Sosyalistlerin bir bölümü 12 Eylül 2010 referandumuna ilişkin biricik devrimci politikanın ‘Boykot’ olduğunu savunuyor, ‘Boykot’ tavrını benimsemeyenleri ‘düzen içilikle’ suçluyor. Bu tavra ilişkin gerekçelendirmelerde, ‘Boykot’çular açısından zamanın ve mekanın ya da bir başka deyişle diyalektik metodun pek bir öneminin bulunmadığı, adeta her zamana ve her mekana uyan bir ‘devrimci şablon’ bulduklarını zannettikleri görülüyor.
Bu açıdan, Lenin’in, boykot tavrını farklı dönemlerde başarılı biçimde uygulamış olan Bolşeviklerin Rus devrimi deneyimleri ışığında yazdığı Boykota Karşı makalesini yeniden çevirerek okura sunmayı anlamlı bulduk. Aşağıda makalenin I., II. ve III. bölümleri yer almaktadır. Geri kalan dört bölüm de önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. Sendika.Org
Sosyal-Demokrat Bir Yayımcının Notları
Sosyalist devrimcilerin çoğunluğu belirlediği son Öğretmenler Kongresi’nde, Üçüncü Duma’nın boykot edilmesine ilişkin bir karar kabul edildi. Karar Sosyalist Devrimci Parti’nin şöhretli temsilcilerinin de doğrudan katılımı ile alındı. Sosyal-Demokrat öğretmenler ve RSDLP’nin temsilcileri ise, böyle bir kararın ancak bir parti kongresi ya da konferansı tarafından alınabileceği, parti olmayan bir mesleki ve siyasi örgütün karar alamayacağı düşüncesi ile oy vermekten imtina ettiler.
Böylece, Üçüncü Duma’nın boykot edilmesi meselesi, devrimci taktiğin güncel meselesi olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Her ne kadar resmi bir parti kararı ya da üyelerinin kaleme aldığı bir metin bulunmasa da, temsilcilerinin kongredeki söylevlerine bakılarak, Devrimci Sosyalist Parti’nin bu mesele hakkında karara vardığı görülmektedir. Sosyal Demokratlar açısından ise mesele yeni ortaya çıkmış ve üzerinde tartışılmaktadır.
Sosyalist Devrimciler, kararlarını desteklerken hangi gerekçelere dayanıyorlar? Öğretmenler Kongresi kararı, esasen, Üçüncü Duma’nın tümüyle yararsızlığından, hükümetin 3 Haziran darbesini de ortaya çıkaran gerici ve karşıdevrimci niteliğinden, yeni seçim yasasının mülk sahiplerinin lehine olduğundan vs. vs.’den söz ediyor.[1] Mesele, sanki Üçüncü Duma’nın gerici-ötesi niteliği, boykot gibi bir mücadeleyi ya da şiarı kendiliğinden zorunlu kılıp, meşrulaştırıyormuş gibi sunuluyor. Boykotun uygulanabilirliğinin tarihsel koşullarını değerlendirme çabası içermeyen böylesi bir iddianın yersizliği, herhangi bir Sosyal-Demokrat açısından kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Marksist duruşu olan Sosyal-Demokrat, boykota ilişkin son kararını, birisinin ya da bir kurumun gericiliğinin derecesine bakarak değil, Rus devrimi deneyiminin de göstermiş olduğu gibi, belli bir mücadele yöntemi olan boykotun uygulanmasına olanak tanıyan özel koşulların varlığına bakarak verir. Eğer birisi, devrimimizin iki yıllık deneyimini göz önüne almadan, bu deneyimi öğrenmeden, boykotu tartışacak olursa, ona, hiçbir şey öğrenememiş olduğunu ve pek çok şeyi de unuttuğunu söyleriz. Boykot meselesini ele alırken işe, bu deneyimi çözümleme çabası ile başlamalıyız.
I.
Devrimimizin boykotun kullanılmasına ilişkin en önemli deneyimi, hiç kuşku yok ki, Bulygin Duması’nın boykotudur. Ayrıca bu boykot, tam ve kesin bir başarı ile de taçlanmıştır. Bu nedenle, ilk görevimiz, Bulygin Duması boykotunun gerçekleştirildiği tarihsel koşulları dikkatle gözden geçirmek olmalıdır.
Bu meseleyi ele alırken, karşımıza iki unsur çıkar: Birincisi, Bulygin Duması boykotu, devrimimizin, (geçici bir süreliğine de olsa) monarşist nitelikli bir anayasa yoluna girmesinin engellenmesi kavgasıdır. İkincisi, bu boykot, kapsamlı, evrensel, güçlü ve hızla yükselen devrim koşullarında gerçekleştirilmiştir.
Şimdi ilk unsuru gözden geçirelim. Her bir boykot, verili kurumsal çerçeve içerisinde değil, aksine o kurumun ortaya çıkışına, daha geniş söylemek gerekirse, etkin hale gelmesine karşı bir mücadeledir. Bu nedenle, boykota, bir Marksist için temsil kurumlarının kullanımının gerekli olduğu gerekçesiyle genel olarak karşı çıkan Plehanov ya da pek çok diğer Menşevik gibileri, yalnızca anlamsız bir doktrinerliği ifade etmektedirler. Konuyu böyle tartışmak, apaçık gerçekleri tekrar ederek, asıl meseleden kaçmaktır. Elbette ki bir Marksist temsil kurumlarını kullanmalıdır. Ancak bu, belli koşullar altında, bir Marksist’in verili kurumsal çerçeve içinde kalmaksızın, o kurumun ortaya çıkışına karşı mücadele edemeyeceği anlamına da gelir mi? Hayır gelmez. Çünkü bu genel kabul ancak, bir kurumun ortaya çıkışının engellenmesine yönelik mücadele için hiçbir çıkar yol bulunmadığı durumlar için geçerlidir. Boykot kesinlikle ihtilaflı bir meseledir zira bu tür kurumların ortaya çıkışının engellenmesine yönelik mücadele için başka bir yol olup olmadığına ilişkindir. Plehanov ve şürekâsı, boykot karşısındaki tutumları ile meselenin neye ilişkin olduğunu anlayamadıklarını göstermektedirler.
Her bir boykot, verili bir kurumsal çerçeve içerisinde kalmaksızın, onun ortaya çıkışının engellenmesine yönelik bir mücadele ise, Bulygin Duması boykotu, her şey bir yana, monarşist anayasal kurumlar düzeninin ortaya çıkışının önlenmesinin mücadelesidir. 1905 yılı, genel grevler (9 Ocak sonrasındaki grev dalgası) ve isyanlar (Potemkin) şeklindeki kitle mücadelesinin olanaklılığını apaçık göstermiştir. Bu nedenle, kitlelerin doğrudan devrimci mücadelesi, gerçektir. Öte yandan, bir başka gerçek, hareketi (kelimenin en doğrudan ve dar ifadesi ile) devrimci yolundan saptırıp, monarşist anayasa yoluna sokmaya çalışan, 6 Ağustos yasasıydı. Bu iki ayrı yolun çatışması, nesnel olarak kaçınılmazdı. Âdeta, devrimin mevcut durumdaki gelişimi için bir yol seçimi söz konusu idi. Şu ya da bu grubun iradesi ile değil, elbette, devrimci ve karşıdevrimci sınıfların göreli gücü ile belirlenecek bir seçim… Bu güç, ancak bir mücadele ile sınanıp, ölçülebilirdi. O nedenle, Bulygin Duması’nı boykot çağrısı, monarşist-anayasal tercihin karşısında, doğrudan devrimci mücadele için mücadele şiarı idi. Elbette, ilki tercih edilerek de mücadele etmek mümkündü. Mümkünün ötesinde kaçınılmazdı. Monarşist anayasa temelinde dahi, devrimi sürdürmek ve yeni kabarmalar için hazırlanmak mümkündü. Monarşist anayasa temelinde dahi Sosyal-Demokratlar için mücadeleyi sürdürmek mümkün ve zorunlu idi. Axelrod ve Plehanov’un 1905’te sıkı ve saçma bir şekilde kanıtlamaya çalıştıkları, herkesçe bilinen bu gerçek, doğruluğunu korumaktadır. Ancak tarihin önümüze koyduğu mesele farklı idi: Axelrod ve Plehanov, “konu dışı” tartışmakta idiler. Bir başka deyişle, Alman Sosyal Demokrat ders kitabının son baskısındaki bir meseleden bahisle, çatışan güçlerin ortaya çıkardığı meseleyi konuşmaktan yan çizdiler. Yakın gelecekte ortaya çıkacak olan, mücadele yolunun tercih edilmesi için mücadele etme gerekliliği tarihsel olarak kaçınılmazdı. Seçenekler şunlardı: Ya eski otorite, Rusya’nın ilk temsil kurumunu toplayacak ve ona uyan devrim, bir süreliğine (belki kısa, belki gerçekten uzun bir süre) monarşist anayasal yola sapacaktı ya da halk, devrimin monarşist anayasal yola sapmasını engelleyip, kitlelerin doğrudan devrimci mücadele yolunu (yine az çok uzun bir süreliğine) muhafaza ederek, eski rejimi silip süpürmek –en kötü ihtimalle onu sallamak- üzere doğrudan saldırıya geçecekti. 1905 sonbaharında, Rusya devrimci sınıflarının karşı karşıya olduğu, ancak Axelrod ile Plehanov’un o sırada fark edemedikleri tarihsel sorun bu idi. Sosyal-Demokratlar’ın aktif boykot savunusu, meseleyi ateşlemenin bir yolu idi. Proletarya partisinin bilinçle yükselteceği bir yol; mücadele yolunun tercih edilmesini sağlama mücadelesi şiarı…
Aktif boykotu savunan Bolşevikler, tarihin önümüze koyduğu meseleyi nesnel olarak yorumladılar. 1905 Ekim-Aralık mücadelesi, gerçekten mücadele hattı tercihine ilişkin bir mücadele idi. Bu mücadele verilirken, şans da söz konusuydu: Devrimci halk, devrimi monarşist anayasal çizgiden çevirerek, liberal-jandarma temsil kurumları yerine saf devrimci türden temsil kurumlarını -İşçi Sovyetleri Temsilcileri vb. gibi- inşa etme fırsatı verecek şekilde, hâkimiyeti, hemen başta elde etmişti. Ekim-Aralık süreci, özgürlüğün, kitlelerin bağımsız etkinliğinin en üst düzeyde olduğu, monarşist anayasal kurumlardan temizlenmiş bir zemin üzerinde işçi hareketlerinin en yüksek hız ve genişliğe ulaştığı, eski rejimin hali hazırda zayıflatıldığı ancak halkın yeni devrimci iktidarının –İşçi, Köylü ve Asker Sovyetleri Temsilcileri vb. gibi-, henüz onu tümüyle değiştirmeye de yeterli olmadığı “hükümdarsız” dönemde, halk kalkışmasının yasa ve yasaklarının uygulandığı bir süreçti. Aralık mücadelesi meseleyi farklı bir yöne taşıdı: Eski rejim, halkın saldırısını, onun mevzilerini ele geçirerek püskürttü. Ancak elbette, o esnada, bu kesin zaferi gözden geçirmenin yeterli zemini yoktu. 1905 Aralık kalkışması, 1906 yazındaki, tek tük ve parçalı ayaklanma ve grevlerle sürdü. Witte Duması’nı boykot çağrısı, bu kalkışmaların yoğunlaştırılıp, genelleştirilmesi çağrısı idi.
Böylece, Rus Devrimi deneyiminin Bulygin Duması boykotu çözümlemesinden çıkartılması gereken ilk sonuç, tarihin, nesnel olarak boykot görünümü altında, şu sorunları gündeme getirdiğidir: Acilen bir ilerleme hattı belirleme mücadelesi, Rusya’nın ilk temsilciler meclisinin toplanması çağrısını eski otoritenin mi yeni oluşturulan halk iktidarının mı yapacağı mücadelesi, doğrudan devrimci bir hat ya da (bir süreliğine) monarşist anayasal bir hat mücadelesi…
Bu cümleden olmak üzere, literatürde boykot şiarının basitliği, açıklığı ve “doğrudanlığı” meselesi, düz mü yoksa dolambaçlı bir ilerleme hattı mı sorusu ile birlikte sık sık, hele söz konusu tartışma yaşanırken daima, gündeme gelir. Halkın, eski rejimi doğrudan alaşağı etmesi; olmadı, zayıflatıp altını oymak suretiyle yeni hükümet kurumlarını oluşturması hiç kuşku yok ki, en doğrudan ve halkın çıkarına olan yoldur. Ancak aynı zamanda en yüksek düzeyde güç gerektiren yoldur. Karşı konulmaz üstünlükte bir güce sahip olunduğunda, cepheden yapılacak bir saldırı ile kazanmak mümkündür. Bu üstünlüğe sahip olunmadığında ise, hiç hareket etmemek ya da yılankavi ilerlemek, hatta geri çekilmek vs. gibi daha dolaylı yollara başvurmak gerekir. Elbette monarşist anayasal çizgi, hiçbir şekilde bu çizgi aracılığıyla daha dolaylı bir şekilde hazırlanıp geliştirilen devrim fikrinin dışlanması anlamına gelmez. Ancak bu yol daha uzun ve dolambaçlı bir yoldur.
Özellikle 1905 (Ekimi’ne kadarki) Menşevik literatürü, Bolşeviklerin bağnazlığı iddiaları ve tarihin dolambaçlı yollarını da göz önüne almaları gerektiği tembihleri ile doludur. Bu özellikteki Menşevik metinlerinde, bize atların yulaf yediğini ve Volga Nehri’nin Hazar Denizi’ne döküldüğünü söyleyen farklı bir tür muhakeme modeli görürüz. Bu muhakeme modelinde, tartışılmaz gerçekler tekrarlanarak, meselenin tartışmaya açık özü gizlenmektedir. Tarihin dolambaçlı bir yol izlediği ve bir Marksist’in en karmaşık ve garip dolambaçlara dahi hazır olması gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Fakat bu gerçeği yineleyip durmanın, tarih birbiriyle rekabet halindeki güçleri doğrudan ya da dolambaçlı bir yol tercihi ile karşı karşıya bıraktığında, bir Marksist’in ne yapması gerektiği sorusu ile hiçbir ilgisi yoktur. Her şeyin olup bittiği böylesi anlarda ya da dönemlerde meseleyi kaçırıp, tarihin dolambaçlı seyrini ileri sürmek, “susturucudaki adam” gibi davranmak ve atların yulaf yedikleri gerçeğine dalıp gitmektir. Öyle ki, devrimci süreçler, çatışan toplumsal güçlerin çarpıştıkları, ülkenin görece çok uzun bir süre takip edeceği doğrudan ya da dolambaçlı bir yöntemi tercih edip etmeyeceği sorununa karar verilen, görece kısa bir zaman aralığını kapsayan tarihsel süreçlerdir. Dolambaçlı yolları hesaba katma gereği, Marksistler’in kitlelere, tarihin en kritik anlarında doğrudan yolun tercih edilmesi gerektiğini anlatabilecek durumda olmaları, kitlelere doğrudan yolun tercih edilmesi mücadelesi sırasında yardımcı olmaları, mücadele çağrılarını yükseltmeleri vb. gerçeğini zerre kadar ortadan kaldırmaz. Ve, doğrudan yolun yerine dolambaçlı yolun tercih edilmesiyle sonuçlanan kritik tarihsel mücadele sona erdiğinde, yalnızca iflah olmaz cahillerle en kalın kafalı ukalalar, doğrudan yolun tercih edilmesi için sonuna kadar direnenlere istihzayla dudak bükerler. Aynı, Treitsche benzeri polis kafalı Alman resmi tarihçilerinin 1848’de Marx’ın doğrudan devrim çağrısı ve devrim şiarı karşısında dudak büktükleri gibi…
Marksizm’in tarihin dolambaçlı yolu karşısındaki tutumu, uzlaşma karşısındaki tutumu ile aynıdır. Tarihte yaşanan her bir zikzak, yeniyi tümüyle yadsıyabilecek güce artık sahip olmayan eski ile eskiyi tamamen yere çalacak güce sahip olmayan yeni arasındaki bir uzlaşmadır. Marksizm, uzlaşmaların hepsini reddetmez. Marksizm, bunları kullanmak gerekliliğini dikkate alır ancak bu, yaşayan ve işleyen bir tarihsel güç olarak Marksizm’i, uzlaşmalara karşı tüm gücüyle mücadele etmekten zerre alıkoymaz. Çelişki gibi görünen bu durumu anlamamak, Marksizm’in temellerini hiç bilmemektir.
Bir keresinde Engels, Komün’ün (1874)[2] Blankist mültecilerinin manifestosu üzerine yazdığı bir makalede, uzlaşma karşısındaki Marksist tutumu, sert, net ve özlü bir şekilde vurgulamıştı. Blankistler, manifestolarında, her ne olursa olsun hiçbir uzlaşmayı kabul etmediklerini yazmaktaydılar. Engels, bu manifestoyu gülünç buluyordu. Ona göre mesele, koşulların bizi mahkum ettiği (ya da koşulların bizi “mecbur ettiği”- Özgün metnin kendisine bakma olanağı olmadan, aklımda kaldığı kadarıyla alıntılamak zorunda olduğum için okuyucudan af diliyorum) uzlaşmaları reddetme meselesi değildi. Mesele, proletaryanın hakiki devrimci hedeflerini açık seçik bir şekilde gerçekleştirmek ve bunu her hal ve koşulda, her türden zikzaklar ve uzlaşmalarla becerebilmektir.
Kitlelere yönelik bir şiar olarak boykotun basitliğine, doğrudanlığına ve açıklığına ancak bu açıdan bakarak kıymet verebiliriz. Boykot şiarının bu faziletleri, kendinden menkul değildir. Yalnızca şiarın kullanıldığı somut nesnel durumda doğrudan mı, dolambaçlı ilerleme yolunun mu tercih edileceğine ilişkin mücadelenin verileceği koşullarda bir anlam ifade eder. Bulygin Duması döneminde bu şiar doğru ve işçi sınıfı partisinin tek devrim sloganı idi. Bunun nedeni en basit, en dobra, en net şiar olması değil, dönemin tarihsel koşulları işçi sınıfı partisinin önüne, dolambaçlı monarşist anayasa seçeneğine karşı basit ve doğrudan mücadele görevini koymasıydı.
Soru şudur; bu özel tarihsel koşulların günümüzde bulunup bulunmadığına hükmetmemizi sağlayacak ölçütler nelerdir? Somut nesnel koşullarda, basit, dobra ve net bir şiarı yalnızca bir ifade olmaktan çıkarıp, gerçek mücadeleye en uygun şiar haline getiren ayırt edici nitelik nedir? Şimdi bu soruyu ele almalıyız.
II.
(En azından doğrudan ve yakın formuyla) çoktan sona ermiş bir mücadeleye bakıldığında en kolayı, dönemin farklı, çelişkili belirti ve emarelerinin genel sonuçlarını değerlendirmektir. Mücadelenin sonu, her şeyi derhal durultur ve her türlü kuşkuyu açıklığa kavuşturur. Ancak şimdi yapılması gereken, tarihsel deneyimin derslerini Üçüncü Duma’ya uygulamak istediğimize göre, durumun koşullarının mücadele öncesinde değerlendirilebilmesine yardımcı olacak bu belirtilerin neler olduğunu tespit etmektir. Yukarıda 1905 boykotunun başarıya ulaşmasını sağlayan koşulların, devrimin kapsamlı, evrensel, güçlü ve hızlı ilerlemesi olduğunu belirtmiştik. Şimdi ilk olarak, devrimin özellikle güçlü ilerleyişinin boykota nasıl dayandığını, ardından ikinci olarak, özellikle güçlü bir ilerlemenin karakteristik ve ayırt edici özelliklerinin neler olduğunu ele almalıyız.
Daha evvel de belirttiğimiz üzere, boykot, belli bir verili kurumsal çerçeve içerisinde kalınarak değil, aksine o kurumsal çerçevenin varlığına karşı verilen bir mücadeledir. Verili kurumlar ise ancak hali hazırda mevcut olandan, eşdeyişle eski rejimden hâsıl olurlar. Sonuç olarak, boykot, eski rejimi doğrudan alaşağı etme mücadelesinin ya da en azından, yani taarruz onu alaşağı edecek kadar güçlü olmadığında, söz konusu kurumu oluşturamayacak ya da işletemeyecek kadar zayıflatmanın aracıdır.[3] Nihayetinde, boykotun başarılı olabilmesi için, eski rejim karşısında doğrudan bir mücadele, eski rejime bir başkaldırı ve kitlelerin pek çok durumda eski rejimle uyumsuzluğu (bu türden bir uyumsuzluk, bir başkaldırı hazırlığının koşullarındandır) şarttır. Boykot, eski rejimi tanımayı reddetmektir. Elbette lafta kalan bir red değil; gerçek bir red… Gerçek red ifadesini, örgütlerin feryatlarında ya da sloganlarında değil, eski rejimin yasalarına sistematik olarak karşı gelen, sistemli olarak yasadışı olsa da gerçekten işleyen yeni kurumlar oluşturan vb. kararlı halk kitleleri hareketinde bulur. Böylece, boykot ile kapsamlı devrimci kabarma arasındaki bağlantı açıktır: Verili kurumun biçimini değil, varlığını reddeden boykot, mücadelenin en kati aracıdır. Boykot, eski rejime karşı savaş ilanı, doğrudan bir saldırıdır. Kapsamlı devrimci kabarma ve eski rejimin sınırlarını zorlayacak kitlesel rahatsızlık oldukça boykotun başarılı olacağına kuşku yoktur.
1905 Güz kabarmasının doğası ve belirtileri meselesine gelirsek, o dönemde yaşanan, sistematik olarak gerçekleştirilerek düşmanı frenleyen, devrimin kesintisiz kitlesel taarruzu idi. Baskı, hareketin şiddetini azaltacak yerde, yayılmasına neden oldu. 9 Ocak’ın peşisıra devasa grev dalgası, Lodz’daki barikatlar ve Potemkin ayaklanması geldi. Eski otorite gerçekten zayıfladığı ve dizginler yaşlı ellerinden gerçekten kayıp gittiğinden, basın, sendikalar ve eğitim alanında, eski rejimin belirlediği yasal sınırlar sistematik olarak, ancak asla yalnızca “devrimciler” tarafından değil, sokaktaki adam tarafından da aşıldı. Kabarmanın gücünü ifade eden en çarpıcı ve kesin gösterge (devrimci örgütlerin bakış açısıyla), devrimcilerin sloganlarının olayların gidişatının gerisinde kalmasıydı. 9 Ocak ve bunu izleyen kitlesel grevler ile Potemkin hep, devrimcilerin doğrudan taleplerinin ilerisinde gelişmelerdi. 1906’da devrimcilerin, kitleden pasifçe, sessizlikle ya da mücadeleden feragat ederek yerine getirmesini bekleyebilecekleri hiçbir talepleri olamazdı. Bu koşullar altında boykot, elektrik yüklü ortamın doğal bir bileşeniydi. Bu şiar, o süreç için yeni bir şey “bulmuş” değildi. Yalnızca, hızla doğrudan taarruza doğru ilerlemekte olan kabarmayı doğru ve tam bir şekilde formüle etti. Öte yandan, “buluş yapanlar”, bizim şu, Çar’ın bir manifesto biçiminde duyurduğu boş vaatlere ya da 6 Ağustos yasasına kanıp, vaat edilen anayasal monarşi değişikliğine gerçekten inanarak devrimci kabarmaya uzak duran Menşevikler’di. Menşevikler (ve Parvus), o esnada taktiklerini yükselen, güçlü ve hızlı devrimci kabarış gerçeğine değil de, Çar’ın, anayasal monarşi değişimi sözüne dayandırdılar! Sonuçta bu taktiklerin gülünç ve rezil bir oportünizm olduğunun ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Şimdilerde, boykota ilişkin her türlü Menşevik söylemde, Bulygin Duması boykotu çözümlemesinden, yani devrimin en büyük boykot deneyiminden, vazgeçilmiş olması da şaşırtıcı değildir. Ancak Menşevikler’in bu hatalarını, belki de devrimci taktiklerinin bu en büyük yanlışını görmek yeterli değildir. Şu açıkça görülmelidir ki, bu yanılgının nedeni, devrimci kabarmayı gerçeklik, anayasal monarşi yönündeki değişimi ise yetkisiz bir bekçinin vaadi haline getiren durumun nesnel olarak anlaşılamamasıdır. Menşevikler, meseleye öznel devrimci ruhtan yoksun olarak yaklaştıkları için değil, bu sözde devrimci fikirlerinin nesnel devrimci duruma kâfi gelmemesi nedeniyle yanlış yaptılar. Menşevikler’in hatalarına ilişkin bu nedenleri birbirine karıştırmak işten bile değildir. Ancak bir Marksist’in bu nedenleri birbirine karıştırmasına müsaade edilemez.
III.
Boykot ile Rus Devrimi’nin belli bir döneminin karakteristik tarihsel koşulları arasındaki bağlantı, bir başka açıdan daha değerlendirilmelidir. 1905 Güzü ile 1906 Baharı’ndaki Sosyal-Demokrat boykot kampanyasının siyasal içeriği ne idi? Elbette kampanyanın içeriği, boykot sözcüğünü tekrar edip durmak ya da insanları seçimlere katılmamaya çağırmaktan ibaret değildi. Keza, kampanyanın içeriği, otokrasinin önerdiği dolaylı ve dolambaçlı yolları görmezden gelecek şekilde, doğrudan saldırı talebi ile de sınırlanmamıştır. Ayrıca, hatta yanı sıra değil, tam da boykot kampanyasının merkezinde, anayasal gözboyamalara karşı mücadele yer almıştır. Esasen bu mücadele, boykotun yaşayan ruhuydu. Boykotçuların söylevlerini ve ajitasyonlarının genelini anımsayın, temel kararlarına bakın; bunun ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz.
Menşevikler, hiçbir zaman boykotun bu niteliğini anlayabilecek durumda olmadılar. Daima, henüz olgunlaşmamış anayasallık sürecinde anayasal gözboyamalarla mücadele etmenin saçma, anlamsız ve “anarşizm” olduğuna inandılar. Menşevikler’in bu bakış açısı, Stockholm Kongresi’nde de güçlü bir şekilde vurgulandı. Anımsıyorum, özellikle de Plekhanov’un konuşmasında… Menşevik yazına değinmeye gerek bile yok.
İlk bakışta, Menşevikler’in bu mesele hakkındaki tutumları, gerçekten de, kibirle arkadaşlarına atların yulaf yediklerini öğretmeye çalışan adamın tutumu kadar dikkafalı görülmektedir. Olgunluğa erişmemiş anayasal dönemde anayasal gözboyamalara karşı savaş ilan etmek! Bu anarşizm ya da laf kalabalığı değil de nedir?
Bu türden basit ve akla yatan iddialarla yapılan aldatıcı imalarla sorunun karikatürleştirilmesi, Rus Devrimi’nin bu çok özel döneminin sükûtla geçiştirilmesi, Bulygin Duması boykotunun unutulması ve devrimimizin ilerleyişinde sağlanan somut adımların devrimimizin bütününün geçmişte ve gelecekte anayasallığa vücut veren daha genel bir tasarımı ile ters yüz edilmesi gerçeğine dayanmaktadır. Bu, diyalektik materyalist yöntemin, bu yöntem hakkında en üstün belagatle konuşan Plekhanov gibi insanlar tarafından ihlal edilmesinin bir örneğidir.
Evet, bir bütün olarak bizim burjuva devrimimiz de, diğer burjuva devrimlerinin hepsi gibi, uzun vadede anayasal bir düzen kurma sürecidir ve bundan fazlası da değildir. Bu bir gerçek… Bu, sözde sosyalist, şu ya da bu burjuava demokratik program, kuram, taktik vb.’nin ifşa edilebilmesi için yararlı bir gerçektir. Ancak bu gerçekten, burjuva devrimi çağında işçi sınıfı partisinin ülkeye ne tür bir anayasa için önderlik etmesi gerektiği sorusuna yanıt verirken yararlanabilir misiniz? Ya da devrimin belirli dönemlerinde işçi sınıfı partisinin belirli (ve kesinlikle cumhuriyetçi) bir anayasa için nasıl tam olarak mücadele edebileceği sorusuna..? Hayır yararlanamazsınız. Axelrod ve Plekhanov’un bu en gözde gerçeği, sizi atların yulaf yiyebileceği kanaatinin uygun bir hayvan bulup üstüne binmenizi sağlayabileceğinden daha fazla aydınlatamaz.
1905’te ve 1906 başlarında Bolşevikler, dönemin şiarının anayasal göz boyamalara karşı mücadele olması gerektiğini söylediler. Zira somut nesnel koşullar, mücadele veren güçleri, yakın gelecekte doğrudan devrimci mücadelenin düz yolu ile tam demokrasi temelinde doğrudan devrimin yarattığı temsil kurumlarının mı, yoksa monarşist anayasal ve “Duma” türü kurumların bekçi-“anayasası”nın (tırnak içerisinde!) dolambaçlı ve zikzaklı yolunun mu zafer kazanacağını tam da bu dönemde karar vermek zorunda bıraktı.
Somut nesnel koşullar gerçekten bu sorunu gündeme getirmiş miydi, yoksa Bolşevikler, kuramsal yaramazlıkları nedeniyle “uydurdular” mı? Bu soru, Rus devrimi tarihi tarafından yanıtlanmıştır.
1905 Ekim mücadelesi esasen, devrimin monarşist-anayasal çizgiye kaymasının önlenmesi mücadelesi idi. Ekim-Aralık süreci ise, Dubasov ve Stolypin’in sözde-anayasacılığı karşısında, halkın iradesini tam anlamıyla yansıtan proleter, gerçekten demokratik, kapsamlı, cesur ve özgür bir anayasanın gerçekleştirilme olanağının görüldüğü bir süreçti. Gerçekten demokratik bir anayasa için verilen devrimci mücadele, halkın önüne bir yem olarak sunulan bekçi-monarşist anayasa karşısında en azimli kavgayı gerekli kılıyordu. Boykotun Sosyal-Demokrat karşıtlarının anlayamadıkları basit gerçek işte buydu.
Rus devriminin gelişiminin iki safhası, şimdi tüm açıklığıyla gözlerimizin önünde duruyor: Yükselme (1905) ve gerileme (1906-07) safhaları. Halkın, nüfusun her sınıfından özgür ve kapsamlı örgütlerin etkinliklerinin en üst düzeyde geliştiği safha, en üst düzeyde basın özgürlüğü ve eski otoritenin, kurumlarının ve buyruklarının halk tarafından ka’ale alınmadığı ve tüm bunların bürokratik bir anayasa ya da formal kural ya da düzenlemeler olmaksızın gerçekleştiği safha… Bu aşamadan sonra, tertiplenmiş, tecviz edilmiş ve Dubasovslar’la Stolypinler’in güvence verdiği (Tanrı bizi affetsin!) “anayasa” himayesinde, en az düzeyde gelişim ve halk etkinliğinde, örgütlenmede, basın özgürlüğünde vs. ciddi ve süregiden düşüş safhası…
Şimdi, geride kalan her şey bu kadar açık ve net iken, proletaryanın, olayların anayasal monarşist çizgiye sapmasını engelleyecek devrimci mücadelesinin ve anayasal gözboyamalara karşı savaşımın meşruluğunu ve gerekliliğini yadsımaya yeltenecek bir ukalayı zor bulursunuz.
Şimdi, 1905 ile 1907 Güzü arasındaki Rus devriminin akışını şu iki döneme ayırmayan, tarihçi sıfatına lâyık makul bir tarihçiyi zor bulursunuz: (Eğer şu ifadeyi kullanmama müsaade varsa) Yükselişin “anti-anayasa” dönemi ile “anayasal” düşüş dönemi; bekçi (monarşist) anayasası olmaksızın halkın özgürlük zaferi ve kazanımı dönemi ile monarşist “anayasa” aracılığıyla halkın özgürlüğünün baskılanması ve engellenmesi dönemi…
Şimdi, anayasal gözboyamalar dönemi, Birinci ve İkinci Duma dönemleri bizim için çok açıktır ve devrimci sosyal demokratların o dönemde anayasal göz boyamalara karşı sürdürdükleri mücadelenin önemini kavramak o kadar da zor değildir. Ancak 1905 ile 1906 başları arasındaki o dönemde, ne burjuva saflarındaki liberaller ne de proletarya saflarındaki Menşevikler bunu anlayabildiler.
Nihayet, Birinci ve İkinci Dumalar dönemi, her anlamda ve her açıdan anayasal gözboyama dönemi idi. Kutsal “Duma’nın onayı olmaksızın hiçbir yasa yürürlük kazanamaz” taahhüdü bu dönemde asla ihlal edilmedi. Böylece, anayasa, Rus Kadetleri’nin sahte kalplerini ısıtmayı sürdürerek, yalnızca kâğıt üzerinde kaldı. Dubasov ve Stolypin bu dönemde, Rus anayasasını pratik bir sınamaya tabi tutarak, eski otokrasiye uygun ve donanımlı hale gelmesi çabasıyla deneyip ve tasdik ettiler. Dubasov ve Stolypin, dönemin en güçlü adamlarıydılar ve “illüzyonu” gerçek yapabilmek için sıkı çalıştılar. İllüzyonun illüzyon olduğu kanıtlandı. Tarih, devrimci sosyal demokratların şiarlarının doğruluğunu kesin olarak gösterdi. Ancak “anayasa”nın yürürlüğe girmesini sağlamaya çalışanlar yalnızca Dubasovlar’la Stolypinler’den ibaret değildi. Anayasayı göklere çıkartan ve (İlk Duma’daki Bay Rodichev’e benzer) dalkavuklar gibi monarkın suçsuz olduğunu kanıtlamaya çabalayıp, pogromlar nedeniyle onu sorumlu tutmanın küstahlık olduğunu söyleyenler yalnızca aşağılık Kadetler değildi. Hayır. Bu dönemde, geniş halk kitleleri de hiç kuşku yok ki, sosyal demokratların bütün uyarılarına rağmen, az ya da çok “anayasa”ya, Duma’ya inanmayı sürdürdüler.
Rus devriminin anayasal illüzyon dönemi, denilebilir ki, ulus olarak burjuva fetişlere gönül kaptırılan bir dönemdi. Aynı Batı Avrupa uluslarının gönüllerini zaman zaman milliyetçilik, anti-semitizm, şovenizm vb. gibi burjuva fetişlere kaptırdıkları gibi… Sosyal demokratların itibarı, yalnızca onların kendilerini burjuva hilelerine kaptırmamış; anayasal gözboyama çağında anayasal gözboyamalara karşı mücadele sancağını yalnızca onların taşımış olmalarıdır.
Şimdi şu soru ortaya çıkıyor: Öyleyse neden boykot, anayasal gözboyamalara karşı verilen mücadelenin özgün bir aracıydı.
Boykotun, ilk bakışta Marksistler’i gayri ihtiyari duraksatan bir yanı vardır. Seçimlerin boykotu, parlamentarizmin reddi anlamına gelir, ki bu, edilgen bir reddiye, kaçınma ya da çekinme gibi durmaktadır. 1905 Güzü’nde öfkeyle ama başarısız bir şekilde esip gürlediğinde Parvus, aktif boykotun da kötü bir şey olduğunu çünkü hâlâ boykot olduğunu söylerken böyle düşünüyordu. Keza bugüne kadar devrimden hiçbir şey öğrenememiş olan ve daha da fazla liberalleşen Martov da böyle düşünüyor. Martov, Tovarishch’te yayımlanan son makalesinde sorunu en azından devrimci bir sosyal demokrata yakışır şekilde ele alamayacağını göstermiştir.
Ancak bir Marksist açısından, boykotun bu, deyim yerindeyse, en karşı çıkılabilir özelliği, bu tür bir mücadele yöntemini ortaya çıkaran dönemin özel nitelikleri ile tam olarak açıklanmıştır. Birinci monarşist Duma, Bulygin Duması, halkı devrimden uzaklaştırmak için tertiplenen bir aldatmaca idi. Aldatmaca, anayasa kılığına bürünmüş bir kukla idi. Herkes, bu kandırmacaya inanmak üzere ayartıldı. Kimileri bencil sınıf çıkarları aracılığıyla, kimileri cehalet aracılığıyla Bulygin Duması sonra da Witte Duması zokasını yutmaya yönlendirildiler. Herkes çok hevesliydi, herkes buna içtenlikle inandı. Seçimlere katılmak sıradan, kişinin olağan yurttaşlık ödevlerinden birinin basitçe yerine getirilmesi değildi. Monarşist anayasanın kutsal küşadıydı. Doğrudan devrimci çizgiden, monarşist-anayasal çizgiye yapılan dönüştü.
O dönemde sosyal demokratlar, protesto ve uyarı bayrağını büyük bir gayret ve gösterişle dalgalandırmak zorundaydılar. Ve bu, yer almayı reddetmek, oy vermekten kaçınarak halkı da engellemeye çalışmak, eski rejimin kurumlarının çizdiği çerçeve içerisinde çalışmaktansa, bu rejime doğrudan saldırı çağrısı yapmak anlamına geliyordu. Burjuva-bekçi fetişi olan “anayasa”ya ilişkin ulusu saran heyecan, proletarya partisi olarak sosyal demokratların bu fetiş karşısındaki protestolarını gösteren ve onu teşhir eden eşit düzeyde ulusal çaplı gösteriler yapmasını, bu fetişin içinde saklandığı kurumların oluşturulmasına büyük bir kuvvetle karşı koymak üzere mücadele etmesini gerektirdi.
Yalnızca anında başarı kazanan Bulygin Duması boykotunun değil, görünüşte tam bir yenilgi olan Witte Duması boykotunun tarihsel gerekçeleri ortadadır. Bunun neden yalnızca görünüşte bir yenilgi olduğunu, neden sosyal demokratların anayasal monarşist sapmaya karşı sonuna kadar mücadeleyi sürdürmeleri gerektiğini ancak şimdi görebiliyoruz. Bu sapmanın, aslında çıkmaz sokağa sapmak anlamına geldiği görülmüştür. Monarşist anayasanın gözboyamalarının, ilgiliyi, bu “anayasa”nın eski rejim tarafından değiştirilmesi hazırlıklarından uzaklaştırmak üzere, yalnızca bir görüntü ya da tabela, bir süs olduğu anlaşılmıştır.
Sosyal demokratların “anayasa” araçları ile özgürlüğün baskılanması karşısındaki itirazlarını sonuna kadar sürdürmeleri gerektiğini söyledik. “Sonuna kadar” derken neyi kastediyoruz? Sosyal demokratların kendilerine karşı mücadele verdiği kurumların,sosyal demokratlara rağmen husule gelmelerine kadar, kaçınılmaz olarak bir süreliğine devrimin sarkması anlamına gelen, Rus devriminin monarşist anayasal sapması, sosyal demokratlara rağmen tam olarak gerçekleşene kadar demek istiyoruz. Anayasal gözboyama dönemi, uzlaşma teşebbüsüydü. Buna karşı mücadele ettik ve son gücümüze kadar mücadele etmeliydik. İkinci Duma’ya gitmeli, tüm muhalefetimize ve çabalarımıza rağmen koşulların bizi zorladığı uzlaşma ile, mücadelemizi sona erdirme pahasına hesaplaşmalıydık. Ne kadar uzun süreliğine hesaplaşacağımız, elbette başka bir meseledir.
Tüm bunlardan Üçüncü Duma boykotu ile ilgili olarak çıkartılması gereken sonuçlar nelerdir? Anayasal gözboyama döneminin başında gerekli olan boykot, belki de, bu dönemin sonunda da gerekli midir? Analojik sosyoloji yatağında bu “parlak bir fikir” olabilirdi ancak gayri ciddi bir çıkarımdır. Boykot bugün, Rus devriminin başlangıcındakiyle aynı anlama gelemez. Bugün ne insanları anayasal göz boyamalara karşı uyarabiliriz ne de devrimin anayasal-monarşik çıkmaza sapmasını engellemek için savaşabiliriz. Boykot, eski yaşamsal kıvılcıma sahip değildir. Eğer bir boykot olacaksa, her halükarda farklı bir anlamı olacak, her halükarda farklı bir siyasal içeriğe sahip olacaktır.
Üstelik, boykotun tarihsel hususiyetlerine ilişkin analizimiz, Üçüncü Duma boykotuna karşı bir mülahaza sunar. Anayasal sapmanın başlangıcı olan dönemde, tüm ulusun dikkati kaçınılmaz olarak Duma’ya odaklanmıştı. Boykot vasıtasıyla, çıkmaz sokağa yönelen dikkat odağı ile, cehalete, aydınlanmamaya, zayıflığa ve bencil karşıdevrimci faaliyetlere bağlı olarak delicesine bağlanma ile mücadele ettik ve etmek zorundaydık. Bugün genel olarak Duma’nın ya da özelde Üçüncü Duma’nın varlığının reddedilmesine ilişkin değil ulusal çaplı, geniş çaplı bile bir heyecan bile bulunmuyor. Burada boykota gerek yoktur.
Dipnotlar:
1. Makalenin orijinalinde Lenin kararın tam metnini aktarmaktadır. Bu metin çeviriye alınmamıştır (Sendika.Org’nin notu)
2. Bu makale, toplu eserlerin Almanca basımı olan Internationales aus dem “Volksstaat” [Volkstaat Yazıları]’ta yer almaktadır. [Türkçe tercümesi, Blankici Komün Mültecilerinin Programı, Marks-Engels:Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 453-461, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Temmuz 1977’dır].
3. Bu metindeki atıfların hepsi aktif boykotadır. Aktif boykot, yalnızca eski rejimin kurumlarında ter almayı reddetmek anlamına gelmez, aynı zamanda bu rejime karşı bir saldırıdır. Bulygin Duması boykotu döneminin sosyal demokrat literatürüne aşina olmayanlar için, sosyal demokratların o dönemde aktif boykottan açıklıkla söz ederken, bunu pasif boykotun karşısına yerleştirdikleri hatta bir silahlı kalkışma ile bağlantılandırmaya çalıştıkları anımsatılmalıdır.
[www.marxists.org adresinde yer alan Progress Publishers İngilizce çevirisinden Kasım Akbaş tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder