Hak Mücadelesinin Seçimi


AKP ve Tayyip, üç şeyi başarı ile gerçekleştirmiştir; halk desteğini, ülke egemen sınıflarının temsilini ve emperyalist işbirlikçiliğini. Ancak gelinen noktada, AKP’nin en büyük sorunu halk nezdinde yitirdiği güven ve yarattığı umutsuzluktur. Ve AKP iktidarını zayıflatmanın, geriletmenin ve def etmenin yolu, halkın çıkarları ekseninde örgütlenmiş güçlü bir halk hareketinin karşısına dikilmesidir.

Türkiye artık tek bir şeye, 12 Haziran’da yapılacak milletvekilleri seçimine kilitlendi. Bu seçimin en kritik özelliği ise 8,5 yıllık AKP iktidarının bir 4 yıl daha sürüp sürmeyeceği. Kuşkusuz bu seçimde başka sorulara da yanıt bulunacak: “CHP’nin oy oranı kaça çıkacak?”, “MHP barajı geçebilecek mi?”, “AKP tek başına çoğunluk sağlayamazsa koalisyonu kimler oluşturacak?”, “BDP’nin bağımsızlar bloğu kaç milletvekili çıkaracak?” gibi.

Tekrar başa dönersek, bu seçimin kritik aktörü AKP ve elbette onu şahsında temsil eden Tayyip Erdoğan. Bu iki olguyu var eden koşulları hatırlamakta yarar var. Çünkü Türkiye siyasi hayatında önceki tek parti dönemleri (DP-Menderes, ANAP-Özal) gibi AKP-Erdoğan tek parti dönemi de büyük bir siyasi-ekonomik kırılma sonrasına “denk” geldi. 8,5 yıllık AKP-Erdoğan dönemini yaratan gelişmeler 2000, 2001 ve 2002’de yaşandı.


Bu yıllar 3 partili koalisyon hükümetinin (DSP-MHP-ANAP) iktidar olduğu, daha doğrusu olamadığı dönemi kapsıyor. İktidarın parçalanmışlığının getirdiği siyasi istikrarsızlık yetmiyormuş gibi 21 Şubat 2001’de Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi yaşandı. Milli Güvenlik Kurulu’nda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattığı o gün daha sonra “Kara Çarşamba” olarak adlandırılacaktı. Gecelik faizler yüzde 7500’e çıktı, İMKB ise yüzde 18,1’lik bir düşüş yaşadı. Hükümet kendisi parçalı olsa da krize erken müdahale edip 27 Şubat’ta, tavsiye üzerine, Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından Kemal Derviş’i Türkiye’ye davet etti ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yaptı. Ekonomik krizin boyutu o kadar büyüktü ki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) gazetelere ilan vererek, bütün kesimleri "Ekonomik Kurtuluş Savaşı"na katılmaya çağırıyordu (20 Mart). 11 Nisan’da ise daha fazla dayanamayan esnafların, eylemleri Türkiye geneline yayıldı. Ankara'daki esnaf eylemleri büyük olaylara sahne olurken, gösteriler 6 ay süreyle yasaklandı.

2001, Amerika’nın ve dolayısıyla dünyanın da unutamayacağı bir yıl oldu. 11 Eylül’de El-Kaide NewYork'taki Dünya Ticaret Merkezi'ne ait ikiz kulelere ve Pentagon’a saldırdı. Bu saldırı Amerikan emperyalizmi için yeni bir dönemin başlangıcı haline getirilecekti; “Teröre karşı savaş” başlamıştı artık. Bu yeni durum Türkiye açısından da yeni bir misyonun ve elbette yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Ve ilk meyvesini vermiş, ABD’nin güvenilir müttefiklerinden biri olan Türkiye, yeni IMF yardımları için pozisyonunu güçlendirmişti. 11 Eylül’den çok değil 1,5 ay sonra yani 1 Kasım 2001’de Türkiye, Afganistan'a asker gönderme kararı aldı. Amerika'nın Afganistan'da yürüttüğü "Sürekli Özgürlük Harekatı" çerçevesinde ilk posta olarak yaklaşık 90 kişilik bir özel harekat grubunun görevlendirilmesi kararlaştırıldı.

22 Aralık 2001’de ise dünya yeni bir ekonomik krizle çalkalanıyordu, bu kez yer Arjantin’di. Kriz Arjantin’de bir halk isyanına dönüşmüştü. Arjantin'de patlak veren ekonomik krizle Türkiye'nin kıyaslanması gündemdeydi. George Soros'un o günlerde yaptığı "Arjantin ile Türkiye kıyaslanamaz, çünkü Türkiye'nin ihraç edecek bir ordusu var" açıklaması gündemdeki yerini hala koruyor.

2001’in bir diğer önemli gelişmesi ise AKP’nin kuruluşudur; 14 Ağustos 2001.

2002, bir önceki yılın gelişmeleri doğrultusunda ilerledi. 19 Mart 2002’de ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney olası Irak operasyonuna destek toplamak amacıyla çıktığı 12 ülkeyi kapsayan Ortadoğu turunda Türkiye'ye de gelerek Başbakan Ecevit ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile görüşüyordu. (Bu görüşmeden tam bir yıl sonra yani AKP’nin iktidarda olduğu 19 Mart 2003’te Amerika, Irak’ı işgal edecekti.) 2002’nin ilk yarısında egemenlerin, hükümeti bitkisel hayattaki bir başkana yönettirmekten başka seçenekleri yoktu. Öyle ki 27 Mayıs 2002’de Ecevit 77. doğum gününü hastanede kutluyordu. Ve çok geçmeden üçlü koalisyon 16 Temmuz’da erken seçim kararı aldı. Erken seçim 3 Kasım 2002’de yapılacaktı.

Koalisyon hükümetinin erken seçim kararı almasından 4 gün önce yani 12 Temmuz’da hükümetin dışişleri bakanı İsmail Cem, başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan ve ekonomiden sorumlu bakan Kemal Derviş birlikte bir yeni oluşum hareketi başlattıklarını açıkladı. Yeni dönemin yeni siyasi öznesi bu troyka olacaktı ama evdeki hesap çarşıya uymadı.

AKP’nin oluşum süreci de bu üç yıl içerisinde gerçekleşti. 28 Şubat 1997’den sonra Erbakan ve ekibinin, yargı tarafından kapatma davalarıyla sürekli “taciz” edildiği bu dönem kendi içerisinde ilk kırılma işaretini 14 Mayıs 2000’de verdi. O tarihte yapılan Fazilet Partisi 1. Kongresi’nde Erbakan’ın adayı Recai Kutan’ın karşısına Abdullah Gül, Genel Başkan adayı olarak çıktı. Ancak bu girişim başarısız oldu; Gül 521, Kutan 633 oy aldı. FP’nin siyasi geleceğini bu muhalefet değil, hakkında açılan kapatma davası belirledi. FP, 22 Haziran 2001’de kapatıldı. Erbakan ekibinin hazır olan yeni partisi ise bir ay sonra yani 20 Temmuz’da kuruluşunu açıklayacaktı; Saadet Partisi.

Erbakan ve ekibi bürokrasiyle uğraşa dursun, aynı süreçte ilginç başka bir olay yaşanmaktaydı. 4 Temmuz 2001 tarihinde yani FP’nin kapatılıp SP’nin açılma aralığında, Recep Tayyip Erdoğan aldığı özel bir davet üzerine ABD'ye gitti. (Bu ziyaret, Tayyip’in ABD’den özel talimat aldığını kanıtlamak için yeterli değildir elbette, ancak aradaki ilişkinin niteliğini kanıtlamak için yeterlidir.) Yeni parti de çok gecikmedi zaten, Saadet’in kuruluşuna katılmayan ekip (Erdoğan, Gül, Arınç, Şener...) 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulduğunu ilan ediyordu. Ve çok değil 15 ay sonra, 3 Kasım 2002’de bu parti yüzde 34 oy alarak tek başına iktidar oldu. Ve halen iktidarda…


AKP HALA SÜPÜRÜLECEK DEĞİL KULLANILACAK AKTÖR

Tüm bu süreci değerlendirirken AKP’yi ve Tayyip’i, “sadece” dışarıdan oluşturulmuş “ısmarlama” bir siyasi hareket olarak görmek doğru olmaz. AKP ve Tayyip, üç şeyi başarı ile gerçekleştirmiştir; halk desteğini, ülke egemen sınıflarının temsilini ve emperyalist işbirlikçiliğini.

Halk desteğini; eskinin başarısızlığı, mağduriyet, dini kimlik, muhafazakar davranış kalıpları ve belediye başkanlıkları sayesinde oluşturulan başarılı yöneticiler imajı ile.

Egemen sınıfların desteğini; temelinde, koruduğu ve geliştirdiği ekonomik program (neo-liberal) bulunmak üzere, egemen sınıfların daha önce başka partilerde (DYP, ANAP, MHP…) bulunan çeşitli temsilcilerini kendi bünyesinde birleştirmesi ile.

Emperyalist işbirlikçiliğini; hiçbir biçimde Amerikan çıkarlarını zedelemeyen hatta bölgesel planlarda doğrudan görev alan (BOP’un eşbaşkanıyım diyen başbakan, Afganistan’a asker gönderen) ve hatta durumdan vazife çıkaran (Filistin’de, Suriye’de, İran’da ABD lehine arabuluculuk inisiyatifleri almaya çalışan) icraatları ile.

(Henüz çok erken olmasına rağmen; Irak ve Afganistan’daki gelişmeler Obama Başkanlığındaki ABD’nin önceliklerinin değiştiğinin göstergesi sayılabilir. Bilindiği gibi ABD, askerlerinin önemli bir bölümünü Irak’tan çekmişti. Ve şimdi Usame Bin Ladin’in ortadan kaldırılması, Obama’nın Temmuz’da Afganistan’dan askerlerini çekeceğine ilişkin verdiği “sözü” de tutması için uygun bir ortam oluşturdu. Taliban’la yapılan görüşmeler de bu hedefe uygun ilerliyor. Arap ve İslam coğrafyasındaki diğer gelişmeler de (Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye vb.) Obama başkanlığındaki ABD’nin “ilgi alanının” nereye kayacağının açık göstergesi. AKP iktidarının böylesi bir “değişim” karşısında, hızla yeni duruma uyum sağlayacağını öngörmek kâhinlik olmayacaktır.)

AKP projesinin başarılı olmasında kuşkusuz Tayyip Erdoğan’ın müstesna bir yeri mevcut. İstanbul gibi bir megakentin belediye başkanlığını yapmış olması Tayyip Erdoğan’a hem kendi kadrolarını oluşturma hem de büyük sermaye gruplarını yaratma/kontrol etme yeteneği kazandırdı. Aynı zamanda bu süreç onun, ait olduğu siyasal topluluk üzerindeki liderlik pozisyonunu da pekiştirdi.

Tayyip Erdoğan’ın içinden yetiştiği bu dönem; neo-liberal politikaların en etkin uygulanmaya konulduğu, devletin merkezi ekonomik faaliyetlerinin tasfiye edilmeye başladığı, tekelci sermayenin yerel ekonomik faaliyetlere (yağmaya) yöneldiği, kent rantının hızla büyüdüğü dönemdir. Yerel yönetimlerin bu gücü sağda olduğu kadar (Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek), merkez solda da siyasi iktidar peşinde koşan şahıslar yaratmıştı; Murat Karayalçın, Sefa Sirmen, Celal Doğan, Mustafa Sarıgül, Gürbüz Çapan gibi. MHP’de de kendi çapında Aytaç Durak, Turgut Altınok örnektir. Belediyelerin sahip olduğu büyük rant, adı geçen şahısların aynı zamanda yolsuzluklarla anılmasına neden oldu. Ancak iktidarını sürdürenler bu ilişkileri, yani suç ortaklıklarını bir dava kardeşliğine dönüştürdü. Bu durumun Tayyip Erdoğan’a güçlü bir “lobi faaliyeti” sağladığı, iktidarının sürmesine ciddi katkıda bulunduğu aşikardır (Çalık, Albayraklar, Ülker...). Tayyip’in, belediye başkanlığı döneminde edindiği deneyimin ne kadar işe yaradığı, yeni seçim propagandasının ana omurgası haline getirdiği “çılgın projesi”nde kanıtlıyor; İstanbul’u yeni rant ve paylaşım sürecine, bu kez daha üst düzeyden sokmak.

Sonuç olarak; içte ve dışta temel belirleyenler değişmemiştir. Egemen sınıfların temsili ve emperyalistler açısından en uygun tercih hala AKP’dir. Toplumun yaklaşık yüzde 70’inin “sağ siyasal tercih” zemininde bulunduğu göz önüne alındığında, bu zeminde güçlü bir siyasal oluşum gerçekleşmediği sürece AKP’nin bu pozisyonu devam edecektir. Anavatan ya da DYP’den dönüşen DP ciddi bir alternatif oluşturamamaktadırlar. Şimdiye kadarki denemeler (Cindoruk’un, Abdüllatif Şener’in girişimleri vb.) başarısız oldu. Ancak bu zemin her zaman (hatta CHP’nin içinden bile) yeni bir tercih yaratma potansiyeline sahiptir.

AKP’yi iki dönem iktidara taşıyan dini, muhafazakar değerler ve bu değerleri sahiplenen toplum kesimleri AKP ve Tayyip tarafından sürekli istismar edilmiş, çarpık bir şekilde geliştirilmesi sürdürülmüştür. Cemaat ve tarikatlar ile düzenli bir “besleme” ilişkisi kurulmuştur. Hatta bunlar üzerinden toplumda “ikili hukuk” anlayışı ve kuralları meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bir tarafta burjuva hukuku diğer tarafta İslam dininin sözde hukuku bir arada işletilmektedir. Kamusal alanın her düzeyinde “türban takabilme umudu” her seçim döneminde tekrar tekrar pazarlanmaktadır. Toplumda yaratılan “bizden ve bizden değil” ayrıştırması; devlet olanaklarından yararlandırmada, devlet kadrolarını oluşturmada belirleyici olmuş, hatta sınav sistemini şifrelemenin bile “iç meşruiyetini” oluşturmuştur.

Neoliberal politikalara en uyumlu insan tipi AKP’nin temsil ettiği ve yaygınlaştırmaya çalıştığı modelde bulunuyor; “Neden ve nasıl” sorularını sormadan sadece önüne konulan işi yaparak ekonomik üretim sürecinde yer alan işçiler, bilimin prensipleriyle değil metafiziğin prensipleriyle eğitim sürecinden geçen öğrenciler, erkeğin kaburgasından yaratıldığını kabul eden ikincil kadınlar, kendileri için neyin iyi olduğunun kararını “büyüklerine” bırakan müritler, tüm haksızlıkların hesabının sorulmasını “sonraki dünyaya” bırakan “bugün yaşayanlar”. Tüm bu gerici kalıplar, dönemin kapitalist politikalarının AKP’nin zihniyetiyle birlikte uyum içinde çalışmasını sağlıyor.

İslam dünyasının “lideri” olma hayali ise Tayyip’in bu kitle üzerinde hala tüketmediği en büyük “semayesi”. Bir önceki dönemin verileri, yönetim ilişkileri üzerinden kurduğu dış politika programı son gelişmelerle (Mısır, Libya, Suriye) tamamen çökmesine, tüm ezberini bozmasına rağmen, ABD’nin yardımıyla yeni hedefler bulmakta sıkıntı çekmeyecek. Üstelik bir gün Fransa, ertesi gün Avrupa parlamentosu, ama ne zaman istese “çatabileceği” bir İsrail zaten mevcut.

AKP ve Tayyip, toplumdaki dini gericiliğin en büyük temsilcisi ve taşıyıcısıdır, ancak.

AKP’nin en büyük sorunu halk nezdinde yitirdiği güven ve yarattığı umutsuzluktur. Başta Kürtler karşısında ikiyüzlü pozisyonu kanıtlanmıştır. Yaşanan ekonomik krizin sonucu olarak zaten var olan gelir adaletsizliği daha belirgin hale gelmiştir. Bu süreçte işsizlik ve yoksulluk artarken dolar milyarderlerinin sayısı 29’dan 38’e çıktı. Adında “adalet” olan bu parti, ülkede çok büyük adaletsizliklere, ayrımcılığa neden oldu. Kadrolaşma, adam kayırma, suiistimal sıradan vukuatlar haline geldi. En son ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda ortaya dökülenler, kadrolaşmanın ve ayrıcalık oluşturmanın kanıtlandığı örneklerden sadece en sonuncusu, şimdilik.

AKP ile geçen 8,5 yıl boyunca, Özal döneminde uygulamaya konulan neo-liberal politikalar, sermaye lehine hiçbir kırılmaya izin verilmeksizin uygulandı. Hatırlanacağı gibi o dönemin en gözde politikası “özelleştirmeler” idi. AKP iktidarı dönemi icraatlarının anlatıldığı 'Alınımızın AK'ıyla 8,5 Yıl' isimli kitapta, 2002-2011 döneminde toplam 34 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirildiği ifade ediliyor. Türkiye'nin 1986-2002 dönemindeki özelleştirme miktarının 8 milyar dolar olması ise başarısızlık olarak kaydedilmekte. Satılanlar, aslında bu toplumun yıllardır biriktirdiği değerler.

AKP dönemi sadece bu ortak yaratılan maddi değerlerin sermayeye devri olarak yaşanmadı, aynı zamanda kamusal haklar alanı bir bütün olarak sermayenin para kazanacağı kapitalist pazarlar haline dönüştürüldü. Başta eğitim ve sağlık olmak barınma, ulaşım, haberleşme, su, beslenme vb. tüm haklar artık alınıp satılabilen birer meta halinde. AKP’nin çok övündüğü eğitime ve sağlığa bütçeden ayrılan payın artmış olması ise devletin, özel sektörden aldığı hizmet ve mallara ödenen meblağın artmış olmasıdır.

AKP’nin en militanca uyguladığı politikalardan bir diğeri ise emekçilerin güvencesizleştirilmesidir. AKP’nin Tekel işçilerini ezme “kararlılığı” ve onlara reva gördüğü gelecek unutulmadı.

AKP’nin yeni dönem hedefinin ne olacağı Tayyip’in iki kritik sözcüğünden rahatlıkla anlaşılabilir; “ustalık dönemi” ve “2023 hedefi”. AKP’nin yeniden tek başına iktidar olacağı bir durum kuşkusuz bir öncekilerden “farklı” olacaktır. AKP’nin uyguladığı neoliberal politikalar, izlediği emperyalist işbirlikçisi dış politika, gerici toplum mühendisliği projeleri ve yeniden yapılandırmaya çalıştığı kurumsal faşizm bir bütün olarak farklı bir evreye sıçrayacaktır. Tekelci sermaye de asıl olarak (nüansları olsa da) bunu talep etmektedir.

Tüm bu gerçekler ışığında AKP iktidarını zayıflatmanın, geriletmenin ve def etmenin yolu; merkez sağda yeni bir alternatifin oluşmasını tetiklemeyeceksek(!), egemen sınıfların tercihlerinin değişmesini ummayacaksak(!), emperyalist politikaların kendisine yeni bir konsept yaratmasını beklemeyeceksek(!), halkın çıkarları ekseninde örgütlenmiş güçlü bir halk hareketinin bu politikaların uygulanmasının önüne dikilmesidir.

AKP’nin ALTERNATİFİ CHP!

“Yeni CHP”, AKP’nin zayıfladığı yerde yani halk nezdinde yitirdiği güven ve yarattığı umutsuzluk üzerinden kendisine yeni bir “alan” açtı. Kılıçdaroğlu’nun seçim meydanlarında bolca vurguladığı “halkın iktidarını kuracağız” vurgusu aslında gücünü, AKP iktidarının yıllardır halkı dışlayan, yoksul ve yoksun bırakan politikalarından alıyor.

Pekiyi, CHP halkın iktidarını kurabilir mi?

CHP’nin bunu yapabilmesi için sınıfsal, ideolojik ve örgütsel olarak bu hedefe uygun donanmış olması gerekir. Oysaki CHP’nin sınıfsal temeli; çözülen orta sınıflar, görece güvenceli biçimlerde çalışan işçiler ve eski sınıfsal konumlarını korumayı amaçlayan kamu çalışanlarından oluşmaktadır. Özelikle de bu kesim içindeki asker-sivil devlet bürokrasisinin etkisi “hala” çok önemlidir. Böylesi bir sınıfsal temel, neoliberal politikaların yıkıma uğrattığı yoksul emekçi halk sınıflarının tepkilerini AKP iktidarına alternatif bir siyasi harekete dönüştürmeye elverişli değildir. Bir örnek Bursa’dan; CHP Bursa milletvekili adayları listesinin ilk sırasında Sena Kaleli bulunmaktadır. Kaleli, Kamil Koç Otobüsleri A.Ş.’nin sahiplerinden olmakla birilikte, GESİAD (Onur), BUSİAD, BOY-KOOP, BURTAB, BURSAV, SİVİLAY, TOBB (Kadın Girişimciler Kurulu Üyesi), Türkiye'de İtalyan Ticaret Odası ve Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO) üyesidir. Ve CHP’nin ülkenin en önemli sanayi şehirlerinden Bursa’daki 18 adayı içinde işçi, kamu çalışanı ya da buna benzer birileri (sendikacı gibi) yok. Taşerona, güvencesizliğe karşı direniş örgütleyecek, sendikalaşmayı büyütecek olan bu kadro mu?

İstanbul 3. Bölge aday sıralaması da bir başka “akademik araştırma” konusu; birinci sırada siyasi hayatının tamamını DSP’de geçirmiş Erdoğan Toprak, ikinci sırada önemli tekstil patronlarından Umut Oran, üçüncü sırada DİSK eski başkanı Süleyman Çelebi, dördüncü sırada türkücü Sabahat Akkiraz. Tekstil işçiliğinden DİSK başkanlığına gelmiş Süleyman Çelebi, tekstil patronu Umut Oran’dan daha değersiz görülmüş. Örnekler artırılabilir, Zonguldak gibi. Kılıçdaroğlu, “Demirel’in çocuğu” Mehmet Haberal’ı, madencilere “Zonguldak’ın çocuğu” diye tanıtıp birinci sıraya yerleştiriverdi. İşi elinden alınmış, hiçbir sosyal hakkı, sendikası olmayan, taşerona mahkûm edilmiş maden işçisini artık Haberal temsil edecek. Deveye sormuşlar neden boynun eğri…

CHP’nin ideolojik çizgisi ise neoliberal politikaları toptan reddeden ve ona alternatif politikalar (sistem içi bile olsa) önermemektedir, İzmir’deki taşeron belediye işçilerinin durumu sadece örneklerden biridir. Tam tersine neoliberal politikaların derinleştirdiği sorunlara “sosyal demokratça” eleştirilerde bulunmaktadır. CHP sadece neoliberal politikaların uygulanma düzleminde AKP’nin alternatifidir. Yoksa neoliberal politikaları tamamen reddeden ve halktan yana yeni bir politik program önermemektedir. CHP egemenler için kullanılacak bir alternatiftir, halk için değil.

CHP; Kürt sorunu, İslamcı gericilik gibi siyasi sorunlara karşı da gündelik, pragmatik yaklaşımlar dışında sistematik politikalar üretmemektedir. Kürt sorununu ekonomik soruna indirgeyen, İslamcı gericiliği sosyal olgu olarak değerlendiren bir siyasi partinin ideolojik çizgisi “çarpık”tır.

Sosyal demokrat hareketin farklı partilere bölünmesi, parti içi hizip çekişmeleri, tartışma ve karar alma mekanizmalarının daralarak partinin bir lider partisine dönüşmesi gibi sorunlar, Kılıçdaroğlu ile birlikte şimdilik halı altına süpürülmüştür, ancak ortadan kalkmamıştır. Kılıçdaroğlu’nun parti liderliğine gelişi örgütsel bir dinamizm ile gerçekleşmediği gibi sonraki süreç de tabandan gelişen güçlü bir örgütsel yenilenme atağına dönüştürülmedi. CHP’deki örgütsel kriz şimdilik, bir başka başarısızlık dönemine kadar sadece ertelendi.

Özetle; “CHP’yi sıkıntıya Türkiye’nin son 20 yıldır geçirdiği liberal sürecin ekonomik alanı bütünüyle küresel kapitalizmin uzantısı haline getirmesi ve geleneksel anlamıyla sosyal demokrat programlara son derece dar bir manevra alanı bırakmasıdır. Bir başka deyişle, CHP’nin halkın temel ekonomik talepleri ve sosyal haklar için Türkiye sosyal demokrasisinin geleneksel kalıpları içerisinde yapabileceği neredeyse bir şey kalmamıştır. Üretim, istihdam, bölüşüm konularında sermaye sınıfını da emekçi kitleleri de birlikte ikna edecek ciddi ne söylenebilir. En fazla, sol liberallerin temel talepleri arasında yeralan adımlara yönelebilir. Örneğin, CHP yöneticilerinin AKP’nin ‘başarılı’ biçimde uyguladığı yoksullara kamu eliyle sadaka dağıtması siyasetini eleştirmek için dile getirdiği, bu uygulamayı ‘anayasal hak’ olarak düzenleyeceğiz (aile sigortası) söylemi gibi. Sanayisi, tarımı çökertilmiş, doğası tahrip edilmiş, istihdam yapısı bozulmuş, gelir dağılımı dengesi alt üst olmuş bir Türkiye’nin yeniden kurulması gibi çok temel sorunların çözümüne ilişkin bir siyasetin üretilmesinde sosyal demokrat siyasetin sermaye sınıfından bağımsız bir programa sahip olabileceğini iddia etmek hiç de gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. CHP’nin önümüzdeki seçim sürecinde ‘sosyal devlet’ söylemiyle soslanmış sermaye sınıfının genel çıkarlarını temsil eden neoliberal bir programa sahip olacağını söyleyebiliriz.” (Halkın Devrimci Yolu, Ocak-Mart 2011, sayfa 51)

SEÇİM SİYASETİ/SANDIK SİYASETİ


Böyle bir tablo karşısında devrimciler ne yapmalı? Seçimlerde nasıl bir tutum almalı? Bu soruya verilecek yanıt, devrimcilerin tarihsel süreç içerisinde üretip, kanıksadığı bir “sabit”le bulunabilir.

“Seçimler karşısındaki devrimcilerin tavrının belirlenebilmesi için, yaşanan somut durumda, yani sınıflar mücadelesinin bugünkü durumunda karşı karşıya bulunulan siyasi görevlerin, devrimci hareketin karşısına alması gereken somut hedeflerin göz önüne alınması gerekir. Seçimler siyaseti, tespit edilen somut siyasal görevlere tabidir.”*

Bu prensip kabul edildiğinde, devrimcilerin sabit ve her seçimde uygulayacakları tek bir sandık tavrı yoktur. Yani devrimciler her seçimi “boykot” etmez. Ya da devrimciler önlerine sandık geldiğinde sadece o ana ilişkin, o an önlerine gelen seçeneklere (adaylara) göre siyaset belirlemez. Bu iki tutum ancak iki seçim arası siyaseti olmayanlar, politika yapmayanlar için düşünülebilir.

Yeri gelmişken devrimci hareketin tarihinde bir seçim tutumu olarak 1979’daki ara seçimleri “boykot” tavrı ayırt edici öneme sahiptir. Devrimci Yol, o tarihte “Seçim Aldatmacasına Hayır” diyerek seçimleri boykot çağrısı yapmış ve “Tek Yol-Tek Alternatif, Halkın Kendi İktidarıdır”ı işaret etmiştir. Sadece bu çağrıyla yetinmemiş, karşı siyasal tutum alışları “Seçimlerde kitlelere ‘oy verebilecekleri bir alternatif gösterme’ amacıyla seçimlere katılanlar ise kitlelere bu seçimler yoluyla -kendileri gibi “iyi” bir partiye oy vererek onu iktidara getirme yoluyla!- kurtulabilecekleri umudunu yaymaya çalışan revizyonist sahtekarlardan başkası olamaz”* diyerek yargılamıştır.

Şimdi, “boykot tavrı devrimcilerin her durumda uygulayacakları bir tavırdır” saptaması yapmak, bu tarihsel çizgiyi devam ettirme iddiasında olan ve bugün bir yasal parti (ÖDP) kurup kitlelerden oy talep eden arkadaşları bu formata (revizyonist sahtekarlar) sokmak olur ki, bu da “doğru” olmaz.

Tekrar ilk prensibe dönersek; seçimler siyaseti tespit edilen somut siyasal görevlere tabidir. Pekiyi, içinde bulunduğumuz dönemde devrimcilerin somut siyasal görevleri nelerdir? Bu görevler birçok şekilde tanımlanabilir; sosyalizm ideolojisini inanılabilir bir dava haline getirmek, anti-emperyalist mücadeleyi büyütmek, faşizme karşı demokrasi mücadelesi vermek, gericilik karşıtı bir özgürlük cephesi oluşturmak vb.

Ancak bizler, tüm bunları kendi siyasal görevlerimiz olarak kabul etmekle birlikte, tüm bunların ortak keseni (ana halka) olarak “Hak Mücadelelerini” uzunca bir süredir belirlemiş ve sürdürüyor durumdayız. “Halkın hak mücadelelerini yaratma ve bu mücadelelerin aktif bir bileşeni olma” biçiminde ifade edilebilecek bir siyasi çizgide konumlanıyoruz. Yani bizler, halkın sağlık hakkı, barınma hakkı, eğitim hakkı, su hakkı, güvenceli çalışma hakkı vb. için mücadele ediyoruz. Ve biliyoruz ki bu hakların mutlak kazanımı bu sistem içinde gerçekleşmez, gerçekleşemez. Siyasal ve toplumsal bir değişim, yani devrim gerektirir. Dolayısıyla, aynı zamanda burjuva rejimin yasama ve yürütme organı olan Meclis’in bir bütün olarak yıkılması zorunludur. Dolayısıyla bizlerden sistemi devam ettirme, onun arızaları çözme misyonuyla oluşturulmuş bir meclis için de mücadele etmemiz beklenemez.

Ancak meclis kürsüsünün, milletvekilliği kimliğinin yadsınamaz bir etkisinin olduğu da bir gerçek. Zaten birçok sol grubun ve şahsiyetin “sandık ilgisi” de bu albeniden kaynaklanmakta. Bununla birlikte tarihteki “Türkiye İşçi Partisi” örneğini ve bugünkü “BDP” örneğini ayrı değerlendirmek üzere, şimdiye kadarki çeşitli sol şahsiyetlerin meclis deneyimi, bırakın başarılı örnekler oluşturmayı tam bir rezalet oldu.

Rıdvan Budak, Bayram Meral gibi işçi sınıfını sözde temsil etmek üzere bu yola girenler ya da başka türden şahsiyetler CHP listelerinden mecliste yer aldılar. Fakat meclise girdikten sonra sadece kendilerini temsil edip(!), partilerinin basit bir neferi oldular. Yakın tarihten örnek ise Ufuk Uras’tır. ÖDP Genel Başkanı iken bağımsızlar bloğundan milletvekili olan Uras, seçildikten sonra kendisine oy veren toplulukla hiçbir aidiyet ve hesap verme ilişkisi kurmadan uzaklaşmış, hatta kendi partisiyle bile ters düşüp, Türkiye siyasal tarihine EDP gibi liberal olduğu bile şüphe götürür bir ucube kazandırmıştır. Biz o dönem çekincelerimizi belirttiğimiz de, bize “oyunbozan” eleştirisi getiren o dönemin “özne”leri, dört yıl boyunca yaşananlara tanık olmalarına rağmen bir “özeleştiri” yapma ihtiyacı bile duymamaktadırlar.

Kürt siyasal hareketi bu konuda; seçtiği temsilcilerini denetleme, hatta gerektiğinde geri çağırma ilişkilerine sahip olması açısından önemli bir örnektir. Kuşkusuz bunu sağlayan da örgütlü yapısıdır.

Sosyalizm tarihini görmek istemeyenler sadece kısa tarihimize bakarak bile izlenmemesi gereken yolu görebilirler; kişilik analizleri, iyi niyet beyanları, güvence altına alınmamış taahhütlerle bu işler olmuyor. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

Her ne kadar bu yazının ana amacı olmasa da soldaki yasal parti kurma/yasallaşma süreçlerinde yaşanan çarpılmalara “değinmek” gerekiyor. İlk başlarda yasal partiler; sosyalizmi inandırılabilir bir proje haline getirmek, kitlelere ulaşabilmenin yeni yollarını bulmak, çok daha rahat siyasi propaganda yapabilmek, halkın örgütlenme süreçlerine daha doğrudan katılabilmesini sağlamak, gibi “ulvi amaçlar” için kullanılabilecek bir araç ama sadece bir araç olarak düşünüldü ve kuruldu. Hatta Kürt hareketinin kendi yasal partisiyle kurduğu ilişki örnek olarak gösterildi ve böyle yapılacağı taahhüdü bile verildi. Ancak bir süre sonra yasal partiler bu pozisyonlarını tamamen yitirdi. Ve tam tersine amaç ile araç yer değiştirdi. Artık amaç; partimizi nasıl propaganda edebiliriz, partimize nasıl insan örgütleriz, parti binalarımızı nasıl sürekli açık tutabiliriz, diğer partilerle nasıl rekabet edebiliriz vb. oldu. Yasallık avantaj değil, bürokratik angaryalar arasında boğuşmaya, beceri/beceriksizlik sınavları oldu. Sayısal sonuçlar; alındıktan sonra değil, hedef olarak konularak motivasyon kaynağı oldu. Hatta bazı yasal partileri varlıklarını sürdürebilmek için daha güçlü siyasi hareketlere yedeklenme ilişkileri bile geliştirildi, bu tür ilişkilerle milletvekili olabilme hayalleri sürekli canlı tutuldu/tutuluyor. Pusula şaşınca, ne yöne gidildiği anlaşılmıyor, doğal olarak.

HAK MÜCADELELERİNİN SEÇİM TAVRI

Somut siyasal görev olarak “hak mücadelelerinin” genel seçimler karşısındaki tavrı ne olmalıdır? Hak mücadelelerinin özellikle son yıllarda çok güçlü bir “bilinç” ve “dinamizm” yarattığı ortada. Eğitim hakkı mücadelesi, en basitinden neredeyse her okulda kayıt parasının sorgulanmasında yansımasını bulan bir bilinç, bin bir gerekçe uydurularak toplanmaya çalışılan paralara karşı güçlü bir karşı duruş oluşturdu. Sağlık hakkı mücadelesi, AKP’nin her türlü göz boyama taktiklerine rağmen başta sağlık emekçileri olmak üzere AKP’nin sağlık politikalarına güçlü bir direnç sergiliyor. Su ve yaşam hakkı olarak HES’lere karşı oluşturulan bilinç artık HES taşeronlarının köylere sokulmamasına neden oluyor. Hiçbir örgütsel forma dönüştürülemeyen ulaşım hakkı mücadelesi bile belediyelerin ulaşıma zam yapamamasına neden oluyor. Barınma hakkı mücadelesi neredeyse “kendiliğinden” yeni örgütsel formlar bularak yoluna devam ediyor.

Ancak hak mücadeleleri “her şeye rağmen” kendi örgütsel mekanizmalarını olması gereken düzeye getiremedi, siyasal temsiliyetlerini oluşturamadı. Bu durum hak mücadelelerinin özneleri açısından hem bir özeleştiri hem de bir taahhüttür. Yani henüz yapamadığımız için “özeleştiri veriyoruz” ancak yapmak için de “söz veriyoruz”.

Ve bizler, gerek sosyalizm mücadelesinin uzun tarihinden gerekse de ülkemizdeki mücadelenin “kısa” tarihinden biliyoruz ki “başkasının ipiyle” “gökyüzüne” çıkılmaz. Hak mücadelelerinin şu an için açığa çıkmış siyasal temsilcileri yoktur ve o yüzden de bu mücadeleyi meclise taşıyacak, o kürsüyü bu mücadelenin “yaygarasını” yapmak için kullanacak, milletvekili kimliğini hak mücadelesi kortejlerinde bir nefer yapacak adayı yoktur. (Ayrıca böylesi bir düzey oluşturulsa bile seçimi nasıl değerlendireceği yani meclise aday gösterip göstermeyeceği de bu örgütlülüklerin kararı olacaktır.) Bizim oy pusulasında üzerine “evet” basacak bir bölümümüz yok. “Şimdilik” sadece yürüdüğümüz sokaklarımız, üzerine “tek yol devrim” yazdığımız duvarlarımız var. Birlikte söylemeye çağırdığımız bir türkümüz, birlikte genişletmeye çalıştığımız bir “yol”umuz var.

Hak mücadelelerinin kendi adayları olmamasına rağmen bilindiği gibi, bu seçimlerde de çeşitli sol partiler, sol gruplara mensup çeşitli solcu adaylar ve BDP’nin oluşturduğu Barış ve Özgürlük Bloğu’nun bağımsız adayları oy pusulasında yerlerini alacaklar. Seçimlere giren sol parti (TKP gibi) ve grupların milletvekilliği kazanmak gibi bir amaçlarının olmadığı açık, onlar sadece bu dönemi kendi gruplarının daha rahat propagandasını yapabilmek için kullanmayı amaçlıyorlar. O yüzden bu çalışmalarla girilecek bir “destekleme” ilişkisi bile bu çalışmaları bir bütün olarak onaylama anlamı taşır. Burada asıl önemli olan Barış ve Özgürlük Bloğunun adayları karşısında doğru tutumun nasıl alınacağıdır.

Bilindiği gibi Kürt siyasal hareketinin özellikle AKP iktidarı döneminde/karşısında geliştirdiği politika, Kürtlerin bir bütün olarak (feodali, burjuvası, dincisi, emekçisi, köylüsü...) temsiliyetini amaçlayan ve bu doğrultuda hedefler (anadilde eğitim hakkı, Kürt kimliğinin anayasal hak olması...) belirleyen bir “ulusal birlik projesi” rotasında ilerliyor. Bu politikanın “doğal sonucu” olarak da bir dönem Refah Partisi'nin Güneydoğu Müfettişliği yapan Altan Tan’ı, 78’de Adalet Partisi’nden milletvekilliği yapmış sonra CHP’ye “transfer” olmuş Şerafettin Elçi’yi aday göstermekte bir sakınca görmüyor. Kürt siyasal hareketinin, Türk soluyla geliştirmeye çalıştığı seçim siyaseti de bu eksen üzerinden ve bu ekseni doğru bulanlarla kuruluyor.

Bizler açısından Kürt sorununu, bir “ezilen halk” sorunu olarak değerlendirmek gerekir. Bu noktadan bakılınca da Kürt emekçilerini, Kürt köylülerini, Kürt yoksullarını temel alan, onların temsiliyeti üzerinden bir siyasallaşmayı amaçlayan bir çizgidir, doğru olan. Doğal olarak böylesi bir çizginin temsilcileri de Elçi, Tan, gibiler olamaz. Benzer bir “ince işçiliği” Batı’daki sol(dan) adaylar için de yapmak gerekir(di).

Ancak her şeye rağmen (bu bloğun içinde olmadığımıza göre, bu bloğun tüm adaylarını desteklemek veya bu adayların tüm vebalini göğüslemek gibi bir sorumluluğumuz yok); bu blok içindeki adaylara karşı seçici bir tutum alarak, sosyalist kimliğe sahip, milletvekili kimliğini emekçi halkların çıkarı için kullanacak Sebahat Tuncel, Selahattin Demirtaş, Ertuğrul Kürkçü gibi adayların “desteklenebileceği” açıktır. Bu destek onların seçim çalışmalarının doğrudan örgütçüsü olunacağı anlamına gelmemeli. Tekrar tekrar altını çizmek gerekir, bu tutum kişiliğine güvenilen sosyalist adaylarla dayanışma amacı taşımaktadır, bu adaylar “hak mücadelesi çizgisinin” taşıyıcısı değillerdir.

Son söz; AKP iktidarını zayıflatmanın, geriletmenin ve def etmenin yolu, halkın çıkarları ekseninde örgütlenmiş güçlü bir halk hareketinin bu politikaların uygulanmasının önüne dikilmesidir. Bu halk hareketi; AKP’nin uyguladığı neoliberal politikalara, izlediği emperyalist işbirlikçisi dış politikaya, gerici toplum mühendisliği projelerine ve yeniden yapılandırmaya çalıştığı kurumsal faşizme karşı duracaktır. Bu karşı duruşun sandıktan önce ya da sandıktan sonra diye iki ayrı bölümü yoktur. Halkın hak mücadelelerinin büyütülmesiyle elde edilecek sonuç; hükümeti kim kurarsa kursun, meclis kimlerden oluşursa oluşsun, emekçi-yoksul halkın çıkarlarıyla özdeşleşmeyen hiçbir politikanın hayata geçirilmemesi olacaktır.

Birlikte söylemeye çağırdığımız bir mücadele türkümüz, birlikte genişletmeye çalıştığımız bir devrimci “yol”umuz var.

*Devrimci Yol, sayı 30, 3 Eylül 1979

sendika.org aktüel yazısıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder