Vahşetin Çağrısı-5 Jack London

Kızak Çekmenin Zorluğu


Dawson'dan ayrıldıktan otuz gün sonra Salt Water Postası, Buck ve arkadaşlarının önderliğinde Skagway'e vardı. Perişan haldeydiler, çok yorulmuş, bitip tükenmişlerdi. Buck yetmiş kilodan elli yedi kiloya düşmüştü. Arkadaşları daha hafif olmalarına rağmen ona oranla daha fazla kilo kaybetmişlerdi. Hep hasta numarası yapan Pike sahtekâr zamanlarında sık sık başarıyla ayağı yaralanmış numarasını yaparken, şimdi gerçekten topallıyordu. Sol-leks de topallıyordu ve Dub'ın kürek kemiği burkulmuştu.

Hepsinin ayakları korkunç derecede şişmişti. Ayaklarında hiçbir yaylanma, sıçrama gücü kalmamıştı. Ayakları yere ağır ağır basıyor, vücutlarını sarsıyor, günün yol yorgunluğunu iki katına çıkarıyordu. Ölümüne yorgun olmaları dışında bir sorunları yoktu. Bu ölümüne yorgunluk da kısa süreli zorlanmadan gelen ve birkaç saat dinlenmekle geçirilecek türde değildi; bu aylardır kızak çekmekten, kuvvetlerinin yavaşça ve uzun süredir tükenmesinden gelen bir yorgunluktu. Takatleri, kullanacakları yedek güçleri kalmamıştı. Hepsini, en ufak kırıntısını bile kullanmışlardı. Her kas, her lif, her hücre ölümüne yorgundu. Bunun da sebebi vardı. Beş aydan kısa bir süre içinde iki bin beş yüz mil yol gitmişlerdi, bunun son bin sekiz yüz milinde ise sadece beş günlük mola vermişlerdi. Skagway'e vardıklarında bacakları neredeyse tutmuyordu. Koşumları güçlükle gergin tutabiliyor, yokuş aşağı indikleri yerlerde kızağın önünden zar zor kaçabiliyorlardı. Skagway'in ana caddesinden aşağıya yalpalayarak giderlerken sürücü onları, "Çekmeye devam zavallı şiş ayaklılar," diye cesaretlendirmeye çalışıyordu.

"Bu son artık. Sonra uzun bir molamız olacak. Tabii ya. Uuupuzun bir mola."

Sürücüler uzun bir mola olacağından emindi. Onlar da iki gün molayla iki bin mil gitmişti ve mantığa ve sağduyuya göre sıkı bir dinlenmeyi hak etmişlerdi. Ama Klondike'a öylesine çok insan akın etmişti ve bunların uzaklarda öyle çok sevgilisi, eşi ve yakını vardı ki, postalar dağ gibi birikmişti; üstüne üstlük bir de resmi yazışmalar vardı. Yol için, kızakta işe yaramayacak bu köpeklerin yerine Hudson Körfezi'nden taze köpekler gelmeliydi, işe yaramayanlardan kurtulmak lazımdı ve köpekler de dolar karşısında fazla değerli olmadıklarından, satılacaklardı.

Üç gün geçti, bu sırada Buck ve arkadaşları gerçekten de ne kadar yorgun ve halsiz kalmış olduklarını bir kez daha anladılar. Dördüncü günün sabahında Amerikalı iki adam gelip onları koşum takımlarıyla beraber, çok az bir paraya satın aldı. Adamlar birbirine Hal ve Charles diye hitap ediyordu. Charles orta yaşlarda açık tenli, zayıf, sulu gözlü bir adamdı ve gizlemekte olduğu gevşekçe sarkan dudağa eğim veren, heyecanla yukarı kıvrılan bir bıyığı vardı. Hal on dokuz yirmi yaşlarında bir gençti, belinde kartuşlarla oldukça göze çarpan kemerde büyük bir Colt's tabancası ve bir av bıçağı vardı. Bu kemer onun en göze çarpan şeyiydi. Onun toyluğunu -katıksız ve anlatılmaz toyluğunu gösteriyordu, iki adam da belli ki o civarlardan degildi ve hangi akla hizmet Kuzey'de bir maceraya atıldıkları anlaşılır gibi değildi. Buck pazarlık edildiğini duydu, adamla devlet görevlisi arasında para alışverişini gördü ve iskoç melezle posta katarı sürücülerinin de, tıpkı Perrault, Francois ve diğerlerinin gittiği gibi hayatından çıkıp gitmekte olduklarını anladı. Ekip arkadaşlarıyla beraber yeni sahiplerinin kampına götürüldüğünde Buck'ın gördüğü iş pasaklı ve baştan savmaydı. Çadır yarım yamalak kurulmuş, bulaşıklar yıkanmamıştı, her şey darmadağındı; bir de kadın vardı. Adamlar ona Mercedes diyordu. Charles'ın karısı ve HaPın kız kardeşiydi -tam bir aile saadeti. Buck onları cadın sökerken ve kızağı yüklerken kaygıyla ve dikkatle izledi. Çok çaba harcıyorlardı, ama işi bildiklerini belli eden bir sistemleri yoktu. Çadır rulo yapılmış, olması gerekenden üç kat daha büyük, devasa bir yığın haline getirilmişti. Teneke kap kaçak yıkanmadan toplanmıştı. Mercedes sürekli, akrabası olan adamlar gibi düzensizce ayak altında dolaşıyor, durmaksızın itiraz ediyor, nasihat veriyordu. Adamlar kızağın önüne giysilerle dolu bir çuval koyduklarında Mercedes önce bunun arka tarafa gitmesi gerektiğini söyledi; adamlar çuvalı arkaya yükleyince bu sefer de çuvalın üzerine birkaç parça eşya daha koydu, daha sonra sağda sola bulduğu birkaç öteberinin o çuvaldan başkasına giremeyeceğine karar verdi ve böylece çuval yeniden yere indirildi. Yandaki bir çadırdan çıkıp onları bir süredir izlemekte olan üç adam sırıtarak birbirine göz kırpıyordu.

"Bayağı yükünüz var anlaşılan," dedi adamlardan biri. "Gerçi bunu söylemek bana düşmez, ama sizin yerinizde olsam o çadırı yola götürmezdim."
"Hayatta olmaz!" diye bağırdı Mercedes, ellerini zarif bir şekilde üzüntüyle havaya kaldırarak. "Çadırsız nasıl yaparım? Mümkün değil!"
"ilkbahardayız, havalar soğumaz ki artık," diye cevap verdi adam.
Mercedes kararlılıkla başım iki yana salladı ve Charles ile Hal son eşyaları da dağ gibi yığının tepesine yükledi.
"Bunun gideceğini mi sanıyorsunuz?" diye sordu adamlardan biri.
"Niye gitmeyecekmiş?" diye kestirip attı Charles.
"Tamam tamam," dedi adam hemen uysalca. "Sadece merak etmiştim, hepsi o. Biraz fazla ağır görünmüştü de."
Charles sırtını döndü ve yükü bağladığı halatı becerebildiği kadar aşağı çekip sıkılaştırdı, ki esasen hiç de becerememişti.
"Tabii köpekler de bütün gün boyunca arkalarında bu dev gibi yükle yürür," diye onayladı ikinci adam.
"Elbette," dedi Hal buz gibi bir kibarlıkla, bir elinde dizginler, diğeriyle de kırbacı savuruyordu. "Deh!" diye bağırdı. "Hadi çekin!"
Köpekler göğüs kayışlarına asıldı, birkaç saniye var güçleriyle zorladılar, sonra gevşettiler. Kızağı yerinden oynatamıyorlardı.
"Tembel hayvanlar, şimdi gösteririm onlara günlerini!" diye bağırarak kırbacını köpeklere vurmak için kaldırdı.
Ama Mercedes ağlayarak araya girdi, "Ah Hal, bunu yapmamalısın," diyerek kırbacı yakalayıp, elinden çekip aldı. "Zavallı hayvanlar! Şimdi ya yolun devamında onlara kötü davranmaya-cağına söz verirsin, ya da surdan şuraya gitmem."
"Amma çok şey biliyorsun köpekler hakkında," diye küçümseyerek güldü ağabeyi. "Rahat bıraksana beni. Bunlar tembel diyorum sana, iş yapmaları için kırbaçlaman şart. Onlar bundan anlıyor, istediğine sor. Git o adamlardan birine sor."
Mercedes dönüp yalvarırcasına adamlara baktı, tatlı yüzünde, kötü bir şey görmüş ve karşı koyamamış gibi, bir hoşnutsuzluk okunuyordu.
Adamlardan biri cevap verdi, "Doğrusunu isterseniz, takatleri kalmamış. Yorgunluktan bitmişler, mesele bu. Molaya ihtiyaçları var."
"Molanın cam cehenneme," dedi Hal tüysüz dudaklarıyla. Mercedes bu küfrü duyunca acı ve üzüntüyle iç çekti.
Ne var ki, Mercedes ailesine fazlasıyla bağlı bir yaratıktı ve bir anda kardeşini savunmaya geçti. "Boş ver o adamı," dedi iğneli bir tavırla. "Köpeklerimizi süren sensin, sence en doğrusu neyse onu yap."
Bir kez daha Hal'ın kırbacı köpeklerin üzerine indi. Köpekler göğüs kayışlarına asıldılar, ayakları sert karı kazıdı, karın içine girdi ve tüm kuvvetleriyle itmeye çalıştılar. Kızak sanki demir atılmış gibi milim bile kıpırdamıyordu, iki kere denedikten sonra nefes nefese, sessizce durdular. Kırbaç vahşice saklıyordu, Mercedes yine araya girdi. Buck'ın önünde diz çöktü, gözleri yaşlarla doluydu, ellerini Buck'ın boynuna doladı.
"Ah zavallı hayvanlar sizi," diye bağırdı şefkatle. "Neden sıkı çekmiyorsunuz? O zaman kırbaçlanmazsınız." Buck ondan hoşlanmamıştı, ama şu anda ona karşı koyacak hali yoktu, Mercedes de onun için günlük sefil işinin bir parçasıydı. Ters bir şey söylememek için dişlerini sıkan izleyicilerden biri dayanamayıp konuştu.
"Size ne olacağı umurumda bile değil, ama köpeklerin hatırına söyleyeyim, bu kızağın buzunu kırarsanız onların işini çok daha kolaylaştırmış olursunuz. Kızağın ayakları donmuş. Ağırlığınızı sağa ve sola, öne doğru atın ve kızağın buzunu kırın."
Üçüncü kez denendi, ama bu sefer tavsiyeye uyarak Hal donup karla kaynaşmış kızak ayaklarının buzunu kırdı. Aşırı yüklü devasa kızak ileri gitmeye başladı, Buck ile arkadaşları kırbaç yağmurunun altında çılgınca mücadele ediyordu. Otuz metre kadar ileride yol kıvrılıp dik bir yokuşla ana caddeyle birleşiyordu. Kurşun kadar ağır olan kızağı ayakta tutabilmeyi ancak tecrübeli biri becerebilirdi, ama Hal böyle biri değildi. Dönemece geldiklerinde savruldular, kızak devrildi ve gevşek bağlanmış yükün yarısı yerlere döküldü. Köpekler durmadı bile. Hafiflemiş kızak da arkalarından yan yatmış halde gidiyordu. Köpekler kötü muamele ve insafsız yük nedeniyle kızgındı. Buck'ın tepesi atmıştı. Koşmaya başladı, ekip de peşi sıra, liderini takip ediyordu. Hal, "Hoo! Hoo!" diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu, ama köpekler oralı bile olmadı. Devrilmiş kızak Hal'ın üstünden geçti ve köpekler caddeye fırlayıp, Skagway'in neşesine neşe katarak, yükün geri kalanını da döke saça kentin en işlek caddesi boyunca koştular. iyi kalpli kentliler köpekleri yakaladı ve etrafa saçılmış eşyaları topladı. Tavsiyeler de verdiler. Dawson'i görmek istiyorlarsa yükü yarıya indirip köpeklerin sayısını iki katına çıkarmalarını söylediler. Hal, kız kardeşi ve kayınbiraderi isteksizce dinledi, sonra çadırlarım kurdular ve eşyalannı elden geçirdiler. Ortaya çıkan konserve yiyecekler herkesi güldürdü, çünkü Uzun Yol'da konserve yiyecek, hayallerde görülecek bir şeydi. "Battaniyeler otele yakışır," dedi kahkahalarla gülerek yardım eden adamlardan biri. "Bunların yarısı bile fazla, atın bunları. O çadırı da atın, şu tabak çanağı da. Hem kim yıkayacak ki bunları? Pulmanda mı gittiğinizi sanıyorsunuz siz Allahaşkına?"

Gereksiz eşyaların insafsızca atılması bu şekilde devam etti. Giysi valizleri yere fırlatılıp birer birer atılırken Mercedes bağıra çağıra ağladı. Hep ağlıyordu zaten, ama atılan her elbisesi için ayrıca bir kez daha ağladı. Ellerini dizine dolamış, dayanacak gücü kalmamış gibi ileri geri sallanıyordu. Bir düzine Charles gelse yerinden bir milim bile kıpırdamayacağım iddia ediyordu. Herkese ve her şeye yalvardı, en sonunda gözlerini silip, yolculukta yanlarında bulunması şart olan eşyaları bile atmaya koyuldu. O hızla kendi eşyalarını atmayı bitirdiğinde, eşiyle ağabeyinin eşyalarına da dalıp fırtına gibi içlerinden geçti.

Bu da bittikten sonra, yarıya indirilmiş haliyle bile, yükleri hâlâ dev gibi bir yığındı. Charles ile Hal akşam çıkıp altı Yabancı köpek satın aldılar, ilk ekipteki altı köpekle ve rekor yolculukta Rink Rapids'de alınan Eskimo köpekleri Teek ile Koona ile birlikte, ekip toplam on dört köpeğe çıkmıştı. Ama Kuzey'e ayak bastıklarından beri alışmış olmalarına rağmen Yabancı köpekler pek bir işe yaramıyordu. Üç tanesi kısa tüylü av köpeğiydi, bir tanesi Newfoundland cinsiydi, diğer ikisi de belirsiz bir cinsten melez köpeklerdi. Bu yeni gelenler hiçbir şey bilmiyor gibi görünüyordu. Buck ve yol arkadaşları onlara bıkkınlıkla baktılar ve Buck onlara yerlerini ve ne yapmamaları gerektiğini hızla öğ-retse de, ne yapmaları gerektiğini öğretmeyi başaramadı. Kızak çekmeyi sevmiyorlardı, iki melez hariç diğerleri, kendilerini aniden içinde buldukları yabancı ve vahşi ortam ile maruz kaldıkları kötü davranışlar nedeniyle şaşkındı ve şevkleri kırılmıştı, iki melezde zaten hiç şevk yoktu, onların kırılabilecek tek şeyleri kemikleriydi. iki bin beş yüz mil aralıksız yolculuk etmekten, yorgun düşmüş eski ekip, ümitsiz ve perişan haldeki yeni gelenlerle bir araya gelince, manzara hiç de iç açıcı değildi. Ama iki adam çok neşeliydi. Kendileriyle çok da gurur duyuyorlardı. On dört köpekle, bu işi havasıyla yapıyorlardı. Geçitte Dawson'a gelen veya Dawson'dan çıkan diğer kızakları görmüşlerdi, ama hiçbir kızakta böyle on dört köpek görmemişlerdi. Esasen Kuzey Kut-bu'ndaki yolculukların doğasında on dört köpeğin bir kızağı çekmemesinin bir nedeni vardı, bu neden de tek bir kızağın on dört köpeğin yiyeceğini taşıyamamasıydı. Ama Hal ile Charles bunu bilmiyordu. Yolculuğu ellerinde kurşunkalemle planlamışlardı, bir köpeğe şu kadar yiyecek, şu kadar köpek, şu kadar gün, tamam bitmişti. Mercedes de omuzlarının üstünden hesaba bakmış ve çok iyi anlamış gibi başını sallamıştı, her şey o kadar basitti ki.

Ertesi sabah geç saatlerde Buck caddede, uzun ekibin başında gidiyordu, içinde hiç canlılık yoktu, ne kendisinde ne de arkadaşlarında arzu ve istek vardı. Ölü gibi yorgun başlıyorlardı yola. Buck Salt Water'la Dawson arasındaki mesafeyi dört kez gitmişti, aynı yolu bir kez daha, bitkin ve yorgun gideceğini bilmek canını çok sıkıyordu. Canı çalışmak istemiyordu, hiçbir köpeğin canı istemiyordu. Yeni köpekler çekingendi ve korkmuşlardı, eskiler ise sahiplerine güvenmiyordu.

Buck belli belirsiz bu iki adam ve kadına güvenilmeyeceğim hissediyordu. Hiçbir şeyin yolunu yordamını bilmiyorlardı ve günler geçtikçe bunu öğrenmeyi de beceremedikleri onaya çıktı. Her işleri laçkaydı, düzen veya disiplinleri yoktu. Yarım yamalak bir kamp kurmak gecelerinin, o kampı toplayıp kızağı yüklemeleri de sabahlarının yarısını alıyordu. Üstelik kızağı öyle beceriksizce yüklemiş oluyorlardı ki, gün boyu ikide bir durup yükü yeniden düzeltmeleri gerekiyordu. Bazı günler on mil bile yol alamıyor, kimi günler yola bile çıkamıyorlardı. Ve bir gün bile köpek-yemek hesaplamaları yaparken başkalarının temel olarak aldığı mesafenin yarısından fazlasını kat edemediler. Eninde sonunda köpeklerin yiyeceği yetmeyecekti. Ama onlar ellerindeki yiyeceği bol keseden dağıtarak, öğünlerin daha küçük verileceği o günü daha da yaklaştırdılar. Kronik açlık nedir bilmediklerinden ufacık bir kırıntıyı bile sonuna kadar kullanmaya alışkın olmayan Yabancı köpeklerin iştahları korkunçtu. Bunun üzerine bir de bitkin Eskimo köpekleri kızağı takatsiz çekmeye başlayınca, Hal normal porsiyonların çok küçük olduğuna karar verdi ve onları iki katına çıkardı. Bu da yetmezmiş gibi, Mercedes güzel gözlerinde yaşlarla ve sesi titreyerek, Hal'ı köpeklere daha da fazla yemek vermesi için kandırmayı becere-meyince, yiyecek çuvallarından balık çalarak köpekleri gizlice beslemeye başladı. Ama Buck'a ve Eskimo köpeklerine gereken balık değil, molaydı. Daha yavaş gitmelerine rağmen, çektikleri ağır yük kuvvetlerini şiddetle tüketiyordu.

Ardından yiyecek kıtlığı geldi. Hal bir gün bir de baktı ki, köpeklerin yiyeceğinin yarısı gitmişti ve yolun daha sadece dörtte birini gidebilmişlerdi ve ne hatırla ne de parayla başka köpek yemeği bulunabilirdi. Böylece normal porsiyonu bile iyice kısarak her gün daha fazla yol kat etmeye çalıştı. Kız kardeşiyle kayınbiraderi de onu destekliyordu, ama yüklerinin ağırlığından ve kendi beceriksizliklerinden sinirlenmişlerdi. Köpeklere daha az yemek vermek sorun değildi, ama onların daha hızlı gitmelerini sağlamak imkânsızdı. Hem sabahları daha erken kalkıp yola koyulmayı becerememeleri de, daha uzun süre yolculuk etmelerini engelliyordu. Köpekleri nasıl çalıştıracaklarını bilmedikleri gibi, kendileri de nasıl çalışacaklarından bihaberdi. ilk giden Dub oldu. Habire yakalanıp cezalandırılan zavallı ahmak bir hırsız olmasına rağmen, güvenilir bir işçi de olmuştu. Burkulmuş omzu tedavi edilmediği, kendisi de hiç dinleneme-diği için durumu giderek kötüleşti ve sonunda Hal onu büyük Colt's tabancasıyla vurdu. Kuzey'de Yabancı köpeklerin Eskimo köpekleri kadar yemek verildiğinde açlıktan öldükleri söylenirdi. Buck'ın altındaki, Eskimo köpeklerinin bile yemeğinin yarısını alan altı Yabancı köpeğin de ölmekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu, ilk ölen Newfoundland cinsi köpekti, ardından üç tane kısa tüylü av köpeği gitti, iki melez köpek hayata daha sıkı sarılmıştı, ama sonunda onlar da öldü.

Bu sırada üç kişide Güney'in vermiş olduğu bütün hoş tavırlar ve nezaket yok olmuştu. Hiçbir cazibesi ve romantizmi kalmayan Kutup yolculuğu, onların erkeklik ve kadınlığı için fazla sert bir gerçeklik olmaya başlamıştı. Mercedes köpeklere ağlamayı kesti, zaten kendisine ağlamakla ve kocası ve kardeşiyle kavga etmekle fazlasıyla meşguldü. Kavga edemeyecek kadar yorgun oldukları görülmüyordu hiç. Asabiyetleri mutsuzluklarından doğmuş, onunla birlikte büyümüş, onu sollamış, çok ötesine geçmişti. Sıkı çalışan ve çok acı çeken, ama yumuşak ve nazik konuşan insanlara gelen o fevkalade yolculuk sabrı, bu iki adamla kadına uğramamıştı. Onlarda bu tür bir sabrın zerresi bile yoktu. Kaskatıydılar ve acı çekiyorlardı; kasları ağrıyor, kemikleri sızlıyordu. Bu yüzden sözleri de sivrileşmişti ve sabah uyandıkları andan gece yatıncaya kadar sadece ters laflar ediyorlardı.

Charles ile Hal, Mercedes'ten ne zaman fırsat bulsalar dalaşıyorlardı. Herkes payına düşenden daha fazla iş yaptığından emindi ve her biri bu inancını her fırsatta dile getiriyordu. Mercedes kimi zaman kocasının, kimi zaman kardeşinin yanındaydı. Bunun sonunda adamakıllı ve bitmek bilmeyen bir aile kavgası oluyordu. Kimin ateş için birkaç parça odun keseceğinden başlayan bir tartışma (sadece Charles ile Hal'ı ilgilendiren bir tartışmaydı) göz açıp kapayıncaya kadar ailenin geri kalanına sıçrıyor; babalar, anneler, amcalar, kuzenler, binlerce mil uzaklardaki insanlar, hatta ölmüşler bile işin içine giriyordu. Hal'ın sanat veya dayısının yazdığı türden tiyatro oyunlan hakkındaki görüşlerinin birkaç parça odun kesmekle ne ilgisinin olabileceği akıl alır gibi değildi, yine de kavga hem bu yönde, hem Char-les'ın politik önyargıları yönünde ilerliyordu. Bir Yukon ateşi yakmanın Charles'ın dedikoducu ve yalancı kız kardeşiyle ne alakası olabileceğini de tek bilen Mercedes'ti. Mercedes bu konuyla ilgili bin bir yorumda bulunup rahatlar, aklına gelmişken tatsız ve tuhaf bir biçimde eşinin ailesine özgü diğer huylarla ilgili de söylenip dururdu. Bütün bunlar olurken ateş hâlâ yakılmamış, kamp daha doğru düzgün kurulmamış, köpekler de aç kalmış oluyordu.

Mercedes'in sızlanmasına neden olan bir konu daha vardı -cinsiyeti. Güzeldi, tatlıydı ve hayatı boyunca el üstünde tutulmuştu. Ama kocasıyla kardeşinin ona hali hazırdaki davranışı, el üstünde tutmaktan başka her şeydi. Çaresiz olmayı âdet edinmişti. Adamlar ondan şikâyet ediyordu. Kendisine göre en önemli olan cinsiyet koşulu reddedildikçe ve suçlandıkça, o da adamların hayatını cehenneme çevirmeye başladı. Artık köpeklerle ilgilenmiyordu, her tarafının ağrıdığını ve yorgun olduğunu söyleyerek, kızağın üstünde oturarak gitmekte inat ediyordu, iyiydi, hoştu, ama tam altmış kilo çekiyordu -bitkin ve açlıktan kıvranan hayvanların çektiği yükü iyice dayanılmaz bir hale getirmişti. Günlerce bu şekilde kızağın üstünde gitti, en sonunda köpekler koşumların içinde yere yığıldılar ve kızak durdu. Charles ile Hal kızaktan inip yürümesi için ona yalvardılar, yakardılar, ayaklarına kapandılar. Bütün bunlar olurken Mercedes de ağlayıp sızlanıyor ve Tanrı'dan onların kabalıklarını cezalandırmasını diliyordu.

Bir seferinde onu kızaktan kaba kuvvetle indirdiler. Bunu bir daha asla yapmadılar, çünkü Mercedes şımarık bir çocuk gibi ayaklarını sürttükten sonra yol üzerine çöküp oturdu. Kızak yoluna devam etti, ama Mercedes yerinden kıpırdamadı. Üç mil gittikten sonra kızağın yükünü boşalttılar, Mercedes'i almak için geri döndüler ve yine kaba kuvvetle onu yeniden kızağın üstüne koydular.

Kendi sefaletlerinin büyüklüğünden, hayvanların çektiği acılara karşı hissizdiler. Hal'ın diğerleri üzerinde de uyguladığı teorisine göre, insan sertleşmeliydi. Bu teorisini kız kardeşine ve kayınbiraderine de aşılamaya çalıştı. Bunu başaramayınca teorisini sopayla köpeklerin kafasına kakmaya başladı. Five Fingers'da köpeklerin yiyeceği bitti ve dişsiz yaşlı bir Kızılderili kadın onlara, Hal'ın kalçasındaki büyük av bıçağının yanında duran Colt's tabanca karşılığında, birkaç kilo donmuş at derisi vermeyi teklif etti. Bu deri, yiyeceğin yerine pek geçecek gibi değildi, altı ay önce sığır yetiştiricilerinin açlıktan ölen atlarından yüzülmüştü. Donmuş haliyle daha çok galvanize demir şeritlere benziyor ve köpekler bunu midesine indirdiğinde, ince ve gıdasız deri tellere ve mide bulandırıcı ve hazmedilemeyen kısa kıllar yumağına dönüşüyordu.

Buck ekibinin başında, bütün bunların içinden tıpkı bir kâbustaymış gibi, topallayarak geçiyordu. Çekebildiği zaman kızağı çekiyordu, daha fazla çekemediğinde yere düşüyor, kırbaç veya sopa darbeleriyle zar zor ayağa kalkıyordu. O güzel kürkün-deki bütün canlılık ve parıltı gitmişti. Tüyleri porsumuş ve kirlenip sarkmış, Hal'ın sopasının onu morarttığı yerlerde kurumuş kanlarla lekelenmişti. Kasları eriyip düğümlü şeritlere dönüşmüş, ederi kaybolmuştu, iskeletindeki her kaburga ve kemik, boşlukta kırışan gevşek postta açıkça belli oluyordu, insanın içini burkan bir görüntüydü, ama Buck'ın içi burkulmazdı. Kırmızı kazaklı adam bunu kanıtlamıştı.

Buck nasılsa, arkadaşları da aynı durumdaydı. Ortalıkta dolaşan birer iskelettiler. Buck da dahil olmak üzere, toplam yedi köpektiler. Büyük sefaletlerinde, kırbaç veya sopa darbelerine duyarsızlaşmalardı. Sopayla vurulunca gelen acı sönük ve uzaktı, tıpkı gözlerinin gördüğü ve kulaklarının işittiği şeylerin sönük ve uzak olması gibi. Yarı canlı, hatta çeyrek canlı bile sayılmazlardı. Yaşam kıvılcımlarının içinde zayıfça titreştiği kemik torbalarından başka bir şey değillerdi. Ne zaman mola verilse ölü gibi koşumlarının içinde yere yığılıyorlardı, yaşam kıvılcımları bile kararıp soluyor, sönmeye yüz tutuyordu. Ardından sopa veya kırbaç üzerlerine inmeye başlayınca, kıvılcım zayıfça yemden titremeye başlıyor ve titreyerek yürümeye devam ediyorlardı.

Günün birinde iyi kalpli Billee düştü ve kalkamadı. Hal tabancasını satmıştı, o nedenle baltayı alıp koşumların içinde yatan Billee'nin kafasına indirdi, daha sonra koşumlarını keserek cesedi çıkarıp kenara sürükledi. Buck da arkadaşları da bunu gördü, bunun onların başına da çok yakında geleceğini biliyorlardı. Ertesi gün Koona öldü ve sadece beş köpek kaldılar: Joe kötü hallerini çoktan geride bırakmıştı; Pike kötürüm, topal ve sadece yarı bilinçli haldeydi ve artık hasta numarası yapacak hali kalmamıştı; Sol-leks tek gözüyle, hâlâ kızak çekme işine sadık ve kızağı çekmek için çok az kuvveti kaldığından keyifsizdi; Te-ek, o kış o kadar uzağa yolculuk etmemişti ve şimdi en yeni köpek olarak kaldığı için daha çok sopa yiyordu; ve Buck, hâlâ ekibin başında, ama artık ekibi disipline sokmuyor, sokmaya da çalışmıyordu, günün yarısında bitkinlikten gözü hiçbir şeyi görmez haldeydi. Yola bile ancak onu hayal meyal görerek, ayaklarıyla belli belirsiz hissederek devam edebiliyordu.

Nefis bir bahar havası vardı, ama ne köpekler, ne de insanlar bunun farkındaydı. Güneş her gün biraz daha erken doğuyor ve biraz daha geç batıyordu. Sabahın üçünde şafak söküyor, akşam saat dokuza kadar da alacakaranlık sürüyordu. Uzun gündüz saatleri, pırıl pırıl güneş ışığıyla dopdoluydu. Ürpertici kış sessizliği, yerini uyanmakta olan yaşamın büyük ilkbahar mırıltılarına bırakmıştı. Dört bir yanlarından gelen bu mırıltılar yaşam sevinciyle dopdoluydu. Bu ses yaşayan ve yeniden hareket eden, ölü gibi kalmış ve uzun kış ayları boyunca yerinden kıpırdamamış şeylerden geliyordu. Çamların içinde özsular yürüyordu. Söğütler ve kavaklar genç filizler veriyor, çalılar ve sarmaşıklar taptaze ve yemyeşil giysilerini giyiyordu. Geceleri cırcırböcekleri ötüyor, gündüzleri her türlü sürüngen güneşe doğru fırlıyordu. Keklikler ve ağaçkakanlar ormanda uğuldayıp takırdıyorlardı. Sincaplar sohbet ediyor, kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, başlarının üzerinde ise, gökyüzünü ikiye bölermiş gibi sırayla uçarak güneyden gelen yaban kazları bağrışıyordu.

Her tepenin eteklerinden akan suyun damlama sesleri, görünmeyen pınarların şırıltısı geliyordu. Her şey açılıyor, bükülüyor, çatırdıyordu. Yukon, kendisini bastırıp kısıtlayan buzu kırarak özgürlüğüne kavuşmaya çalışıyordu. Alttan Yukon, üstten güneş, birlikte buzu eritiyorlardı. Buzda hava delikleri oluşuyor, yarıklar ortaya çıkıp açılıyor, buzun ince kısımları büyük parçalar halinde suya düşüyordu. Ve uyanan yaşamın tüm bu açılışının, yırtılışının ve çarpıntısının ortasında, pırıl pırıl parlayan güneşin altında ve yumuşacık esen meltemlerin arasında, iki adam, bir kadın ve Eskimo köpekleri, ölüm yolcuları gibi sendeleyerek ilerliyordu.

Düşen köpekler, ağlayarak kızak süren Mercedes, durmadan küfürler savuran Hal ve dalgın gözleri sulanan Charles ile birlikte, Beyaz Nehir'in ağzında bulunan John Thornton'ın kamp yerine düşe kalka girdiler. Durdukları anda köpeklerin hepsi vurulup ölmüş gibi yere yığıldı. Mercedes gözlerini kurulayarak John Thornton'a baktı. Charles dinlenmek için bir kütüğün üstüne oturdu. Kaskatı kesildiğinden çok yavaş ve zorlukla oturmuştu. Konuşma işini Hal üstlendi. John Thornton huş ağacı gövdesinden yontmuş olduğu balta sapına son şeklim vermekteydi. Yontarken bir yandan onları dinledi, sorularına tek heceli cevaplar verdi ve sorulursa tavsiyede bulundu. Bu cins insanları iyi bilirdi ve verdiği tavsiyelerin dinlenmeyeceğinden kesinlikle emindi.

"Bize yukarıda dediler ki, yolun dibi çöküyormuş ve yapacağımız en iyi şey yatıp dinlenmekmiş," dedi Hal, Thornton'ın iyice incelmiş buzun üzerinde şanslarını zorlamamaları yönündeki tavsiyesine cevap olarak. "Bize Beyaz Nehir'e kadar gidemezsiniz, de demişlerdi, ama geldik işte." Bu son cümlede, alaycı bir zafer tınısı seziliyordu.

"Doğru demişler," diye cevapladı John Thornton. "Buzun dibi her an çökebilir. Sadece budalalar, budala şansıyla onu geçmeyi başarabilir. Size açık açık söyleyeyim, bana Alaska'nın bütün altınlarını dahi verseler, o buzun üzerinde postumu tehlikeye atmam."

"Çünkü sen budala değilsin, sanırım," dedi Hal. "Neyse fark etmez, biz Dawson'a gidiyoruz." Kırbacını açtı. "Kalk ayağa, Buck! Hey! Kalk dedim sana! Çek hadi!"
Thornton bıçakla elindeki sapı yontmaya devam etti. Bir budalayla yapacağı budalalıkların arasına girmenin hiçbir işe yaramayacağını biliyordu. Hem iki üç budalanın eksik ya da fazla olması bir şey değiştirmezdi.

Ama ekip emre uyup kalkmadı. Onları ayaklandırmak için kırbacın gerektiği aşamaya çoktan varmışlardı. Kırbaç acımasız görevini yerine getirmek'için her taraflarında saklıyordu. John Thornton bir şey söylememek için dudaklarını ısırdı, ilk sürünerek kalkan Sol-leks oldu. Ardından Teek kalktı. Ve acıyla havlayarak Joe ayaklandı. Pike acıyla çaba harcıyordu. Tam iki kere yarı kalkmışken yine düştü, üçüncüde ayağa kalkmayı başardı. Buck çaba harcamadı. Düştüğü yerde sessizce yatıyordu. Kırbaç tekrar tekrar üstüne indi, ama Buck ne sızlandı, ne de karşılık verdi. Thornton defalarca bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, sonra vazgeçti. Gözlerini bir nem kapladı ve kırbaçlama devam ederken, ayağa kalkıp kararsızca bir ileri bir geri yürümeye başladı. ilk kez Buck iş yapmıyordu, bu da Hal'ı öfkeden kudurtmak için yeterli bir sebepti. Kırbacı bırakıp eline sopayı aldı. Buck üstüne şimdi daha da ağır inen darbe yağmuru altında, kalkmayı reddediyordu. O da istese arkadaşları gibi zar zor ayağa kalkabilirdi ama, onlardan farklı olarak, kalkmamaya karar vermişti. Yaklaşan ölümü hayal meyal hissedebiliyordu. Bunu nehir kıyısına vardıklarında da kuwetle hissetmiş, bu histen bir daha kurtulamamıştı. Ayaklarının altında gün boyu hissettiği ince ve çürük buzdan sonra, sahibinin onu sürmeye çalıştığı önlerindeki buzda, felaketin çok yaklaştığını hisseder gibiydi. Yerinden kıpırdamayı reddetti. Öyle çok acı çekmiş ve bunları öylesine aşmıştı ki, sopalar canını fazla acıtmıyordu artık. Darbeler üzerine inmeye devam ederken içindeki yaşam kıvılcımı titredi ve iyice küçüldü. Neredeyse sönecekti. Kendisini tuhaf bir şekilde uyuşmuş hissediyordu. Çok uzak bir mesafeden, dövüldüğünü biliyordu. Son acı hisleri de gitti. Artık hiçbir şey hissetmiyordu, ama sopanın vücuduna değişini hafifçe duyabiliyordu. Ama artık vücudu kendisine ait değildi, öylesine uzak görünüyordu ki...

Aniden, uyarıda bulunmadan, anlaşılmayan ve daha çok bir hayvanınkini andıran bir haykırışla John Thornton, sopayı indirip duran adamın üstüne atladı. Hal, bir ağaç üzerine düşmüş gibi geri savruldu. Mercedes bir çığlık attı. Charles düşünceli düşünceli baktı, sulu gözlerini ovuşturdu, ama kaskatı kesilmiş olduğundan ayağa kalkmadı.

John Thornton Buck'ın başında durdu, kendini kontrol etmek için büyük bir mücadele veriyor, öfkeden konuşamıyordu.
"Bu köpeğe bir daha vurursan, seni öldürürüm," diyebildi en sonunda boğuk bir sesle.
"O benim köpeğim," diye cevap verdi Hal, ağzındaki kanı silip ayağa kalkarken. "Çekil yolumdan, yoksa gebertirim seni. Ben Dawson'a gidiyorum."
Thornton onunla Buck arasında duruyor, yolundan çekilmeye hiç niyeti olmadığını açıkça gösteriyordu. Hal uzun av bıçağım çekti. Mercedes çığlık atıyor, ağlıyor, gülüyor, karmaşık isterik tepkiler veriyordu. Thornton baltanın sapıyla Hal'ın parmaklarına vurdu ve bıçak yere düştü. Hal bıçağı almaya çalışırken parmaklarına bir daha vurdu. Sonra eğilip bıçağı aldı ve iki harekette Buck'ın koşumlarını kesti.

Hal'ın dövüşecek hali kalmamıştı. Zaten elleri, daha doğrusu kolları kız kardeşiyle doluydu; öte yandan, Buck da ölmek üzere olduğundan kızağı çekemezdi. Birkaç dakika sonra kıyıdan uzaklaşarak aşağıya nehre doğru ilerlemeye başladılar. Buck onların gittiğini duyarak, izlemek için kafasını kaldırdı. Pike önde gidiyordu, Sol-leks tekerlekteydi, aralarında Joe ile Teek vardı. Hepsi de topallıyor ve sendeliyordu. Yüklü kızağı Mercedes sürüyordu. Hal kızağa yön veriyor, Charles da arkalarından sendeleyerek geliyordu.

Buck onları izlerken, Thornton yanına diz çöktü ve sert, şefkatli elleriyle kırık kemik olup olmadığına baktı. Bir sürü yara bere ve korkunç bir açlık haricinde hiçbir şey olmadığını anladığı sırada, kızak çeyrek mil ötedeydi. Köpek ve adam kızağın buzun üstünde sürünerek gidişini izlediler. Birden kızağın arka ucu, tıpkı bir çukura girer gibi dibe düştü ve ona sıkıca tutunmuş Halle birlikte öne doğru havaya savruldu. Charles dönüp geri koşmak için bir adım attı, ama buz parçası olduğu gibi yarıldı ve köpeklerle insanlar ortadan kayboldu. Görülen sadece dipsiz bir delikti. Yolun dibi çökmüştü.
John Thornton ile Buck birbirine baktılar.
"Zavallı şeytan seni," dedi John Thornton ve Buck onun elini yaladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder