Manifesto'da "Fransız kalmak", Diyarbakır'da "Türk kalmak" –Özcan Özen

Son iki yüzyıldır Avrupa’da dolaşan hayaletin edebi dilinin etkisi altında kalmayan tek bir siyasetçi gösterebilir misiniz? Bu efsunlu sözler en son Tayyip Erdoğan’a da sirayet etti. Ama ne o bunun farkında, ne de hayranları farkında.

Halkın dilinden konuşan bir başbakan mı?
Nisan ayı ortasında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Genel Kurulu’nda bir konuşma yapan Tayyip Erdoğan, Fransız parlamenter Muriel Marland-Militello’nun dini özgürlüklerle ilgili sorusunu yanıtlarken söze bir deyimle başladı: “Arkadaşımız galiba Fransız ama Türkiye’ye de Fransız... Biz de böyle güzel bir söz var. ” Erdoğan’ın parlamenterleri değil de Türkiye’deki seçmeni hesaba katarak yaptığı konuşması ve hitabın hamasi havası değil de bu deyim konuşuldu daha çok: “Fransız kalmak!” Espri de Taraf gazetesi seviyesinde yaratıcıydı: Bir Fransız’ı “Fransız kalmak” ile suçlamak...

Medyada herkes Avrupalıların anlamını sorup durduğu bu deyimin peşine düştü. Yeni Tanrı “google”a soruldu: Bulunan Bizim Anadolu gazetesi yazarı Nazım Güvenç’in deyimin kökenini açıklayan yazısının odatv.com sitesindeki kopyası ve bunu kaynak alanların yazılarıdır. Güvenç bu yazıda deyimin mucidinin Hikmet Kıvılcımlı ve ondan etkilenen Dev-Gençlilerin olduğunu belirtiyordu:

“İşte bu süreçte [Kıvılcımlı] Marx’ın zamanındaki dünya devrimci hareketinden örnekler verirken devrimci ‘pratiğe önem vermek ve teoriyi ihmal etmek, sırt çevirmek’ anlamında ‘Fransızca konuşmak’; ‘kurama önem vermek, kuramla ilgilenmek’ anlamında da ‘Almanca konuşmak’ ifadelerini kullanırdı.”

Yani teoriye önem vermeyenler “Fransız kalmış” oluyorlardı. Güvenç devam eder:

“Elbette bu ifadeler Marx’ta yoktu! Bunlar Dr. Hikmet’in Marx’ın ağzına koyduğu ifadelerdi. Marx’ta veya herhangi bir dilde Fransızlara yönelik olarak Kıvılcımlı’nın kast ettiği anlam ve derecede bir ifade, bir deyim yoktu.”

Komünist Manifesto’nun dilinden bir başbakan
Güvenç işte bu noktada yanılıyor: Marx’ın da üyesi olduğu Komünistler Birliği’nin Manifesto’sunda böyle bir kasıt vardır, fakat Fransızlara yönelik değildir ve bağlamı farklıdır: Teoriye önem vermeyenleri değil aksine teoriye fazla önem veren ama toplumsal koşullar ve sınıf mücadelesinin dinamiklerini göremeyen ütopyacı Alman filozofları, “sözde filozofları,” yani “hakiki sosyalizm” lafazanları eleştirilir. Yazılması görevi Marx’a verilmiş ve o da bu görevi ifa etmiş (ama kaleme alırken geciktiği için partiden atılma ve yaptırımla karşı karşıya geleceği hususunda parti tarafından uyarılmıştır) olduğundan Marx’a da ait sayılabilen Komünist Manifesto’nun ilgili bölümü çok açıktır:

“Alman Sosyalizmi ya da ‘Hakiki’ Sosyalizm:

“Fransız sosyalist ve komünist yazını, iktidarda bulunan bir burjuvazinin baskısı altında ortaya çıkan ve bu iktidara karşı mücadelenin ifadesi olan bu yazın, Almanya’ya, bu ülkede burjuvazinin feodal mutlakıyete karşı mücadelesi henüz başladığı sırada getirildi.

“Alman filozofları, sözüm ona filozoflar ve beaux esprits (ince ruhlu kalem erbabı), bu yazına büyük bir hevesle sarıldılar; ama bunu yaparken, bu yazıların Fransa’dan Almanya’ya göç ederken, Fransa’daki toplumsal koşulların onlarla birlikte göç etmediğini unuttular.”

Dolayısıyla Alman filozoflar Almanya’nın koşullarına Fransız kalıyorlardı:

“Bu Fransız yazını, Almanya’nın toplumsal koşullarıyla temas ettiği zaman, taşıdığı bütün doğrudan pratik önemi kaybetti ve bütünüyle yazınsal bir görünüme büründü. Bu haliyle, ister istemez insanın özünün gerçekleştirilmesine ilişkin boş bir spekülasyon olarak ortaya çıkmaya yazgılıydı. Böylelikle, on sekizinci yüzyıl Alman filozofları için, birinci Fransız Devrimi’nin talepleri genel olarak “pratik aklın” taleplerinden başka bir şey değildi ve devrimci Fransız burjuvazisinin irade beyanı, onların gözünde, salt iradenin, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan iradenin, genel olarak gerçek insan iradesinin yasalarıydı.

“Alman kalem erbabının çalışmaları, yeni Fransız düşüncelerini kendi eski felsefi bilinçleriyle uyumlu bir duruma getirmekten ya da daha doğrusu Fransız düşüncelerini kendi felsefi bakış açılarını terk etmeksizin kendilerine mal etmekten ibaretti. Bu kendine mal ediş, bir yabancı dil nasıl sahiplenilirse aynen o şekilde, yani çeviri yoluyla gerçekleşti.” (Komünist Manifesto ile ilgili alıntılar, kitabın, Versus Yayınları’ndan çıkacak olan Kemal Ülker çevirisindendir.)

Metnin devamında bu düşünce daha da açılır ve örneklenir. Marx kelimesi kelimesine “Fransız kalmak” deyimini icat etmiş değildir ama metnin kendisi tartışmaya gerek bırakmayacak kadar deyimi ifade edecek bir içeriktedir. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu içerikten hareketle “Fransız kalmak” deyimini kullanmış olması, deyimi icat etmiş olması, “deyimi Marx’ın ağzına koyması” onun Marksist ve komünist olması dikkate alındığında hiç de şaşırtıcı değildir.

* * *

Manifesto (Marx) edebi bir dille eleştirel pratik faaliyet içinde olmayan (başta Almanya’dakiler olmak üzere) sosyalist rakiplerini yerden yere vurur. Marx’ın edebi dili Manifesto’dan sonraki metinlerinde de tekrarlanacak ve onun özgünlüğünün üzerinde pek durulmayan bir yönünü oluşturacaktır. Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da devam eden bu dil Kapital’in birinci cildinde ve özellikle cildin son bölümü olan İlkel Birikim kısmında yeniden öne çıkacaktır.

Ama ne Marx ne de Kıvılcımlı bu dilin Türkçede bir deyim üretebileceğini mutlaka düşünmemişlerdir. Bugün Hakkı Devrim beğenmese, uydurulmuş saysa (ki uydurulmayanı var mıdır?) da bir Türkiye başbakanı bunu bir Fransız’a söyleyerek iyice meşhur etti. Fakat bu, o başbakanın tek özgünlüğü değildir.


Memleketine Fransız bir başbakan
Tayyip Erdoğan AKPM’de, yüzde 10’luk seçim barajı ve dini özgürlükler konusundaki soruları yanıtlarken aslında “Fransız kalmak” deyimini kendi bakış açısından doğru bir yerde kullanıyordu: “Sizi ben Türkiye’ye davet etmek isterim. Türkiye’yi yakından takip etmiyorsunuz. Duyduklarınızla hareket ediyorsunuz.” Erdoğan neredeyse her soruda parlamenterleri Türkiye’deki koşulları bilmemekle, kulaktan dolma bilgilerle tavır almakla eleştiriyor, hatta suçluyordu. En son 3 Haziran’da, başyazısında, seçimlerde CHP’nin desteklenmesi gerektiğini savlayan Ekonomist dergisini “CHP’ye Fransız kalmakla” suçlarken de anlayışı aynıydı. Oysa seçim barajı hakkında konuşurken toplumsal koşullardan değil kendi kafasındaki doğrulardan ve bunları hayata geçirmekten söz ettiğinin farkında bile değildi. O, aslında kendisinin “Türkiye’ye Fransız kaldığını” izah ediyordu:

“Yüzde 10 barajını indirmek veya indirmemek demokrasi ile ilintili bir konu değildir. (...) biz ülkemizin istikrarı için, güveni için böyle bir adımı devam ettirme kararı almışız. Halkımızda da bunun karşılığı var. (...) Yeri geldiği zaman bu barajın biraz düşürülmesi gerekirse onu da yine halkımızla müzakeresini yaparız ama onu size soracak değiliz. Halkımızla müzakeresini yaparız, halkımızla da kararını veririz. Halkımız bize ‘indirin’ diyorsa indiririz. Halkımız bize ‘böyle devam edin’ diyorsa böyle devam ederiz. Kararını verecek olan 74 milyonluk Türkiye’dir.”

Oysa daha altı ay önceki (12 Eylül 2011’deki) halkoylamasında seçim barajını düşürüp bunu halka sorabilirdi. Doğrusu Erdoğan’ın halka sormak gibi bir niyeti yoktur. Halk barajın düşürülmesini istemekte ve bağımsız adaylarla baraj engelini aşabilmektedir. Üstelik sadece halk değil muhalefet partileri dahi barajın düşürülmesini istemektedir. Erdoğan’ın Manifesto’daki Alman sosyalistlerinden farkı iktidar olması ve kendi doğrularını hayata geçiriyor olmasıdır.

Dini özgürlükler konusunda da “Dediler ki ‘Sümela Manastırı’nda ayin yapmak istiyoruz.’ ‘Hay hay,’ dedim. Aynı şekilde Tarsus’ta Alman dostlarımız bizden ricada bulundular. ‘Her yıl burada ayinlerinizi yapabilirsiniz’ dedik,” cevabını pekiştirmek için dini özgürlüklerin garantisinin kendisi olduğunu vurguluyordu. Oysa sorun tam da buydu: Özgürlüklerin garanti altında olmasının, özgürlüklerin birilerinin (ya da kendisinin) şahsi iyi niyetine bağlı bulunmaması anlamına geldiğinin yine farkında bile değildi. Özgürlüğün ne Mustafa Kemal’in, ne Vladimir İlyiç’in, ne de Tayyip Erdoğan’ın varlığına ihtiyaç duyulmaması anlamına geldiğini kavramaktan çok ama çok uzaktı. Tanrının özgürlüğe uzaklığı kadar...

Yani her yönüyle soruların içeriğine ve bizzat kendi cevaplarının sorularla ilişkisine Fransız kalmıştı.

Amed’de bir imam okulu mezunu başbakan
Çok değil, aşağı yukarı 40 gün sonra Tayyip Erdoğan dini özgürlükler konusunda tekrar görüş bildirdiğinde Diyarbakır’daydı, parlamentoda değil miting kürsüsündeydi. Erdoğan Diyarbakır mitinginin üçte birlik bölümünden fazlasında dini içerikli bir konuşma yaptı (diğer üçte bir CHP ve BDP eleştirisine ve en son üçte bir de icraatları ve yeni projelerine ayrılmıştı).

Enbiya mezarlarına sahip olan Diyarbakır’ın ayrıca, Mekke ve Medine’den sonra en çok (41 tane) sahabe mezarına ev sahipliği yapan şehir olduğunu belirterek başladığı konuşmasının devamında (ara ara Müslümanlığını eleştirdiği Kürt hareketine ait olamayacağı imasını katarak) Selahaddin Eyyubi’yi andı. Kudüs’ün fatihinin sultanlığına, devlet adamlığına övgüler düzerken onun Kürt olduğundan hiç söz etmedi ama herkesin bildiği bu gerçek üzerinden kardeşlik düğümleri atmak ve bunları İslam başlığı altında toplamak için bir hayli çaba gösterdi: “Böyle bir kumandanın, böyle bir sultanın, böyle bir devlet adamının dilinin, etnik kökeninin, mezhebinin bir önemi olabilir mi?” Fakat Eyyubi’yi devletle birlikte anarken “Kürtlerin tarihte devlet kuramadığı resmi tezini” bir put kırar gibi yıkmış oldu.

O kadar çok kardeşlik düğümleri atmasına rağmen bir ara hızını alamayıp Gordion düğümünü bile çözecek kadar keskin sözler çıkıverdi ağzından: “Diyarbakır biz kardeşiz, biz ezelden kardeşiz, biz ebediyen kardeşiz. Biz Adem’le Havva’dan geliyoruz, öyle mi? Bitti.”

Evet, gerçekten bitti o an. Peygamber dahilindeki kardeşlik yetmemiş olabilir diye düşündü herhalde ve yaradılışa kadar gitti. Sözcüklerin haddini bilmeyen ajitatör kendi söyleminden ajite olunca İsrail zulmü altındaki Filistinlilerle olduğu kadar Davos’tan bildiği Şimon Peres ile de kardeş olabilir pekala.

Yetinmedi. Cuma namazının nasıl kılınacağını ayrıntılı bir şekilde, maddeler halinde (imamın liyakat sahibi olması, ikinci bir cemaat oluşturulmaması ve kadınlar ile erkeklerin miting alanında olduğu gibi karışmaması gerektiğini) anlattı. Zaten konuşmasının başında Diyarbakırlıların karşısına, siyaset adamı, başbakan, parti başkanı olarak çıkmadığını açıklamıştı. Mezun olduğu okuldan dolayı edindiği mesleğini miting alanında olsa dahi konuşturması aynı günün akşamında, çıktığı bir televizyon programında Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu Diyarbakır adayı Altan Tan tarafından kıyasıya eleştirilmiş ve ince bir mizah konusu da edilmişti. Fakat Erdoğan’ın bizzat kendi anlatımında övdüğü Kürtlerin İslam’a yaptıkları katkının ve Diyarbakır’ı Mekke ve Medine’den sonra anmasının ardından, laik bir devletin başbakanı olduğunu bir kenara bırakarak Kürtlere cuma namazının nasıl kılınacağını anlatmasının içerdiği çelişki kaskatı bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Benzer bir dini izah gayreti Kılıçdaroğlu’nun “Ecevit’in adını anmadan önce abdest almalılar” sözüne karşılık Bülent Arınç tarafından gösterilmişti. Arınç da abdestin hangi koşullarda alınacağını uzun uzun izah etmiş ve CHP yönetimini dini konuları bilmeden ülke yönetmeye kalkmakla eleştirmişti. Her yaranın kabuğu zamanla düşer.

Erdoğan ardından sözde “Kürtlerin dini Zerdüştlüktür,” “Apo peygamberdir” “iddiaları”nı fitne ve fesat olarak mahkûm ederken yine konuyu din temelinde ele aldı. “Devletin imamlarının arkasında namaz kılınmayacağı” ve “hatta gerekirse camileri ele geçiririz,” çıkışına haddini bildirdi ve bu yöntemlerin Hopa’da yaşananlara neden olduğunu ve “bunların” çocukların, gençlerin eline taş vererek saldırtanların eşkıya ve terörist olduğunu söyledi.


Kürt sorunundan Türk tezine
“Değerli kardeşlerim; dini değerlerimizle alay eden, kutsallarımız üzerinde bile ayrımcılık yapmaya çalışan BDP’ye gerekli cevabı hep birlikte vereceğiz.”

Diyarbakır mitinginin özü bu cümledir. Amaç BDP ile aynı kutsalların paylaşılmadığını ifşa etmektir. Bu AKP’nin 2002’den bu yana iktidarda bulunmasının asıl işlevinin ta kendisidir aynı zamanda. AKP devletin tezini, resmi tezi savunmaktadır (önceleri üzerini örtmeye gayret etse de son dört yıldır edindiği özgüvenle artık sakınmaz olmuştur): Kürt sorunu aslında aş, iş sorunudur; ekonomiktir. Ecevit ile, Demirel ile aynı görüşte olan AKP bununla yetinmez: Evet ekonomiktir ama sorunun üzerini siyasal bir kabuk bürümüştür ve bu siyasetten rant sağlayanlar, nasiplenenler (BDP, PKK) vardır ve ideolojileri etnik kökenlidir. Bu kabuk ancak din ortaklığı ile kırılabilir ama Kenan Evren’in yaptığı gibi değil gerçek dini bilenler, yani kendileri aracılığıyla. O yüzden konuşmasının ana ekseni din ve ekonomidir.

“Kürt sorunu vardır” söyleminden bugün “Kürt vatandaşın sorunu vardır” ezberine dönen Tayyip Erdoğan ince dil oyunlarıyla bu gerçeği Diyarbakır’dan da haykırdı bir kez daha:

“Biz bu ülkede Kürt sorunu vardır, adına Güneydoğu sorunu deyin, ne derseniz deyin, Allah aşkına ölene kadar biz Kürt sorunu veya Güneydoğu sorunuyla yatıp onunla mı kalkacağız? Nedir bunun çözümü? İşte biz bunu yaptık, atılamayan adımları attık.”

Kürt sorunuyla yatıp kalkmayacağını söyleyen Erdoğan’a göre adım atılmış, sorun bitmiştir: “Her şey konuşulsun ama bir şey yapılmasın” anlayışı, açılımın ta kendisidir; konuşmak çözümdür, konuşulmuş olması yeterlidir:

“Türkiye Büyük Millet Meclisinde bu meselenin tartışılmasını biz sağladık. Bugüne kadar konuşulmayanların, konuşulmasına cesaret dahi edilmeyenlerin serbestçe, özgürce konuşulmasını, tartışılmasını biz sağladık.”

Tayyip Erdoğan “demokratik yoldan” geçer gibi yapıp Türk milliyetçiliğinin ana tezine dönmüştür ama bir farkla, o bu tezi bizzat kendisinin perçinlediğini düşünmektedir, ne de olsa perçin çivisi yerine kutsal sözler kullanmıştır.

Fakat Kürt sorunu ya da Kürtlerin sorunu, Kürt halkının ya da Kürt etnik grubunun sorunu, Kürt ulusu sorunu hakkında Diyarbakır’da hiçbir vaatte bulunmamıştır Erdoğan. Yapılanlar konusunda söyledikleri ise konuşmasının en kısa bölümüdür:

“Olağanüstü hali biz kaldırdık mı? Çekiç gücü gönderdik mi? Kürtçe üzerindeki zincirleri biz kırdık mı? Terörden zarar görenlerin zararlarını telafi ettik ve etmeye devam ediyor muyuz? Mem-û Zin’i biz yayınladık mı? TRT Şeş 24 saat yayın yapıyor mu? Üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı enstitülerini açtık mı? Kürtçe kursların, Kürtçe propagandanın önünü biz açtık mı? Kalıcı, barışçı bir çözümün ilk kapısını biz araladık.”

Tayyip Erdoğan’ın her gittiği yerde çocuklara oyuncak dağıtımını adet haline getirdiğine hepimiz tanığız. Fakat bu alışkanlığın her yaştan vatandaşa da hitap etmeyeceğini de idrak edebiliyoruz. Yine de ekonomik program ile Kürt sorununun çözüleceğine inancı tamdır Erdoğan’ın. Çünkü yeni dönemde hem İzmir hem de Diyarbakır için -gerekirse- özel yasalar çıkararak hem koruma kurullarını hem de yerel yönetimleri aşmanın yolunu bulacaklarını Binali Yıldırım ve Tayyip Erdoğan ısrarla vurgulamaktadır.

Kürt sorununa Türk devleti çözümü
Gelecek dönemde yerel yönetimler için özerklik umut eden Kürt hareketi merkezi yönetimin doğrudan müdahalesiyle yerel yönetimlerin etkisizleşmesi ve işlevsizleşmesiyle de mücadele etmek zorunda kalacaktır. AKP’nin bu yöndeki girişiminin doğrudan anlamı milliyetçi müdahaledir ve bu müdahale Türk milliyetçiliğinin devlet eliyle güçlendirilmesiyle sonuçlanacaktır.

Tayyip Erdoğan Diyarbakır’da Kürt sorununa tam anlamıyla Türk kalmıştır. Türkçe konuşmaktadır; Osmanlı dönemindeki din mayasının tutacağını düşünmektedir; ekonomik etkinliğin artmasının, ranttan ve ücretli emek sömürüsünden pay alanların çoğalmasının (ki sömürü oranının artmasıyla ve taşeron kademelerinin çoğalmasıyla gerçekleşiyor) siyasallaşmanın önüne geçeceğine inanmaktadır.

Tayyip Erdoğan, Kürt sorununa Fransız ya da Türk kalmanın kaçınılmaz sonucu olarak resmi tezi, devlet tezini, Türk milliyetçiliğinin asırlık tezini sahiplenmiş olduğunu aşikar etmekten de sakınmaz olmuştur. Bu Kürtlerin kaderine “ortak” olmaktan dahi vazgeçmek, Kürtlerin kaderini Kürtlere rağmen belirlemek demektir. Oysa adı konmuş ama içeriği açık edilmemiş sorun da budur zaten: Kürtler kendi kaderlerini kendileri belirlemek istiyor.

Türkiye işçi sınıfının da bu konuyu Türkçe konuşması gerekiyor çünkü Fransızcası Türkçesi kadar açık seçik değil:

L’autodétermination (Self determination-İng).

7 Haziran 2011
sendika.org alıntısıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder