“Söktüğümüz
sözcükler
Söylememiz gereken,
Azalıyor günler gibi…”
( Eugène
GUILLEVIC )
Kültürel birikimden, çevreden, özellikle de doğumundan
itibaren oluşturduğu bilinçdışından beslenen şairin yapıtları bu öğelerin
zenginleşmesi ya da fakirleşmesiyle doğru orantılı bir biçimde etkilenecektir
de. Etkileşim içte ve dışta olmak üzere iki şekilde kendini gösterir; bireysel
üretimde ve günümüzde giderek daralan okur kitlesindeki olumsuz
yansımalarıyla.
Kültürel ortamda kuraklık egemense, örneğin dil
fakirleşmişse veya yazın sanatına gösterilen ilgide bir azalma varsa şiirin
niteliğinde de kaçınılmaz bir tökezleme olacaktır. Şairin kendini besleyerek
şiir damarının kurumasını engellemeye çalışması alınacak önlemlerden sadece
biridir. Öte yandan okur kitlesiyle iletişim kurulamıyorsa eğer, bu kez şair işe
yaramazlık duygusu ile büyük olasılıkla şiire küsecektir. Başka bir olasılık ise
daha kolaycı bir yolun seçilmesi, koşullara boyun eğerek yeni ve sığ okur
kitlesinin gereksinimlerini karşılar türde şiirler üretilmesidir. Böylelikle
şiirin temelleri dinamitlenmiş olacaktır.
O halde büyüteç altına alınması
gereken ilk sorun, toplumsal dengelerin bozulmasına paralel olarak şairin
dengesinin de bozulma / bozulmama sorunudur. Şair ya evrensel güce karşı
mikro-iktidarını sürdürecek, ya da geçerli koşullara uyum sağlayacak. İkinci
olasılık söz konusuysa eğer, şair ile şiir ve şair ile okur arasındaki içsel
dinamikler yıpranmış, sanat iklimine çıkar hesapları girmiş demektir. Nesnelin
özneli ezmesiyle ortaya çıkan ucuz halkçılık (popülizm) tuzağına düşmeyi tarif
eden bir durumdur bu. Tüketim toplumunda, pazarcı dengesizlikleri şiiriyle
dengelemekle yükümlü olan şair ne yazık ki özdenetimi elinden kaçırmış, zamanla
pazarın bir parçasına dönüşmüştür. Kısaca birey, sanat ve toplum arasındaki
bağların zedelendiği söylenebilir.
Zaman içinde insanın önce doğa ile
bağlantısı kopmuştu. Böylece bilinmeyenin doğurduğu imgelem gücünün kaynağı olan
mitostan uzaklaşarak kendi yarattığı bir gerçekliğe göç etti. Aydınlanma
çağından sonra ve özellikle de modernite ile bu yeni gerçekliğe sırf materyal
dünyada değil sanat ortamında da dokunur hale geldi. Post modern dönemde ise,
insanın insana ve insanın topluma yabancılaşmasıyla birlikte, ileri teknolojiyi
ve bunun doğurduğu yalnızlığı keşfetti. Bir yandan da topluma hızla
pompalanmakta olan “kültür endüstrisi”ne (Adorno) bağlı olarak inceliklerden
uzaklaştı, farklılıkların, özgünlüğün değerini bilmez oldu. Böylelikle hayal
dünyası giderek daraldı. Zihnindeki yaratıcı güç ile dışarıdaki maddeci -
yüzeysel - hızlı dünya arasında iletişim ve ilgileşim (korelasyon) kuramaz oldu.
Nesnel ile öznel arasındaki çatışma nesnelin egemenliğiyle son
buldu.
Dönemin toplum mühendisliği projeleri aracılığıyla dayattığı
başkalaştırma planları, neo-liberal post modern çağın bireye karşı sürdürdüğü
iktidar kavgasından kaynaklanıyordu. Yeryüzü ölçeğinde uygulanan bu kökten
tasarım sürecinde, özellikle sanat erbabı üzerindeki olumsuz etkilerin
hissedilmesiyle birlikte, büyük balık da küçük balığı yutmaya başladı. Şiirin
kurumasının temel nedenlerinden biri budur, çünkü şairi besleyen özsu çekilmiş,
şiir iklimi çoraklaşmış, şairin iktidar alanı daralmıştır.
“Okur
okumuyor, okur anlamıyor” gibi bahanelerle bu dolambacın içinden çıkılabileceği
düşünülmemeli. Sonuçlara bakarak sürecin analizinden kaçınmak veya sorunu
görmezden gelmek bir bakıma kolaycılığa sığınmaktır. Şiir biter mi? Elbette
bitmez. Birileri mutlaka susacak ya da susturulacaktır. Ama onuncu köyü arayan
birileri de bildikleri yolda yazmayı sürdürecektir. Şairin öncelikle üzerine
gerilen bu çağcıl çadırın altından çıkıp doğaya, duyguya, insana ve yaşama
yeniden dokunması, geçerli hegemonyaya karşı dik durması şarttır. Yetkin bilinç
ve gelişmiş bir dille olumlu - olumsuz gelişmeleri büyüteç altına alarak
izlemesi; onların takipçisi olması; özümseyerek içselleştirmesi; görünmeyeni
görmesi; tüm olumsuzluklara karşın daralan ve kısırlaşan şiir alanını genişletme
çabasında ısrarcı olması; tüketmeye bağımlı kılınan kitleye karşı üreten
kimliğinden ödün vermemesi gerekir.
Post modern tüketim toplumunda şiir
de meta gibi algılanıp tüketilmekte veya anlaşılamadığı için beğenilmeyen bir
‘mal’ gibi raflarda beklemeye mi bırakılmaktadır?
Sorulması gereken
ikinci soru budur. Diğer sanat dallarında olduğu gibi şiirin de kiçleşmiş,
sentetik imgeler bombardımanı altında ezildiğini fark etmemek kuşkusuz mümkün
değil. Fakat sorun buradan kaynaklanmıyor. Şair, sezdiren, duyumsatan, gösteren
kişidir. Hitap ettiği kitle ise her dönemde kısıtlıydı. Ancak günümüzde şiir,
şairin tüm çabalarına rağmen, duyarlılığı kabuk bağlamış okurun üzerinden, ona
nüfuz edemeden akıp gidiyor. Doğru algılanıp kavranamıyor. Özetle, şiire rağbet
eden kitle gün geçtikçe daralıyor. Bu ince sanat dalına karşı taşlaşan ve
giderek duyarsızlaşan okur sayısı artıyor. Görülüyor ki sistem verimli toprağı
süpürmektedir. Geride yalnızca taş kalıyor.
Toprak suyu emer ama taş
emmez. Erozyona uğrayan okur kitlesini yeniden yapılandırmak, duyarlı hale
getirmek bütünüyle şairin elinde değildir. Buna gücü yetmez çünkü. Turgut
Uyar’ın da vurguladığı gibi şiir de, insan da çıkmazdadır. Ve üstelik “şiirin
çıkmazı insanın çıkmazına, toplumun çıkmazına sıkı sıkıya bağlıdır” (Korkulu
Ustalık, YKY 2009). Ancak yine de, metalaştırılmış dünyaya saf şiiri ulaştırmaya
çalışmak, topluca verilen savaşların yanı sıra kişisel platformda da çabalarını
sürdürmek, kentsoylu post-modernitenin egemen olduğu günümüzde doğa – dil –
yaşam ile kurulan bağları güçlendirmek şairin temel görevidir. Sözcükleri
özgürleştirmekle yükümlü olan şair artık dayatılan değerler dizisini, dolaşımdan
kalkmaya yüz tutmuş eski ama değerli olanlar ile değiştirmek, diğer bir deyişle
yeni paradigmalar oluşturmakla da yükümlü kılınmıştır.
Ama
nasıl?
Bireysel çabalar büyük olasılıkla yeterli olmayacaktır. İktidara
başkaldırmak, şairin muhalif tutumunu koruduğu, farkındalık çıtasını yüksekte
tuttuğu anlamına gelir. Ayrıca yaptığı işin bir gereğidir de. Bununla beraber
gerçekliğe ulaşmak için kendine biçtiği elbise geçerli koşullar altında ya dar
gelecek, ya da üzerinden kaçacaktır. Çünkü şair çağlar boyunca küçük ölçekli
iktidarlarla mücadele etmişti. Günümüzde ise makro iktidar olarak
tanımlanabilecek küresel ve tek bir iktidarla boğuşmak zorunda. O halde sistemin
dinamikleri içinde öğütülmeye şiddetle karşı çıkarken yardıma gereksinimi
olacaktır. Bir yandan da bilinçdışı ile var olan bağların toplumsal ölçekte yeni
baştan kurulma sorunu irdelenmeli ve nesnelleşmemiş birey - özneye tekrar
ulaşılması sağlanmalıdır ki şaire gereksinim duyduğu zemin hazırlanabilsin.
Farklı bir deyişle, çözüm ‘gösterge’ çizelgeleri ile bireysel ve kültürel düzen
simgelerinin yeniden yapılandırılmasındadır. Burada geniş ölçekli, çözümlenmesi
vakit alan ve şairi aşan bir sorundan söz ediyoruz. Okuru gerçek anlamda okur
kılmak bir toplumsal sorumluluk projesidir. Eğitimle, kültür - sanat hizmetiyle,
hepsinden önemlisi gelişmiş bilinç ve kararlılıkla duruma el atacak yönetimler
şairin işini kolaylaştıracaktır. Kısacası şairin desteğe ihtiyacı var
denilebilir.
Şimdi soruna daha geniş bir pencereden
bakalım.
Sesli-sessiz, imdat çığlıklarını yükselten şairin işi zor, bunu
biliyoruz. Şairin işi zor da, yazarın, ressamın, bestecinin, yorumcunun,
heykeltıraşın, tiyatrocunun, genelde sanatçının işi kolay mı? Yeni Dünya
Düzeni’nce yapay bir sanatın, özetle sanatsız bir dönemin altyapısının
kurulduğu, gerçek sanatı besleyen ana damarların kesildiği, ona ‘kötü çocuk’
muamelesi yapıldığı, sanatsal estetiğin ayaklar altına alınıp
sıradanlaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Post sanat dönemi de denilebilir
buna. Etkinliklerine son veren yayımcılar, birbiri ardına kapanan sanat
dergileri, kapısına kilit vurulan atölyeler, sistem yazarlarına dönüşmeye
zorlanan kalem ustaları, perdelerini indirmek zorunda kalan tiyatro ve konser
salonları, küresel otorite tarafından temelleri atılan post sanat döneminin
önceden kurgulanmış sonuçları ve somut göstergeleridir. Oyunun mağdurları ise
yel değirmenleri ile dövüştüğünü bilerek ya da bilmeyerek küresel iktidara kılıç
sallayan Don Kişot’lar, yani gerçek sanatçılardır.
Bu durumun ne kadarını
görüyor, ne kadarını doğru tanımlıyoruz?
Sorun göründüğü kadar basit
algılanmamalı, çünkü yaşamın ekonomiyle uzaktan yakından ilgisi bulunan,
toplumun gidişatını etkileyebilecek bütün elemanları çağcıl bu düzende yeniden
tanımlanmakta; kısacası toplumlar yeniden kurgulanmaktadır. On yıllar boyunca
sürüp giden kimliksizleştirme operasyonundan sonra, küresel yönetimin
beklentileri doğrultusunda, birbirinin benzeri, itaatkâr, sorgulamayan ama daima
kabullenen yeni kimliklerin yaratılma süreci başlamıştır. Sistemin mantığı,
yeryüzü ölçeğinde yıkma ve yeniden yapılandırma taktikleri üzerine kurulmuştur.
Sanatın kiçleştirilmesinde, sanatçıya üvey evlat muamelesi yapılmasında bu
gerçeğin payı büyüktür.
Hesapları altüst eden parametre ise sanatçının –
özellikle de şairin - doğası itibariyle bu şablona uymuyor olması. O ki, bir Don
Kişot olarak algılansa bile, arayışlarını sürdürecektir. Çözüm, bilinçli ve
kararlı yönetimlerde demiştik. Ancak günümüzde kabuk değiştiren yönetimlerin,
başka bir deyişle gücünü yönetişimsel stratejilerden (“Governance – İçinden
Yönetim” – Foucault ) alan odakların sanatçıya el uzatması mümkün müdür? Yanıt
olumsuz! Çünkü kurulan sistem ilk baştan kendini korumaya
koşullandırılmıştır.
O halde çözüm nerede?
Belki de “dinleyici,
izleyici salonları neden boş bırakıyor, neden dergi-kitap-resim almıyor, neden
şiir okumuyor?” demek ve ağaca bakarken ormanı gözden kaçırmak yerine taşlaşan
ruhların üzerine taze toprak atarak, bireysel çabaların yetersiz kaldığı yerde
topluca hareket ederek ve “çözüm nerede” sorusunu sıkça sorarak başlamalı işe.
Sessiz kalmaktan ve çözümsüzlüğe tutsak olmaktan iyidir sorgulamak. Aksi halde
yakın bir gelecekte naylon kimliklere bürünüp kitleleri manipüle eden, onları
kuşatan küresel operasyonun ürettiği sıradan elemanlara dönüşmek işten bile
değil. Yardım arayışlarına ‘evet’; isyan çığlıklarına ‘evet’ ama sorgusuz
sualsiz boyun eğmeye ‘hayır’ diyerek atmalı ilk adımı. Sanat sonrası (post
sanat) dönemini başarısız kılmak, bu evreyi sanatın postunu deldirmeden atlatmak
için küçük sorunlara odaklanmak yerine el ele vererek, uzun vadeli ve büyük
düşünerek koyulmalı işe.
Henüz sökemediğimiz sözcükleri sökerek, eksilen
günlere aldırmaksızın, azalan sözcükleri çoğaltarak belki de…
(“BİR
TUTAM TUZ”, Hayal Yay. Ekim 2010, Sayfa 127)
(HAYAL Dergisi,
Ekim-Kasım-Aralık, Sayı 35, Sayfa 72)