölünmüştür ve en küçük bir olay bu çatışmayı su yüzüne çıkartmaya vesile olmaktadır.
Statükocu-devletçi güçlerin gövde gösterisi
Milliyetçiliğin böylesine yükseltilmesinden sonra kimi akademisyenler ve yazarlar şovenizmin toplumda neden bu kadar itibar gördüğü üzerine fikirler beyan ettiler. Milliyetçiliğin nesnel bir zemini olduğu bir gerçek; ancak konunun bu sosyolojik yanına çubuğu bükerek egemen sınıf içindeki derin kavgayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Görülmesi gereken, burjuvazinin devletçi-bürokratik geleneksel güçlerinin milliyetçi zemine oynayarak kaybettiği mevzileri yeniden kazanmak istemesidir. Türkiye egemen sınıfı içinde süren kavga uzun süredir öyle boyutlar almış bulunuyor ki, basit bir bayrak meselesi bile genelleşerek bir siyasi krize dönüşebiliyor ve burjuvazi arasında bir hesaplaşmanın aracı oluyor. Sınıf mücadelesinin gerilere düştüğü bir konjonktürde politik gelişmelere işçi sınıfı müdahale ederek onu belirleyemiyor ve ne yazık ki burjuvazinin kendi içindeki kavgalara taraf ediliyor. Burjuvazi ise işçi sınıfının güçsüzlüğünden cesaret alarak kendi içinde daha açıktan çekişmekten, tepişmekten çekinmiyor.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Türk burjuvazisi çoktan beridir uluslararası bir sıkışıklığın içine düşmekle kalmamış, kendi içinde iki egemen bloğa bölünmesi onun yaşadığı sorunları daha bir derinleştirmiştir. Bir tarafta AB yanlısı tekelci finans-kapitalin istekleri ve devleti yeniden, günün ihtiyaçlarına göre organize etmek istemesi; öte yanda gücünü statükodan alan ve yeni düzenlemeyle birlikte siyasi etkisini yitirecek olan sivil-asker bürokrasinin mevzi direnişi! Elbette burjuvazinin orta ve daha alt kesimini, sivil-asker bürokrasinin de içinde yer aldığı “ulusalcı-devletçi” blok içinde saymak gerekmektedir. Burjuvazinin bu kesimleri AB sürecinde, sermayenin tekelleşmesi yönünde dayatılacak olan kriterlerden dolayı tümden silinip gitmekten, tüm siyasi güçlerini kaybetmekten korkuyorlar. Askeri bürokrasinin son bayrak olayında bizzat görev üstlenmesi ve neredeyse tüm mitinglerin il Garnizonlarının talimatıyla düzenlenmesi bu bloğun eline fırsat geçtiğinde nasıl provokatif çıkışlar yaptığını ortaya koymaktadır. Gerçek olan bir şey var ki, sivil-asker bürokrasinin gücü zayıflamış da olsa, devlet mekanizmaları üzerindeki ağırlığı hâlâ sürmektedir.
Bu sıkışıklık sadece burjuva sınıfın istemleri ve sorunlarından kaynaklanmıyor. Uluslararası arenada yürüyen emperyalist hegemonya savaşı emperyalist ve yerel güçleri taraf olmaya zorluyor. Türkiye’de tekelci büyük burjuvazi AB ile entegrasyona gitmek isterken bir taraftan da bölgedeki gelişmelere müdahil olmak ve üstelik bunu da ABD’nin şemsiyesi altına girerek yapmak istiyor. Anlaşılacağı üzere açıkgöz sonradan görme Türk burjuvazisi bir koltuğa iki karpuz birden sığdırmaya çalışıyor. Ancak, uluslararası arenada politika yapmak ve bölgede egemenlik kurmak isteyen burjuvazinin önüne dikilen sorunlar bitmiyor. Ermeni sorunu, Kıbrıs meselesi, Kürt sorunu gibi çözümlenmemiş sorunlar TC egemenlerinin uluslararası düzeyde elini ayağını bağlıyor. Buna karşın bu aynı sorunlar burjuvazinin kendi içindeki çatışmanın da argümanlarını oluşturuyor.
Emperyalist hegemonya savaşının Ortadoğu’da yarattığı siyasal değişimi iyi kavramak gerekiyor. Kürtler emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden yararlanarak mevziler kazanırken, TC’nin yıllardır savuna geldiği ve adeta kutsallaştırdığı “kırmızı çizgi”leri sararıp soluyor! ABD ve AB, TC’yi Kürt, Kıbrıs ve hatta Ermeni sorunlarıyla sıkıştırdıkça, Türkiye burjuvazisinin yaşadığı darboğaz daha bunaltıcı hale gelmektedir. ABD’nin TC ile birlikte PKK’ye karşı operasyon başlatmaması ve TC ordusunun Güney Kürdistan’ın içlerine girmesine karşı çıkması, statükocu güçleri daha bir fevri davranmaya itiyor. Abdullah Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararıyla yeniden yargılanması olasılığı TC’yi daha da sıkıştırıyor.
Sivil-asker bürokrasinin başını çektiği statükocu güçler AKP hükümetine karşı her fırsatı değerlendiriyorlar. Irak savaşı sürecinde AKP’yi destekleyerek TSK’yı ikinci plana atan ABD, AKP’nin yaşattığı hayal kırıklığı sonrasında yeniden askerlerle bağ kurmaya girişmiştir. Sivil-asker bürokrasi iç siyasi dengeleri kendi lehine çözmek amacıyla ABD’nin tutumunu fırsat bilmektedir. Nitekim ABD Ankara Büyükelçisinin, Türkiye’nin Suriye’ye açıktan tavır alması gerektiğini açıklamasından sonra, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt “hükümetin bir Irak politikası yok” diyerek ve Ziya Gökalp’ten dizeler estirerek sivil-asker bürokrasinin karşı-atağını başlatmıştır. Bilâhare, Genelkurmay Başkanı Özkök’ten Büyükanıt’ı destekleyen açıklamalar gelmiştir. Nitekim son bayrak olayı askerlerin siyasal gidişata daha etraflıca müdahalesinin yalnızca bir bahanesi olmuştur. Çanakkale savaşının yıldönümü vesilesiyle zaten büyük bir milliyetçilik kampanyası başlatılmıştı. Çanakkale “zaferi”nin kutlanması hazırlıkları ve konuşmalar adeta askeri bürokrasinin gövde gösterisine dönüştü. Yapılan şovenist açıklamalarla bugünkü olayların zemini döşendi.
Gelenekçi-statükocu güçler sıkıştıkları ve hatta mevziler kaybettikleri bir durumdan mevziler kazanmayı umdukları bir atağa geçmiş bulunuyorlar. Ermeni, Kıbrıs ve Kürt meselesi ve AB kriterleri konusundaki dayatmalar bu kesimin eline güçlü kozlar vermekte. Türkiye’nin bölüneceği paranoyası geniş emekçi yığınların bilincine milliyetçiliği zerk etmek amacıyla durmadan öne çıkartılıyor.
Burjuva iktidar bloğu içindeki kapışmada gelenekçi-statükocu güçler mevzilerini toplumda yaratılan milliyetçilik dalgası üzerine inşa etmiş bulunuyorlar. Emekçi yığınların örgütsüz ve dağınık olduğu bu konjonktürde milliyetçiliğe oynayan yalnızca statükocu burjuva güçler değildir. Solun önemli bir kesimi de “vatanseverlik”, “yurtseverlik” gibi başlıklar altında sağa, milliyetçi çizgiye savrulmuş bulunuyor. Gericiliğin başını kaldırdığı ve daha da kaldıracağı önümüzdeki dönem dikkate alınırsa enternasyonalist mevzileri daha bir sağlamlaştırmak gerekecek. Dergimizin kapağında da yazıldığı üzere, her yerde haykırmalıyız; enternasyonalle kurtulur insanlık!
Karayüzler: Rus tarihinde Yahudilere karşı yürüttükleri katliamlarla ünlenmiş devlet destekli ırkçı-gerici güçlere verilen ad.
(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no.1, Nisan 2005)
Üzerinde yaşadığımız topraklar dahil, Ortadoğu coğrafyası için özel günler ezilen kitleler nezdinde hep başka anlamlar ifade etmiştir. Çelişki ve çatışmaların alabildiğine derin yaşandığı bu topraklarda, ezilen ve sömürülen kitleler kendi ezilmişliklerini açığa vuracak ve bunu yığınsal olarak örgütleyecek özel günler yaratabilmişlerdir. İşte Newroz, ona atfedilen tüm efsaneleri aşarak ezilen Kürt halkının başkaldırı günü oluvermiştir. Günler sadece vesiledir ve her tarihsel gün döner kendi efsanesini de yaratır. 1990’ların başında milyonlarca Kürt sokaklara dökülmüş ve yükselen ulusal mücadele Newroz’u değiştirerek, onu siyasallaştırarak bir mücadele gününe dönüştürmüştür.
2005’in Newroz’u da diğer Newrozlar gibi Kürt yığınlarının öfkesini ifade eden bir araç oldu. Gerek Kürt illerinde gerekse de Türkiye’nin batısındaki metropollerde yüz binler, kırmızı, yeşil ve sarı renklere bürünerek meydanları doldurdular. Diyarbakır, İstanbul, Van, Mersin, İzmir, Adana, Hakkari ve birçok ilde Kürt kitleler özgürlük taleplerini haykırdılar. 20 ve 21 Marta yansıyanların da ortaya koyduğu üzere, Kürt kitleleri onca baskı ve zulme ve devletin inkârcı ve asimilasyoncu politikalarına karşın mücadeleden vazgeçmiş değildir. Tüm baskı ve zorbalığa rağmen Kürt halkı susmamış, mücadele iradesine sahip çıkmıştır. Ve bir kez daha anlaşılmıştır ki, Kürt mızrağı TC’nin inkârcı çuvalına sığmıyor. En küçük bir başkaldırı dahi statükocu-gerici güçlere karabasanlar yaşatarak onları daha da saldırgan yapmaktadır. 1980 öncesi işçi hareketi ve sonrasında Kürt halkının yükselen özgürlük mücadelesi burjuvazinin belliğinde capcanlı durmaktadır.
Öyle ki, Mersin’deki Newroz kutlamalarında birisi 12 ve diğeri 14 yaşında iki çocuğun Türk bayrağını yere atması TC devletinin bir bardak suda fırtına kopartarak histeri nöbetleri geçirmesine neden oldu. Ardından Karayüzler korosu bu olayı fırsat bilerek milliyetçi bir harekât başlattılar. Genelkurmay Başkanlığı tez zamanda, “sözde vatandaş”, “alçaklar”, “kimse TSK’nın sabrını zorlamasın” gibi ifadeler kullanarak şovenizm ve ırkçılık kokan açıklamalarla Kürt halkına tehditler savurdu. Öncülüğünü askeri bürokrasinin yaptığı Türk milliyetçiliğini yüceltme ve yükseltme harekâtına devletçi güçler başta olmak üzere Cumhurbaşkanı ve Başbakan da katıldı. İstisnasız tüm milliyetçi burjuva güçler bu şovenist koroyu alkışladı; Kürt halkına karşı yoğun bir saldırı kampanyası başlatıldı. Her yere bayrak asmanın bir yarışa dönüştürülmesiyle ve bayrak asmayanların vatan haini ilan edilmesiyle emekçi yığınlar milliyetçiliğin toplumsal baskısı altına alınmak istendi. Bayrak asma kampanyasına bizzat Ordu tarafından tel’in mitinglerinin örgütlenmesi eşlik etti. MHP ve sağcı, faşist güçler Kürtlerin yaşadığı mahallere, evlere ve işyerlerine saldırdılar. Okullarda solcu ve Kürt öğrencilere dönük saldırılar arttı. TC’nin bölünme paranoyasını bir kez daha hortlatan Türk gericiliğinin TV ve basındaki entelijensiya takımı Kürtlere ve Ermenilere küfürler yağdırarak görevlerini icra ediyorlar, saldırıyı genişletiyorlar.
Milliyetçi koro öylesine kendinden geçti ki, başta DEHAP olmak üzere Kürt partileri ve temsilcilerinin yaptıkları açıklamalar dinlenmediği gibi, bu açıklamalar samimiyetsiz bulunarak küfürler edildi. DEHAP binalarına saldırıldı; bu partiye mahkeme tarafından soruşturma açıldı. Anlaşılması gereken, meselenin bayrak meselesi olmadığı ve fakat Türk gericiliğinin bunu fırsat bilerek baş kaldırdığıdır. Bayrak yakma girişimi ile yükseltilen Türk gericiliği, esasında TC egemen sınıfı içindeki derin çatlaktan kaynaklanıyor. TC burjuvazisi kendi içinde bölünmüştür ve en küçük bir olay bu çatışmayı su yüzüne çıkartmaya vesile olmaktadır.
Statükocu-devletçi güçlerin gövde gösterisi
Milliyetçiliğin böylesine yükseltilmesinden sonra kimi akademisyenler ve yazarlar şovenizmin toplumda neden bu kadar itibar gördüğü üzerine fikirler beyan ettiler. Milliyetçiliğin nesnel bir zemini olduğu bir gerçek; ancak konunun bu sosyolojik yanına çubuğu bükerek egemen sınıf içindeki derin kavgayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Görülmesi gereken, burjuvazinin devletçi-bürokratik geleneksel güçlerinin milliyetçi zemine oynayarak kaybettiği mevzileri yeniden kazanmak istemesidir. Türkiye egemen sınıfı içinde süren kavga uzun süredir öyle boyutlar almış bulunuyor ki, basit bir bayrak meselesi bile genelleşerek bir siyasi krize dönüşebiliyor ve burjuvazi arasında bir hesaplaşmanın aracı oluyor. Sınıf mücadelesinin gerilere düştüğü bir konjonktürde politik gelişmelere işçi sınıfı müdahale ederek onu belirleyemiyor ve ne yazık ki burjuvazinin kendi içindeki kavgalara taraf ediliyor. Burjuvazi ise işçi sınıfının güçsüzlüğünden cesaret alarak kendi içinde daha açıktan çekişmekten, tepişmekten çekinmiyor.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Türk burjuvazisi çoktan beridir uluslararası bir sıkışıklığın içine düşmekle kalmamış, kendi içinde iki egemen bloğa bölünmesi onun yaşadığı sorunları daha bir derinleştirmiştir. Bir tarafta AB yanlısı tekelci finans-kapitalin istekleri ve devleti yeniden, günün ihtiyaçlarına göre organize etmek istemesi; öte yanda gücünü statükodan alan ve yeni düzenlemeyle birlikte siyasi etkisini yitirecek olan sivil-asker bürokrasinin mevzi direnişi! Elbette burjuvazinin orta ve daha alt kesimini, sivil-asker bürokrasinin de içinde yer aldığı “ulusalcı-devletçi” blok içinde saymak gerekmektedir. Burjuvazinin bu kesimleri AB sürecinde, sermayenin tekelleşmesi yönünde dayatılacak olan kriterlerden dolayı tümden silinip gitmekten, tüm siyasi güçlerini kaybetmekten korkuyorlar. Askeri bürokrasinin son bayrak olayında bizzat görev üstlenmesi ve neredeyse tüm mitinglerin il Garnizonlarının talimatıyla düzenlenmesi bu bloğun eline fırsat geçtiğinde nasıl provokatif çıkışlar yaptığını ortaya koymaktadır. Gerçek olan bir şey var ki, sivil-asker bürokrasinin gücü zayıflamış da olsa, devlet mekanizmaları üzerindeki ağırlığı hâlâ sürmektedir.
Bu sıkışıklık sadece burjuva sınıfın istemleri ve sorunlarından kaynaklanmıyor. Uluslararası arenada yürüyen emperyalist hegemonya savaşı emperyalist ve yerel güçleri taraf olmaya zorluyor. Türkiye’de tekelci büyük burjuvazi AB ile entegrasyona gitmek isterken bir taraftan da bölgedeki gelişmelere müdahil olmak ve üstelik bunu da ABD’nin şemsiyesi altına girerek yapmak istiyor. Anlaşılacağı üzere açıkgöz sonradan görme Türk burjuvazisi bir koltuğa iki karpuz birden sığdırmaya çalışıyor. Ancak, uluslararası arenada politika yapmak ve bölgede egemenlik kurmak isteyen burjuvazinin önüne dikilen sorunlar bitmiyor. Ermeni sorunu, Kıbrıs meselesi, Kürt sorunu gibi çözümlenmemiş sorunlar TC egemenlerinin uluslararası düzeyde elini ayağını bağlıyor. Buna karşın bu aynı sorunlar burjuvazinin kendi içindeki çatışmanın da argümanlarını oluşturuyor.
Emperyalist hegemonya savaşının Ortadoğu’da yarattığı siyasal değişimi iyi kavramak gerekiyor. Kürtler emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden yararlanarak mevziler kazanırken, TC’nin yıllardır savuna geldiği ve adeta kutsallaştırdığı “kırmızı çizgi”leri sararıp soluyor! ABD ve AB, TC’yi Kürt, Kıbrıs ve hatta Ermeni sorunlarıyla sıkıştırdıkça, Türkiye burjuvazisinin yaşadığı darboğaz daha bunaltıcı hale gelmektedir. ABD’nin TC ile birlikte PKK’ye karşı operasyon başlatmaması ve TC ordusunun Güney Kürdistan’ın içlerine girmesine karşı çıkması, statükocu güçleri daha bir fevri davranmaya itiyor. Abdullah Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararıyla yeniden yargılanması olasılığı TC’yi daha da sıkıştırıyor.
Sivil-asker bürokrasinin başını çektiği statükocu güçler AKP hükümetine karşı her fırsatı değerlendiriyorlar. Irak savaşı sürecinde AKP’yi destekleyerek TSK’yı ikinci plana atan ABD, AKP’nin yaşattığı hayal kırıklığı sonrasında yeniden askerlerle bağ kurmaya girişmiştir. Sivil-asker bürokrasi iç siyasi dengeleri kendi lehine çözmek amacıyla ABD’nin tutumunu fırsat bilmektedir. Nitekim ABD Ankara Büyükelçisinin, Türkiye’nin Suriye’ye açıktan tavır alması gerektiğini açıklamasından sonra, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt “hükümetin bir Irak politikası yok” diyerek ve Ziya Gökalp’ten dizeler estirerek sivil-asker bürokrasinin karşı-atağını başlatmıştır. Bilâhare, Genelkurmay Başkanı Özkök’ten Büyükanıt’ı destekleyen açıklamalar gelmiştir. Nitekim son bayrak olayı askerlerin siyasal gidişata daha etraflıca müdahalesinin yalnızca bir bahanesi olmuştur. Çanakkale savaşının yıldönümü vesilesiyle zaten büyük bir milliyetçilik kampanyası başlatılmıştı. Çanakkale “zaferi”nin kutlanması hazırlıkları ve konuşmalar adeta askeri bürokrasinin gövde gösterisine dönüştü. Yapılan şovenist açıklamalarla bugünkü olayların zemini döşendi.
Gelenekçi-statükocu güçler sıkıştıkları ve hatta mevziler kaybettikleri bir durumdan mevziler kazanmayı umdukları bir atağa geçmiş bulunuyorlar. Ermeni, Kıbrıs ve Kürt meselesi ve AB kriterleri konusundaki dayatmalar bu kesimin eline güçlü kozlar vermekte. Türkiye’nin bölüneceği paranoyası geniş emekçi yığınların bilincine milliyetçiliği zerk etmek amacıyla durmadan öne çıkartılıyor.
Burjuva iktidar bloğu içindeki kapışmada gelenekçi-statükocu güçler mevzilerini toplumda yaratılan milliyetçilik dalgası üzerine inşa etmiş bulunuyorlar. Emekçi yığınların örgütsüz ve dağınık olduğu bu konjonktürde milliyetçiliğe oynayan yalnızca statükocu burjuva güçler değildir. Solun önemli bir kesimi de “vatanseverlik”, “yurtseverlik” gibi başlıklar altında sağa, milliyetçi çizgiye savrulmuş bulunuyor. Gericiliğin başını kaldırdığı ve daha da kaldıracağı önümüzdeki dönem dikkate alınırsa enternasyonalist mevzileri daha bir sağlamlaştırmak gerekecek. Dergimizin kapağında da yazıldığı üzere, her yerde haykırmalıyız; enternasyonalle kurtulur insanlık!
Karayüzler: Rus tarihinde Yahudilere karşı yürüttükleri katliamlarla ünlenmiş devlet destekli ırkçı-gerici güçlere verilen ad.
(Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no.1, Nisan 2005)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder