Bir Adamın Sevgisi Uğruna
John Thornton'ın ayağı geçen Aralık ayında donduğunda arkadaşları ona rahat bir yer hazırlayıp iyileşmesi için bırakmış, kendileri de Dawson'a gitmek için bir sal yapmak üzere ağaç kesmeye, nehrin yukarısına doğru gitmişti. Thornton Buck'ı kurtardığı sırada hâlâ hafifçe topallıyordu, ama havalar ısındıkça hafif topallaması bile geçti. Ve Buck oracıkta, nehir kıyısında uzun ilkbahar günleri boyunca yatarak, akan suyu izleyerek, tembelce kuşların cıvıltılarını ve doğanın mırıltılarım dinleyerek, yavaş yavaş yeniden kuvvetini kazandı.
Üç bin mil gittikten sonra dinlenmek ona çok iyi gelmişti ve doğrusunu söylemek gerekirse, yaraları kapanır, kaslan şişer ve kemikleri yeniden etlerle kaplanmaya başlarken, Buck tembelce yayılmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Aslında hepsi -Buck, John Thornton, Skeet ile Nig- kendilerini Dawson'a taşıyacak olan salın gelmesini beklerken aylaklık ediyorlardı. Skeet, Buckla hemen arkadaş olan bir irlanda seteriydi. Buck ölmek üzereyken Skeet'in ilk yaklaşımlarını geri çevirememişti. Skeet'te bazı köpeklerde olan doktorluk becerisi vardı ve tıpkı yavrularını yıkayan bir anne kedi gibi, o da Buck'ın yaralarını yaladı ve temizledi. Düzenli olarak her sabah Buck kahvaltısını bitirdikten sonra kendine vazife edindiği işini yapıyordu; öyle ki, bir süre sonra tıpkı Skeet'in Thornton'ın yaptığı yardımları araması gibi, Buck da onunkileri istekle beklemeye başlamıştı. Aynı derecede dost canlısı olan, ama bunu daha az gösteren Nig ise kocaman siyah bir köpekti, birinin koku alma duyusu çok iyi olan, diğerinin vücudu iri olan iki farklı tazı cinsinin bir karışımıydı. Gözlerinin içi gülüyordu ve son derece iyi huylu bir köpekti.
Bu köpeklerin kendisim kıskanmaması Buck'ı şaşırttı. John Thornton'ın nezaket ve hoşgörüsünden paylarına düşeni almış gibiydiler. Buck kuvvetlendikçe onu bin bir türlü komik oyuna sokmaya başladılar. Thornton da kendini tutamayıp oyunlara katılıyordu ve böylece Buck nekahet döneminden kolayca çıkarak yepyeni bir hayata başladı. Hayatında ilk kez sevgiyi, gerçek ve tutkulu sevgiyi tadıyordu. Bunu Güney'de, güneşli Santa Cla-ra Vadisi'nde Yargıç Miller'ın evinde hiç hissetmemişti. Yargıcın oğullarıyla ava çıkması, dolaşması bir iş ortaklığıydı; yargıcın torunlarıyla ilişkisi gösterişli bir bekçilik ve yargıcın kendisiyle olan ilişkisi de resmi ve ağırbaşlı bir arkadaşlıktı. Ama yanıp tutuşan, hayranlık, çılgınlık dolu bir sevgiyi içinde uyandıran insan, John Thornton olmuştu.
Bu adam onun hayatını kurtarmıştı, evet bu önemliydi. Ama onun da ötesinde bu adam ideal bir efendiydi. Başka adamlar köpeklerinin rahat etmesini görev olarak görür ve onlara iş yapsınlar diye bakardı. Thornton ise kendi çocuklarıymış gibi, bakmaktan kendini alıkoyamadığı için köpeklerine bakıyordu. Ve daha ötesini de yapıyordu. Asla nazik bir selamı veya neşeli bir sözü ihmal etmiyordu. Köpeklerle oturup uzun bir sohbete girmek (buna gevezelik diyordu) ona da köpekler kadar büyük bir keyif veriyordu. Buck'ın kafasını sertçe ellerinin arasına alıp başını onunkine dayar, onu ileri geri sallar, bir yandan da Buck'a, ona sevgi sözcükleri gibi gelen kaba isimlerle söverdi. Buck bu sert kucaklamadan ve mırıldanan küfürlerden daha büyük bir mutluluk bilmiyordu ve her ileri geri sallandığında kalbi göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi büyük bir coşku hissediyordu. Bırakıldığında da arka ayaklarının üstünde, ağzı güler, gözleri sevgi dolu, gırtlağı çıkmayan bir sesle titrer halde kıpırdamadan durduğunda, John Thornton hayranlıkla bağırırdı, "Tanrım! Neredeyse konuşacaksın!"
Buck sevgisini gösterirken karşısındakini neredeyse yaralardı. Sık sık Thornton'ın elini ağzına alıp öyle kuvvetli sıkıyordu ki, dişlerinin izi uzun süre adamın elinde kalıyordu. Tıpkı Buck'ın küfürleri sevgi sözcükleri olarak görmesi gibi, adam da bu yalandan ısırığı okşamaymış gibi görüyordu.
Ancak çoğu zaman, Buck sevgisini hayranlıkla ifade ediyordu. Thornton ona dokunduğunda veya onunla konuştuğunda mutluluktan çılgına dönmesine rağmen bunları aramıyordu. Burnunu Thornton'ın elinin altına sokuşturup okşanıncaya kadar dürten Skeet'in veya sessizce sokulup koca kafasını Thorn-tonin dizine dayayan Nig'in aksine, Buck onu uzaktan hayran hayran seyretmekle yetinebiliyordu. Saatlerce hevesli ve uyanık biçimde Thornton'ın ayaklarının dibinde yatıyor, uzun uzun yüzüne bakıp onu inceliyor, gelip geçen her ifadeyi, her hareketi veya yüzündeki her değişikliği, son derece büyük bir dikkat ve ilgiyle takip ediyordu. Ya da duruma göre daha uzakta, yanda veya arka tarafta yatıyor, adamın siluetim ve vücudunun hareketlerini izliyordu. Ve aralarındaki ilişki öylesine sıkıydı ki, Buck'ın bakışının gücüyle John Thornton dönüp arkasına bakar ve konuşmadan, tıpkı Buck'ın kalbinin parıltısı gibi onun da kalbinin parıltısı gözlerinden yansıyarak, bakışa cevap verirdi.
Kurtarıldıktan sonra uzunca bir süre Buck, Thornton'ın gözünün önünden uzaklaşmasından hoşlanmadı. Çadırdan çıktığıandan itibaren tekrar içeri girene dek Buck onun ayaklarının dibinden ayrılmıyordu. Kuzey'e geldiğinden beri gelip geçmiş tüm sahipleri ona hiçbir sahibin kalıcı olamayacağı korkusunu aşılamışlardı. Thornton'ın da tıpkı Perrault, Francois ve melez iskoç gibi hayatından çıkıp gideceğinden korkuyordu. Geceleri rüyalarında bile bu korku peşini bırakmıyordu. Böyle zamanlarda uykuyu bir yana bırakıp, gecenin soğuğunda çadırın kapısına gidip, orada durarak sahibinin nefes alıp verişlerini dinliyordu.
Ancak içinde yumuşak ve uygar etkiyi ifade eden John Thornton'a duyduğu büyük sevgiye rağmen, Kuzeyin içinde uyandırmış olduğu ilkelliğin izi de canlı ve etkin kalmıştı. Ocağın yanında ve bir çatı altında yaşamanın vermiş olduğu sadakat ve bağlılık hâlâ vardı, ancak vahşilik ve hinliğini de yitirmemiş-ti. Nesillerce uygarlığın işaretleriyle damgalanmış yumuşak huylu Güneyli bir köpekten ziyade, John Thornton'ın ateşinin yanında oturmak için yabanın içinden çıkıp gelmiş, yaban hayata ait bir vahşiydi o. Duyduğu çok büyük sevgi nedeniyle bu adamdan hiçbir şey çalamazdı, ama başka her kamptaki her adamdan çalarken bir an bile düşünmez, çalarken gösterdiği kurnazlıkla da yakalanmadan kalırdı.
Yüzü ve gövdesi bir sürü köpeğin diş izleriyle doluydu. Her zamanki kadar ateşli, her zamankinden daha akıllıca dövüşüyordu. Skeet ile Nig dövüşmeyecek kadar iyi huylu köpeklerdi -hem onlar John Thornton'a aitti. Ama cinsi ne olursa olsun ve ne kadar cesur olursa olsun yabancı bir köpek ya derhal Buck'ın üstünlüğünü kabul edecek ya da korkunç bir düşmanla ölüm kalım savaşına girmek zorunda kalacaktı. Buck acımasızdı. Sopa ve diş yasasını çok iyi öğrenmişti ve Ölüme giden yolda düşmanına karşı hiçbir avantajı kaçırmıyor, düşmanından hiçbir zaman kaçmıyordu. Bu işi Spitz'ten ve polisle postanın en iyi dövüşen köpeklerinden öğrenmişti ve dövüşte orta yol diye bir şeyin olmadığını iyi biliyordu. Ya sahip olacak ya da sahiplenilecekti, affetmek zayıflıktı, ilkel yaşamda affetmeye yer yoktu. Yanlış anlaşılıyor, korku olduğu sanılıyordu ve bu tür yanlış anlamalar ölümle sonuçlanıyordu. Öldür ya da öl, ye ya da yem ol, kanun buydu ve Buck da zamanın derinliklerinden gelen bu emre itaat ediyordu.
Gördüğü günlerden ve aldığı soluklardan daha yaşlıydı. Geçmişi gelecekle bağlıyor ve ardındaki sonsuzluk onun içinden güçlü bir ritimle çarpıyor, o da tıpkı gelgitler ve mevsimler gibi, bu ritimle birlikte savruluyordu. Kendisi John Thornton'ın ateşinin yanında yatan geniş göğüslü, beyaz dişli ve uzun tüylü bir hayvandı; ama ardında, kendisini sıkıştıran ve harekete geçiren, yediği etin lezzetini tadan, içtiği suya susayan, rüzgârı onunla birlikte koklayan, ormandaki yabani hayatın çıkardığı sesleri onunla birlikte dinleyip ne olduklarını söyleyen, ruh hallerini belirleyen, hareketlerim yöneten, yattığı zaman onunla birlikte uykuya dalan ve onunla beraber rüya görüp, onun ötesinde rüyalar görüp, bizzat rüyalarının parçası olan tüm köpek türlerinin, melez kurtların ve vahşi kurtların gölgeleri vardı.
Bu gölgeler onu öyle kuvvetle çağırıyordu ki, her geçen gün insanoğlu ve onun istekleri Buck'tan daha da uzaklaşıyordu. Ormanın derinliklerinden bir ses çağırıyordu ve Buck o gizemli ve cazip çağrıyı ne zaman duysa, sırtını ateşe ve etrafındaki ayak basılmış toprağa dönüp ormana dalmak zorunda olduğunu hissediyor, nereye veya neden gittiğini bilmeden ilerliyor, ormanın derinliklerinden gelen çağrı buyururcasına duyulmaya devam ederken, nerede olduğunu veya neden orada olduğunu bile düşünmüyordu. Ama ne zaman yumuşak ve ayak basılmamış toprağa ve yemyeşil gölgelere adım atsa, John Thornton'a duyduğu sevgi onu yine ateşin yanına geri döndürüyordu.
Onu tutan sadece Thornton'du. insanlığın geri kalanının Buck'ın gözünde en ufak bir değeri yoktu. Gelip geçen yolcular onu övüyor ya da okşuyordu, ama o hepsine soğuk davranıyor, üzerine fazla düşen biri olursa da, kalkıp gidiyordu. Thornton'ın ortakları Hans ve Pete uzun süredir beklenen salın üstünde çıkıp geldiklerinde Buck, Thornton'ın arkadaşları olduklarını öğrenene kadar onları görmezden geldi; ondan sonra da yaptıkları iyi davranışları kendilerine lütufta bulunurmuş gibi kabul ederek, ses çıkarmadan onlara tahammül etti. Onlar da Thornton gibi hoşgörülü, ayakları yere basan, basit düşünen ve olayları net gören insanlardı ve daha sallarıyla Dawson'daki bıçkıevinin oradaki büyük anafora girer girmez Buck'ı ve huylarını anladılar ve Skeet ile Nig ile olduğu gibi bir samimiyet kurmak için üstelemediler.
Buck'ın Thornton'a duyduğu sevgi ise gittikçe büyüyordu. Yaz yolculuğunda Buck'ın sırtına yük yerleştirebilen tek kişi oydu. Thornton istedikten sonra Buck için hiçbir şey zor değildi. Bir gün (saldan kazandıkları parayla Dawson'dan ayrılıp Tanana Nehri'nin kaynağına doğru gitmişlerdi) adamlarla köpekler, dümdüz aşağı, yüz metre aşağıdaki çıplak kayalıklara doğru inen bir uçurumun tepesinde oturuyorlardı. John Thornton uca yakın oturuyordu, Buck da hemen arkasındaydı. Thornton'ın aklına düşüncesizce bir fikir geldi ve aklındakini denemek için Hans ile Pete'in dikkatini çekerek izlemelerini istedi. "Atla, Buck!" diye emir verdi, kolunu uçuruma doğru uzatarak. Bir an sonra tam uçta Buck'ı yakalamış durdurmaya çalışıyordu. Hans ile Pete de onları güvenli bir yere geri çekmeye uğraşıyordu.
"Çok tuhaf," dedi Pete olay bittikten ve tekrar konuşabilme-ye başladıktan sonra.
Thornton başım iki yana salladı. "Hayır, bu müthiş bir şey, aynı zamanda da korkunç. Biliyor musun, bazen beni korkutuyor."
"O etraftayken sana dokunan adam olmak istemem," diye sözünü bitirdi Pete, başıyla Buck'ı işaret ederek.
"Kesinlikle," diye ekledi Hans. "Ben de istemem doğrusu."
Yıl bitmeden Pete'in endişeleri Circle Çity'de gerçeğe döndü. Asabi ve kötü huylu bir adam olan "Kara" Burton, çaylağın biriyle meyhanede kavgaya tutuşmuş, Thornton da iyi niyetle onları ayırmak için aralarına girmişti. Buck her zamanki gibi bir köşede yatıyordu, başını pençelerinin üstüne koymuş, sahibinin tüm hareketlerini izliyordu. Burton uyarıda bulunmadan doğrudan omuzdan vurdu. Thornton dönerek savruldu ve barın önündeki raya tutunarak ancak düşmekten kurtulabildi. izleyenlerin duyduğu bir havlama değil, daha çok kükremeye benzer bir sesti ve Buck'ın gövdesinin yerden fırlayarak havada yükselip Burton'ın boynuna uçtuğunu gördüler. Adam içgü-düleriyle kolunu öne doğru atarak hayatını kurtarabildi, ama üzerinde Buck'la geriye doğru yere savruldu. Buck adamın koluna geçirdiği dişlerim açıp, yeniden adamın boynuna yöneldi. Bu sefer adam boynunun sadece bir kısmını kapatabildi ve boğazı yarıldı. Bir anda oradaki herkes Buck'ın üzerine üşüştü ve hayvanı oradan uzaklaştırdılar, ama bir doktor kanamayı muayene ederken bir yandan Buck ileri geri dolaşarak gizlice fırsat kolluyor, öfkeyle uluyor, içeri dalmaya çalışıyor ve bir dolu düşmanca sopa tarafından geri püskürtülüyordu. Hemen orada yapılan bir "madenci toplantısı"nda köpeğin saldırmaya tahrik edilmiş olduğuna karar verilince Buck serbest bırakıldı. Ama bir kere nam salmıştı ve o günden sonra ismi Alaska'daki bütün kamplara yayıldı.
Buck aynı yılın sonbaharında John Thornton'ın hayatını çok daha farklı bir şekilde kurtardı. Üç ortak Forty Mile Nehri'nin en hızlı akan yerinde uzun ve dar bir kayık ve sırıkla aşağı iniyorlardı. Hans ve Pete kıyı boyunca giderek, ince bir Marala hala-tıyla ağaçtan ağaca ilerleyip kayığın yolunu kesiyordu. Thornton ise kayıkta kalmış, bir sırık yardımıyla kayığın inişine yardım ediyor ve kıyıya doğru bağırarak emirler veriyordu. Kıyıda duran Buck, endişe ve telaşla kayığı izliyor, gözlerini sahibinden bir an bile ayırmıyordu.
Nehrin içinin kayalarla dolu olduğu ve bunların suyun yüzünden zar zor seçilebildiği özellikle tehlikeli bir noktada, Hans ipi saldı. Thornton kayığı akıntıda sırıkla idare etmeye çalışırken, Hans halatın bir ucu elinde, kayık kayalardan kurtulduğunda onu halatla durdurabilsin diye kıyı boyunca aşağı doğru koştu. Kayık kayalardan kurtuldu ve akıntıyla nehir aşağı son hızla giderken Hans ipi çekerek kayığı durdurdu, ama bunu fazlasıyla ani yapmıştı. Kayık alabora olup kıyıya doğru sürüklendi ve Thornton kayıktan fırlayarak, nehrin en berbat kısmına, suların hiçbir yüzücünün sağ çıkamayacağı kadar azgın aktığı noktaya doğru sürüklendi.
Buck anında fırlamıştı; yüz metre kadar sonra çılgın bir girdabın ortasında Thornton'a yetişip, onun önüne geçti. Thornton'ın kuyruğunu tuttuğunu hissedince kıyıya yöneldi ve muhteşem kuvvetinin tamamını kullanarak, var gücüyle yüzmeye başladı. Ama kıyıya doğru gidişleri yavaştı, akıntı yönünde ise çok hızlı gidiyorlardı. Aşağıdan, akıntının daha da hızlandığı ve suyun dev bir tarağın dişleri gibi aralardan çıkan kayalar tarafından parçalanıp püskürtüldüğü yerden, ölümcül bir gürleme sesi geliyordu. Son dik yokuşun başında suyun çekişi öyle kuvvetliydi ki, Thornton kıyıya ulaşmanın imkânsız olduğunu anladı.
Sertçe bir kayayı sıyırdı, bir ikinciye çarpıp yaralandı ve üçüncü bir kayaya ezici bir güçle bindirdi. Kayanın kaygan yüzeyini iki eliyle kavradı, Buck'ı bıraktı ve çağlayan suyun gürültüsünün üstünden bağırdı: "Git Buck, git!"
Buck tutunamamış, akıntıyla sürüklenmeye başlamıştı. Ümitsizce mücadele ediyor, ama geri gidemiyordu. Thornton'ın emrini tekrarladığını duyunca biraz suyun üstüne çıktı, ona son bir kez bakar gibi başını yukarı kaldırdı, ondan sonra da itaat ederek kıyıya doğru döndü. Kuvvetli yüzüyordu ve tam da yüzmenin artık olanaksızlaştığı ve felaketin başladığı noktada Pete ve Hans tarafından kıyıya çekildi.
Bir adamın o çılgın akıntıda kaygan bir kayanın üstünde birkaç dakikadan fazla asılı kalamayacağını biliyorlardı. Thornton'ın tutunduğu yerin oldukça yukarısında bir noktaya son hızla koştular. Kayığı durdurmak için kullandıkları halatı, boğmaması ve yüzmesini engellememesi için dikkatle Buck'ın boynuna ve omuzlarına bağladılar ve onu akıntıya fırlattılar. Buck cesurca atlamıştı, ama tam akıntının içine atlamamıştı. Hatasını fark ettiğinde artık çok geçti, o sırada Thornton onunla aynı hizadaydı ve Buck çaresizce akıntıyla yanından sürüklenip geçerken sadece altı kulaç ötesindeydi.
Hans hemen, kayıkmış gibi Buck'un ipini çekti. Akıntının sü-rüklemesiyle kendisini sıkan halat yüzünden Buck suyun altına çekildi ve vücudu kıyıya çarpıp dışarı çekilinceye kadar da suyun altında kaldı. Yarı boğulmuş durumdaydı. Hans ile Pete hemen üstüne atılarak ona solunum yaptırmaya ve yuttuğu suyu çıkartmaya çalıştı. Buck sendeleyerek kalktı ve düştü. Thornton'ın zayıf sesini duydular, sözcükleri seçememelerine rağmen onun dayanma noktasının sonunda olduğunu biliyorlardı. Sahibinin sesi Buck'ın üzerinde elektrik çarpması etkisi yapmıştı.
Ayağa fırlayıp adamların önünde, suya son atladığı noktaya doğru koştu.
Halat bir kez daha bağlandı ve Buck suya atıldı ve yine, bu kez tam akıntının ortasına atıldı. Bir kez hesapta yanılmıştı, aynı hatayı tekrarlamayacaktı. Hans hiçbir gevşemeye izin vermeden halatı koyveriyor, Pete de halatın dolanmasını engelliyordu. Buck Thornton'ın arkasında tam onun hizasına gelinceye kadar durdu, sonra döndü ve bir ekspres tren kadar hızla aşağı, dimdik onun üzerine doğru gitmeye başladı. Thornton onun geldiğini gördü ve Buck arkasındaki akıntının tüm gücüyle bir şahmerdan gibi ona tosladığı anda uzanıp iki kolunu birden onun sert tüylü boynuna doladı. Hans halatı ağacın etrafına doladı ve Buck ile Thornton suyun altına çekildi. Boğuşarak, soluksuz kalarak, bazen biri bazen diğeri suyun yüzünde, nehrin sivri kayalar ve köklerle dolu dibine çarpa çarpa, çekilerek kıyıya döndüler.
Thornton, Hans ve Pete'in güçlükle uzattığı, akıntıyla sürüklenmiş bir ağaç gövdesine tutunarak kıyıya çıktı. Gözlerim açar açmaz Buck'a bakındı, zayıf ve cansız görünen vücudunun başında Nig uluyor, Skeet ise ıslak yüzüyle kapalı gözlerini yalıyordu. Thornton yara bere içinde olmasına rağmen Buck'ın yanına gidip vücudunu dikkatle inceledi ve kaburgalarından üçünün kırılmış olduğunu gördü.
"Buraya kadar," dedi. "Tam burada kamp kuruyoruz." Buck'ın kaburgaları iyileşinceye ve Buck yeniden yola çıkabilin-ceye kadar da kamp kurdular.
O kış Dawson'da Buck, belki o kadar kahramanca olmasa da, adını Alaska'da çok daha fazla duyuran ve tanınmasını sağlayan başka bir iş başardı. Bu iş üç adamı özellikle sevindirdi, çünkü onun sağladığı kazanca çok ihtiyaçları vardı ve henüz madencilerin gitmemiş olduğu, el değmemiş Doğu'ya doğru uzun süredir istedikleri yolculuğa çıkmalarını sağladı. Konu Eldorado Ba-rı'ndaki bir sohbette açılmıştı. Adamlar en sevdikleri köpekleri hakkında atıp tutuyorlardı. Rekoru nedeniyle Buck bu adamların hedef tahtasıydı ve Thornton da cesaretle onu savunmak zorunda kalmıştı. Yarım saatin sonunda adamlardan biri köpeğinin iki yüz elli kiloluk bir kızağı başlatıp onunla yürüyebileceğini iddia etti, ikinci bir adam kendi köpeği için üç yüz kilo dedi, bir üçüncü de üç yüz elli.
"Hah! o da bir şey mi!" dedi John Thornton. "Buck beş yüz kilo başlatır."
"Buzunu da kırar, otuz metre de çeker mi?" diye sordu Matt-hewson, üç yüz elliyle övünen zengin maden yataklarının kralı.
"Buzunu da kırar, otuz metre de çeker," dedi John Thornton havalı bir tavırla.
"iyi o zaman," dedi Matthewson yavaşça ve herkesin duyabileceği şekilde, "Bin dolarına bahse girerim, yapamaz, işte." Bunları söylerken Bolonya sosisi ebatlarında bir kese altın tozunu barın üstüne küt diye indirdi.
Kimseden çıt çıkmadı. Thornton'ın blöfü, şayet blöfse, işe yaramıştı. Sıcak kanın yüzüne hücum ettiğini hissedebiliyordu. Çenesi onu aldatmıştı. Buck'ın beş yüz kiloyu çekip çekemeye-ceğini bilmiyordu. Yarım ton! Bunun büyüklüğü Thornton'ı afallattı. Buck'ın gücüne son derece güveniyordu ve pek çok kez onun böyle bir yükü çekebilecek kapasitede olduğunu düşünmüştü, ama hiçbir zaman şimdiki gibi, on adamın gözleri sessizce ve beklentiyle ona dikilmişken bu olasılıkla yüzleşmemişti. Hem ne kendisinin, ne de Hans ile Pete'in bin doları vardı.
"Dışarıda bir kızağım duruyor, üzerinde de yirmi beş çuval un var," diye devam etti Matthewson kaba bir açıklıkla, "yani işin o kısmını dert etme."
Thornton cevap vermedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Düşünme gücünü kaybetmiş ve tekrar düşünmeye başlamasını sağlayacak şeyi arayan biri gibi, adamların suratlarına boş boş baktı. Bir Mastodon kralı ve eski dostlarından biri olan Jim O'Brien gözüne çarptı. Bu onun için bir işaretti, hayatında hayal bile etmemiş olduğu şeyi yapması için onu harekete geçirir gibiydi.
"Bana bir binlik borç verir misin?" diye sordu neredeyse fısıltıyla.
"Tabii ki," diye cevap verdi O'Brien, Matthewson'ın kesesinin yanına dev gibi bir keseyi indirerek. "Ama, John, hayvanın o numarayı yapabileceğine pek inanmıyorum, bilesin."
Eldorado'daki herkes testi görmek için dışan çıktı. Masalar bomboş kalmıştı, kumarbazlar ve krupiyeler bile sonucu görmek ve bahis oynamak için gelmişti. Kürklü ve eldivenli yüzlerce adam, mesafe bırakarak kızağın etrafına dizildi. Matthewson'm beş yüz kilo unla dolu kızağı birkaç saattir orada duruyordu ve buz gibi soğukta (sıfırın altında altmış) kızağın ayakları donarak sertleşmiş, buza yapışmıştı. Adamlar Buck'ın kızağı yerinden kımıldatamayacağı üzerine bire iki bahse giriyordu. "Buzu kırmak" lafı üzerine bir tartışma çıktı. O'Brien kızağın buzunu kırmanın Thornton'ın ayrıcalığı olduğunu, Buck'ın sadece kızağı durağan halden harekete geçirmesinin yeterli olacağını söyledi. Ama Matthewson bahiste, kızağın ayaklarını donmuş karın kıskacından kurtarmanın da dahil olduğunda ısrar ediyordu. Bahis yapılırken şahit olmuş adamların da çoğu Matthewson'un tarafını tutunca, Buck'a karşı bahisler bire üçe çıktı.
Bahsi kabul eden yoktu. Hiç kimse Buck'ın bu işi becerebileceğine inanmıyordu. Thornton ne olup bittiğini anlamadan, kuşkularla dolu bir halde bahse girmeye itilmişti; şimdi bir de önündeki normal ekipte on tane köpek karın içinde kıvrılmış haliyle duran kızağa, somut gerçeğe bakınca iş gözüne iyice imkânsız göründü. Matthewson zafer sarhoşluğu içindeydi.
"Üçe bir!" diye bağırdı. "Bu durumda bin dolar daha koyarım ortaya, Thornton. Ne diyorsun?"
Thornton'ın şüphesi yüzünden okunuyordu ama savaşçı ruhu kabarmıştı -olasılıkların üstüne çıkan, imkânsızı kabullenmeyi bilmeyen ve savaş çığlığı dışında hiçbir şey duymayan savaşçı ruh. Hans'la Pete'i yanına çağırdı. Keseleri küçüktü ve ken-dininkiyle beraber üç ortak sadece iki yüz dolar toplayabilmişti. Kaderlerinin en kötü dönemlerinden birinde tüm sermayeleri bu kadardı, ama bunu da hiç tereddüt etmeden Matthewson'un altı yüzüne karşı ortaya koydular.
On köpeklik ekip kızaktan çözüldü ve Buck kendi koşumla-rıyla kızağa bağlandı. Heyecan dalgasını anlamış ve her nasılsa John Thornton için çok önemli bir şey yapması gerektiğini hissetmişti. Muhteşem görünüşü üzerine hayranlık dolu sesler yükseldi. Mükemmel durumdaydı, bir gram bile gereksiz eti yoktu ve yetmiş beş kiloluk ağırlığı, olduğu gibi yiğitlik ve mertlikten ibaretti. Tüyleri ipek gibi parlıyordu. Boynundan aşağıya, omuzlarının arasında yelesi sakin durmasına rağmen yan yanya kabarıyor ve her hareketinde kalkıyor gibi görünüyordu, aşırı dinçlikten her tüyü ayrı ayrı canlı ve hareketliydi sanki. Geniş göğsü ve kuvvetli ön ayakları vücuduyla tam olarak oranlıydı, buradaki kasları derisinin altında sıkı yuvarlaklar şeklinde görünüyordu. Birkaç adam bu kasları elleyip çelik gibi sert olduklarını söyledi, bunun üzerine bahisler bire ikiye indi. "Bayım! Bayım!" diye kekeledi son hanedanlığın üyelerinden biri, bir Skookum Benches kralı. "Size onun için sekiz yüz dolar veririm bayım, denemeden önce bayım, bu haliyle sekiz yüz."
Thornton başını iki yana salladı ve Buck'ın yanına yürüdü. "Ondan uzak durmalısın," diye itiraz etti Matthewson. "Rahat hareket etsin, açıl biraz."
Kalabalık sessizleşti, sadece boş yere bire iki bahis öneren kumarbazların sesleri duyuluyordu. Herkes Buck'ın muhteşem bir hayvan olduğu konusunda hemfikirdi, ama yirmi adet yirmi beş kiloluk çuval, keselerinin ağzını açmak için birazcık fazlaydı.
Thornton Buck'ın yanında dizlerinin üstüne çömeldi. Buck'ın kafasını ellerinin arasına alıp yanağını yanağına dayadı. Âdeti olduğu üzere Buck'ı oyun olsun diye sallamadı, yumuşak sevgi küfürleri de mırıldanmadı; bunların yerine onun kulağına fısıldadı. "Beni sevdiğin için, Buck. Beni sevdiğin için," diye fısıldadı. Buck zaptedilmiş hevesle inledi.
Kalabalık merakla izliyordu, iş gittikçe esrarlı bir hal alıyordu. Sanki bir sihirbazlıktı. Thornton ayağa kalktığında Buck eldivenli elini dişlerinin arasına aldı, bastırdı ve yavaşça, istemeye istemeye yine bıraktı. Bu, konuşma diliyle değil, sevgi diliyle verdiği cevaptı. Thornton iyice geri çekildi.
"Haydi, Buck," dedi.
Buck koşumları gerdi, sonra onları birkaç santim gevşetti. Böyle öğrenmişti.
"Sağ!" Thornton'jn sesi gergin sessizlikte keskince çınladı.
Buck sağa yüklendi ve kayışların gevşekliğini alan ve ani bir sarsıntıyla yetmiş beş kiloluk ağırlığını kontrol altına alan bir atılışla hareketini tamamladı. Yük sallandı ve kızağın ayaklarının altından ince bir çatırtı geldi.
"Sol!" diye emir verdi Thornton.
Buck aynı manevrayı bu kez sola doğru yineledi. Çatırtı kırılma sesine dönüştü, kızak ekseninde hafifçe döndü ve kızak ayakları birkaç santim yana kayarak sürtündü. Kızağın buzu kırılmıştı. Herkes nefesini tutmuştu, kimse nefes almadığının farkında bile değildi.
"Şimdi, ÇEK!"
Thornton'ın emri tabanca sesi gibi patladı. Buck ileri atıldı, ciğerlerinin tüm gücüyle koşumları gerdi. Harcadığı olağanüstü çaba nedeniyle tüm vücudu kasılmıştı, kasları gümüş rengi tüylerinin altında canlı şeyler gibi kasılıyordu, iri göğsü iyice yere yaklaşmıştı, başı ilerde ve aşağıdaydı, ayakları ise büyük bir çabayla hareket ediyor, pençeleriyle sertleşmiş karda birbirine paralel oyuklar açıyordu. Kızak sallandı ve titredi, ileri doğru biraz hareket etti. Ayaklarından biri kayınca bir adam yüksek sesle inledi. Ardından kızak, hızla art arda gelen silkinmelere benzer bir görüntüyle, ama bir daha hiç durmadan, sendeleyerek ilerlemeye başladı... yarım santimetre... bir santimetre... iki santimetre.... Silkinmeler gözle görülür şekilde kayboldu, kızak hız kazandıkça Buck onları düzeltti, sonunda düzgün bir şekilde kayarak ilerlemeye başladı.
Adamlar yutkunup yemden nefes almaya başladılar, bir an için nefes almamış olduklarının farkında bile değillerdi. Thornton arkadan koşuyor, Buck'ı kısa, neşeli sözcüklerle cesaretlendiriyordu. Mesafe önceden ölçülmüştü ve Buck otuz metrenin sonunu belirleyen odun yığınına yaklaştıkça bir alkış başladı ve gittikçe büyüdü, büyüdü ve Buck odunları da geçip emir üzerine durunca bir gürlemeye dönüştü. Herkes kendinden geçmişti, Matthewson bile. Şapkalar, eldivenler, havalarda uçuyordu. Herkes birbirinin elini sıkıyordu, kimin kimle el sıkıştığı önemli değildi ve herkes coşkuyla bağrışıp duruyordu.
Thornton ise Buck'ın yanına diz çöktü. Başını başına dayadı ve ileri geri salladı. Koşup gelenler onun Buck'a küfrettiğini duydu, ona uzun uzun, coşkuyla, yumuşak ve sevgi dolu küfretti.
"Bayım! Bayım!" diye kekeledi Skookum Bench kralı. "Onun için bin dolar veririm size bayım, binlik bayım. Bin iki yüz bayım!"
Thornton ayağa kalktı. Gözleri yaşlıydı. Gözyaşları açık açık yanaklarından aşağı akıyordu. "Bayım," dedi Skookum Bench kralına. "Hayır, bayım. Cehennemin dibine kadar yolunuz var, bayım. Sizin için yapabileceğim en iyi şey budur, bayım."
Buck Thornton'ın elini dişlerinin arasına aldı. Thornton onu ileri geri salladı. Ortak bir dürtüyle hareket eder gibi, izleyenler saygı dolu bir mesafe bırakarak geri çekildiler ve bir daha da aralarına girme düşüncesizliğini göstermediler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder