-JACK LONDON-

          17 kitabı Cem Yayınları'nca yeniden basılan Amerikalı romancı Jack London, eserlerinde Nietzsche'yi, Darwin'i ve sosyalist hareketleri tartışan, bugün düşündüğümüzden çok daha girift bir yazardı

          Eğer Jack London yaşamamış olsaydı birinin onu icat etmesi gerekecekti. Batı kültürlerinde gerçekleşen yoğun bir tartışma, London’ın 40 yıllık yaşantısının tam ortasından geçiyordu. Bir yandan Darwin’in biyolojik söylemini oluşturduğu ‘hayatta kalış’ felsefesi Avrupa’da gittikçe yayılıyordu. Bir yandan da Nietzsche’nin Übermensch (Üstüninsan) ve ‘efendi-köle ahlakı’ kavramı çerçevesinde ilerleyen siyasi bir tartışma vardı. Ve bunlarla bağlantılı olarak gelişen, Avrupa’nın geleceğini ‘dejenerasyon-sağlık’ karşıtlığı içinde anlamaya çalışan politik bir söylem... Elbette bu tartışmalar arasında 20. yüzyıl sosyalizminin temelleri de atılıyordu.
          London’ın hayatı Kafka kahramanlarınınkileri andırır, özellikle de onun ülkesinde geçen tek romanı Amerika’dakileri.
          13 yaşında çalışmaya başlamıştı ve 18’ine gelene kadar yaptığı işler arasında kömür kürekçiliği de vardı gemi adamlığı da bir konserve fabrikasında işçilik de. 1893 yılında, London 16 yaşındayken bir demir yolları ‘köpüğü’ (aşırı üretim krizi) Birleşik Devletler’in ekonomisinde büyük bir buhrana sebep olmuştu, buna tepki olarak işçilerin ve işsizlerin merkezinde olduğu pek çok örgüt ortaya çıkmış, London da bunların en ünlüsüne, Coxey’nin Ordusu isimli oluşuma katılmıştı.
            Ama 20 yaşına gelene dek düzgün bir eğitim almamıştı ve Thomas Hardy’nin ünlü kahramanı Jude’a olduğu gibi London’a da varlıklı sınıfların ayrıcalığı olan eğitim aygıtının kapıları kapalıydı. Oakland’da liseye gittikten sonra Berkeley’deki California Üniversitesi’ne özel öğrenci statüsünde kaydolmuştu. Buradan itibaren Amerikan ‘edebiyat pazarı’nda London’ın öncü bir konumu olacaktı; kendi deyişiyle, gençliğindeki çalışma düzeni bir ‘tuzak’tı ve bundan kaçmanın tek yolu da ‘zekâsını satmak’tı. İlk romanları arasında yer alan Demir Ökçe, 13 yıl önce İngiliz İşçi Partisi’nin temellerini atan Sosyalist Birlik’in kurucularından William Morris’in ünlü romansı Hiçbiryer’den Haberler’i akla getirir. Morris’in kitabı Thames Nehri’nin kıyısında başlayıp bükolik manzaralar eşliğinde süren bir yolculuğu tasvir ederken 19. yüzyıla ait bir doğa romantizmiyle ışıldar; London’ın Demir Ökçe’deki dünyası ise karanlık, oligarşik bir distopyadır ve (sosyalizmin nihai zaferinden önce) 1912-1932 arasında dünyada faşizmin tırmandığı bir dönemi anlatır.
       Demir Ökçe’yi lisede Komünist Manifesto ve Kutsal Aile’yle birlikte okuyorduk ve Jack London’ın çizdiği sanayicilerin çıkarları üzerine kurulu dünya resmini, bize Türkiye’deki vahşi kapitalizmin daha yoğun bir hali gibi göründüğü için, heyecanla birbirimize anlatıyorduk. Ama okudukça gördük ki London’ın en güzel hikâyesi Ateş Yakmak’tı ve en güzel romanı da Demir Ökçe değil, Martin Eden’dı. Bırak şimdi ütopyaları, büyük lafları ve bize Kanada’nın dağlık bir bölgesinde hayatta kalan bir adamı anlat! Böyle söylüyorduk. Oligarşik devleti bırak da bize âşık olduğu kadından tiksinmeye başlayan bencil denizciyi anlat!

Yersiz yurtsuzların edebiyatı

        Yanında köpeğiyle karların arasında ilerleyen ve hayatta kalmaya çalışan insan, bizim hayatımızın ve bütün hayatların metaforunda yol alıyordu. Hiçbir şeyi olmayan, sadece becerileri olan insan: Jack London’ı bu insanı anlattığı için severiz. Ateş Yakmak’ta sayfalar geçtikçe saçları, parmakları ve bütün vücudunun buz kestiğine tanık olduğumuz insanın bir süre sonra bir iradeyi temsil ettiğini anlıyorduk; büyük harfle Doğa’nın iradesiyle mücadele halinde olan büyük harfle İnsan’ın hayatta kalma iradesini. Ama yine de Ateş Yakmak’ın kahramanı, kaybedecek hiçbir şeyi ve onu uymadığı için yargılayacak bir kategorik emir merci olmasa da, geçirdiği kazadan sonra, arkadaşları tarafından bulunana dek donmamak, hayatta kalmak için köpeğini öldürmez. Köpeğini öldürmeyi düşünür ve köpeğini öldürmez ve o öldüğünde anlatının odağı sessizce insandan köpeğe kayar, şimdi hayatta kalmak için çalışacak irade onunkisidir.
         Romancı Upton Sinclair, London’ın arkadaşıydı, onun bir romanından uyarlanan Kan Dökülecek’in filmini seyrederken ‘işçi pratiklerini’ anlatan kitapların Hollywood tarafından nasıl ideolojik olarak gözardı edildiğini düşünmüştük -bir maden işçisinin pratiğini, sadece o pratiğin şimdiki zamanına odaklanarak filme çekmek, Hollywood’un ontolojisine aykırı, politik bir hareketti. Aynı şey London’ın Beyaz Diş, Vahşetin Çağrısı gibi kitapları için de sözkonusu değil mi? Hiçbir şeyi olmayan, yersiz yurtsuz karakterin anlatım sanatlarına verdiği büyük özgürlüğü kullanan Kafka bir pratikler estetiği kurarken London’ın geleneğini de sürdürüyordu. Martin Eden’da bu yersiz yurtsuz karaktere bir problematik daha eklenir: Onun varoluşu bir hayatta kalma mücadelesinden mi ibarettir yoksa hayatı değiştirmeye yönelik bir meydan okumayı da içerir mi -işte bütün soru budur. Sinclair’e yazdığı bir mektupta Martin Eden’ın denizci kahramanının aşk, siyaset ve Amerikan toplumunun farklı kesimleriyle karşılaşmalarını resmeden anlatısının gerçekte Nietzsche’nin teorisini yaptığı bireycilik anlayışının bir eleştirisi olduğunu söylemişti. Ama London hiçbir zaman kendisiyle aynı dönemde yaşayan ve en ünlü eseri Entartung’da (Dejenerasyon) Richard Wagner, Henrik Ibsen, Oscar Wilde gibi Avrupa kültürünün modernist/ ‘dejenere’ figürlerinin ‘sağlıksız’ estetiklerine karşı temiz bir ahlak öneren Max Nordau’nun yolundan gitmedi. Asıl problematiği, Nietzsche’nin yanlış okunması sonucunda yersiz yurtsuzların sosyalist örgütlenmelerini bir ‘köle ahlakı’nın parçası olarak gören ve Almanya’daki Üçüncü İmparatorluk’un, Nazizmin nüvelerini içinde barındıran bir ahlaki söylemin altını oymaktı.
         Jack London’ın tarif ettiği dünyanın içinde, onun karakterlerinin arasındayız. Martin Eden’ın intihar sahnesini yıllar sonra okumak, kendi-için-benliğine hapsolmuş o adamın çaresizliğini yeniden canlandırıyor: “Uzun bir gümbürtü duydu ve uçsuz bucaksız, sonsuz bir merdivenden aşağı düşüyormuş gibi geldi ona. Ve en dipte bir noktada, karanlığın için düştü. Bu kadarını biliyordu. Karanlığın içine düşmüştü. Ve bunu bildiği andan itibaren de, daha fazla bilemedi.” Doğa ve toplumla giriştikleri irade savaşlarının sonunda ölen bu karakterleri izlerken Amerikan düzlüklerinde bugünkü medeniyetleri kuran şiddeti de hatırlıyoruz. London bize Le Clezio gibi romancıların son dönemde dönüş yaptığı bir yerelciliğin önemini düşündürüyor. Tektipleşmeye ve evrenselciliğe karşı yersiz yurtsuzların edebiyatı, eğer bir gelenekse, onun en üretken anlatıcılarından birini, Jack London’ı olduğu şey için sevelim:

Yazmak için her işi yaptıktan sonra yazarken her şeyi yazan ve her şeyi yazdıktan sonra ölen San Franciscolu yoksul bir genç olduğu için.
En popüler kitapları da var hatıraları da

Jack London’ın Cem Yayınları tarafından yayımlanan roman, öykü, deneme ve anı kitapları:
Demir Ökçe
Martin Eden
Beyaz Diş
Vahşetin Çağrısı
Deniz Kurdu
John Barleycorn
Yol
Yanan Günışığı
Kurdun Oğlu
Atalarının Tanrısı
Soğuğun Çocukları
İnsanın Sadakati
Uçurum İnsanları
Devrim ve Diğer Yazılar
Elsinore’da İsyan
Ademden Önce ve Balık Devriyesi Hikâyeleri
Kızıl Veba ve Güney Denizi Hikâyeleri

KAYA GENÇ (Arşivi)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder