Post Sanat Döneminin Don Kişot’ları!.. / Naime Erlaçin

“Söktüğümüz sözcükler
Söylememiz gereken,
Azalıyor günler gibi…”
 ( Eugène GUILLEVIC )

Kültürel birikimden, çevreden, özellikle de doğumundan itibaren oluşturduğu bilinçdışından beslenen şairin yapıtları bu öğelerin zenginleşmesi ya da fakirleşmesiyle doğru orantılı bir biçimde etkilenecektir de. Etkileşim içte ve dışta olmak üzere iki şekilde kendini gösterir; bireysel üretimde ve günümüzde giderek daralan okur kitlesindeki olumsuz yansımalarıyla.

Kültürel ortamda kuraklık egemense, örneğin dil fakirleşmişse veya yazın sanatına gösterilen ilgide bir azalma varsa şiirin niteliğinde de kaçınılmaz bir tökezleme olacaktır. Şairin kendini besleyerek şiir damarının kurumasını engellemeye çalışması alınacak önlemlerden sadece biridir. Öte yandan okur kitlesiyle iletişim kurulamıyorsa eğer, bu kez şair işe yaramazlık duygusu ile büyük olasılıkla şiire küsecektir. Başka bir olasılık ise daha kolaycı bir yolun seçilmesi, koşullara boyun eğerek yeni ve sığ okur kitlesinin gereksinimlerini karşılar türde şiirler üretilmesidir. Böylelikle şiirin temelleri dinamitlenmiş olacaktır.
O halde büyüteç altına alınması gereken ilk sorun, toplumsal dengelerin bozulmasına paralel olarak şairin dengesinin de bozulma / bozulmama sorunudur. Şair ya evrensel güce karşı mikro-iktidarını sürdürecek, ya da geçerli koşullara uyum sağlayacak. İkinci olasılık söz konusuysa eğer, şair ile şiir ve şair ile okur arasındaki içsel dinamikler yıpranmış, sanat iklimine çıkar hesapları girmiş demektir. Nesnelin özneli ezmesiyle ortaya çıkan ucuz halkçılık (popülizm) tuzağına düşmeyi tarif eden bir durumdur bu. Tüketim toplumunda, pazarcı dengesizlikleri şiiriyle dengelemekle yükümlü olan şair ne yazık ki özdenetimi elinden kaçırmış, zamanla pazarın bir parçasına dönüşmüştür. Kısaca birey, sanat ve toplum arasındaki bağların zedelendiği söylenebilir.

Zaman içinde insanın önce doğa ile bağlantısı kopmuştu. Böylece bilinmeyenin doğurduğu imgelem gücünün kaynağı olan mitostan uzaklaşarak kendi yarattığı bir gerçekliğe göç etti. Aydınlanma çağından sonra ve özellikle de modernite ile bu yeni gerçekliğe sırf materyal dünyada değil sanat ortamında da dokunur hale geldi. Post modern dönemde ise, insanın insana ve insanın topluma yabancılaşmasıyla birlikte, ileri teknolojiyi ve bunun doğurduğu yalnızlığı keşfetti. Bir yandan da topluma hızla pompalanmakta olan “kültür endüstrisi”ne (Adorno) bağlı olarak inceliklerden uzaklaştı, farklılıkların, özgünlüğün değerini bilmez oldu. Böylelikle hayal dünyası giderek daraldı. Zihnindeki yaratıcı güç ile dışarıdaki maddeci - yüzeysel - hızlı dünya arasında iletişim ve ilgileşim (korelasyon) kuramaz oldu. Nesnel ile öznel arasındaki çatışma nesnelin egemenliğiyle son buldu.

Dönemin toplum mühendisliği projeleri aracılığıyla dayattığı başkalaştırma planları, neo-liberal post modern çağın bireye karşı sürdürdüğü iktidar kavgasından kaynaklanıyordu. Yeryüzü ölçeğinde uygulanan bu kökten tasarım sürecinde, özellikle sanat erbabı üzerindeki olumsuz etkilerin hissedilmesiyle birlikte, büyük balık da küçük balığı yutmaya başladı. Şiirin kurumasının temel nedenlerinden biri budur, çünkü şairi besleyen özsu çekilmiş, şiir iklimi çoraklaşmış, şairin iktidar alanı daralmıştır.

“Okur okumuyor, okur anlamıyor” gibi bahanelerle bu dolambacın içinden çıkılabileceği düşünülmemeli. Sonuçlara bakarak sürecin analizinden kaçınmak veya sorunu görmezden gelmek bir bakıma kolaycılığa sığınmaktır. Şiir biter mi? Elbette bitmez. Birileri mutlaka susacak ya da susturulacaktır. Ama onuncu köyü arayan birileri de bildikleri yolda yazmayı sürdürecektir. Şairin öncelikle üzerine gerilen bu çağcıl çadırın altından çıkıp doğaya, duyguya, insana ve yaşama yeniden dokunması, geçerli hegemonyaya karşı dik durması şarttır. Yetkin bilinç ve gelişmiş bir dille olumlu - olumsuz gelişmeleri büyüteç altına alarak izlemesi; onların takipçisi olması; özümseyerek içselleştirmesi; görünmeyeni görmesi; tüm olumsuzluklara karşın daralan ve kısırlaşan şiir alanını genişletme çabasında ısrarcı olması; tüketmeye bağımlı kılınan kitleye karşı üreten kimliğinden ödün vermemesi gerekir.

Post modern tüketim toplumunda şiir de meta gibi algılanıp tüketilmekte veya anlaşılamadığı için beğenilmeyen bir ‘mal’ gibi raflarda beklemeye mi bırakılmaktadır?
Sorulması gereken ikinci soru budur. Diğer sanat dallarında olduğu gibi şiirin de kiçleşmiş, sentetik imgeler bombardımanı altında ezildiğini fark etmemek kuşkusuz mümkün değil. Fakat sorun buradan kaynaklanmıyor. Şair, sezdiren, duyumsatan, gösteren kişidir. Hitap ettiği kitle ise her dönemde kısıtlıydı. Ancak günümüzde şiir, şairin tüm çabalarına rağmen, duyarlılığı kabuk bağlamış okurun üzerinden, ona nüfuz edemeden akıp gidiyor. Doğru algılanıp kavranamıyor. Özetle, şiire rağbet eden kitle gün geçtikçe daralıyor. Bu ince sanat dalına karşı taşlaşan ve giderek duyarsızlaşan okur sayısı artıyor. Görülüyor ki sistem verimli toprağı süpürmektedir. Geride yalnızca taş kalıyor.

Toprak suyu emer ama taş emmez. Erozyona uğrayan okur kitlesini yeniden yapılandırmak, duyarlı hale getirmek bütünüyle şairin elinde değildir. Buna gücü yetmez çünkü. Turgut Uyar’ın da vurguladığı gibi şiir de, insan da çıkmazdadır. Ve üstelik “şiirin çıkmazı insanın çıkmazına, toplumun çıkmazına sıkı sıkıya bağlıdır” (Korkulu Ustalık, YKY 2009). Ancak yine de, metalaştırılmış dünyaya saf şiiri ulaştırmaya çalışmak, topluca verilen savaşların yanı sıra kişisel platformda da çabalarını sürdürmek, kentsoylu post-modernitenin egemen olduğu günümüzde doğa – dil – yaşam ile kurulan bağları güçlendirmek şairin temel görevidir. Sözcükleri özgürleştirmekle yükümlü olan şair artık dayatılan değerler dizisini, dolaşımdan kalkmaya yüz tutmuş eski ama değerli olanlar ile değiştirmek, diğer bir deyişle yeni paradigmalar oluşturmakla da yükümlü kılınmıştır.

Ama nasıl?
Bireysel çabalar büyük olasılıkla yeterli olmayacaktır. İktidara başkaldırmak, şairin muhalif tutumunu koruduğu, farkındalık çıtasını yüksekte tuttuğu anlamına gelir. Ayrıca yaptığı işin bir gereğidir de. Bununla beraber gerçekliğe ulaşmak için kendine biçtiği elbise geçerli koşullar altında ya dar gelecek, ya da üzerinden kaçacaktır. Çünkü şair çağlar boyunca küçük ölçekli iktidarlarla mücadele etmişti. Günümüzde ise makro iktidar olarak tanımlanabilecek küresel ve tek bir iktidarla boğuşmak zorunda. O halde sistemin dinamikleri içinde öğütülmeye şiddetle karşı çıkarken yardıma gereksinimi olacaktır. Bir yandan da bilinçdışı ile var olan bağların toplumsal ölçekte yeni baştan kurulma sorunu irdelenmeli ve nesnelleşmemiş birey - özneye tekrar ulaşılması sağlanmalıdır ki şaire gereksinim duyduğu zemin hazırlanabilsin. Farklı bir deyişle, çözüm ‘gösterge’ çizelgeleri ile bireysel ve kültürel düzen simgelerinin yeniden yapılandırılmasındadır. Burada geniş ölçekli, çözümlenmesi vakit alan ve şairi aşan bir sorundan söz ediyoruz. Okuru gerçek anlamda okur kılmak bir toplumsal sorumluluk projesidir. Eğitimle, kültür - sanat hizmetiyle, hepsinden önemlisi gelişmiş bilinç ve kararlılıkla duruma el atacak yönetimler şairin işini kolaylaştıracaktır. Kısacası şairin desteğe ihtiyacı var denilebilir.

Şimdi soruna daha geniş bir pencereden bakalım.
Sesli-sessiz, imdat çığlıklarını yükselten şairin işi zor, bunu biliyoruz. Şairin işi zor da, yazarın, ressamın, bestecinin, yorumcunun, heykeltıraşın, tiyatrocunun, genelde sanatçının işi kolay mı? Yeni Dünya Düzeni’nce yapay bir sanatın, özetle sanatsız bir dönemin altyapısının kurulduğu, gerçek sanatı besleyen ana damarların kesildiği, ona ‘kötü çocuk’ muamelesi yapıldığı, sanatsal estetiğin ayaklar altına alınıp sıradanlaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Post sanat dönemi de denilebilir buna. Etkinliklerine son veren yayımcılar, birbiri ardına kapanan sanat dergileri, kapısına kilit vurulan atölyeler, sistem yazarlarına dönüşmeye zorlanan kalem ustaları, perdelerini indirmek zorunda kalan tiyatro ve konser salonları, küresel otorite tarafından temelleri atılan post sanat döneminin önceden kurgulanmış sonuçları ve somut göstergeleridir. Oyunun mağdurları ise yel değirmenleri ile dövüştüğünü bilerek ya da bilmeyerek küresel iktidara kılıç sallayan Don Kişot’lar, yani gerçek sanatçılardır.

Bu durumun ne kadarını görüyor, ne kadarını doğru tanımlıyoruz?
Sorun göründüğü kadar basit algılanmamalı, çünkü yaşamın ekonomiyle uzaktan yakından ilgisi bulunan, toplumun gidişatını etkileyebilecek bütün elemanları çağcıl bu düzende yeniden tanımlanmakta; kısacası toplumlar yeniden kurgulanmaktadır. On yıllar boyunca sürüp giden kimliksizleştirme operasyonundan sonra, küresel yönetimin beklentileri doğrultusunda, birbirinin benzeri, itaatkâr, sorgulamayan ama daima kabullenen yeni kimliklerin yaratılma süreci başlamıştır. Sistemin mantığı, yeryüzü ölçeğinde yıkma ve yeniden yapılandırma taktikleri üzerine kurulmuştur. Sanatın kiçleştirilmesinde, sanatçıya üvey evlat muamelesi yapılmasında bu gerçeğin payı büyüktür.

Hesapları altüst eden parametre ise sanatçının – özellikle de şairin - doğası itibariyle bu şablona uymuyor olması. O ki, bir Don Kişot olarak algılansa bile, arayışlarını sürdürecektir. Çözüm, bilinçli ve kararlı yönetimlerde demiştik. Ancak günümüzde kabuk değiştiren yönetimlerin, başka bir deyişle gücünü yönetişimsel stratejilerden (“Governance – İçinden Yönetim” – Foucault ) alan odakların sanatçıya el uzatması mümkün müdür? Yanıt olumsuz! Çünkü kurulan sistem ilk baştan kendini korumaya koşullandırılmıştır.

O halde çözüm nerede?
Belki de “dinleyici, izleyici salonları neden boş bırakıyor, neden dergi-kitap-resim almıyor, neden şiir okumuyor?” demek ve ağaca bakarken ormanı gözden kaçırmak yerine taşlaşan ruhların üzerine taze toprak atarak, bireysel çabaların yetersiz kaldığı yerde topluca hareket ederek ve “çözüm nerede” sorusunu sıkça sorarak başlamalı işe. Sessiz kalmaktan ve çözümsüzlüğe tutsak olmaktan iyidir sorgulamak. Aksi halde yakın bir gelecekte naylon kimliklere bürünüp kitleleri manipüle eden, onları kuşatan küresel operasyonun ürettiği sıradan elemanlara dönüşmek işten bile değil. Yardım arayışlarına ‘evet’; isyan çığlıklarına ‘evet’ ama sorgusuz sualsiz boyun eğmeye ‘hayır’ diyerek atmalı ilk adımı. Sanat sonrası (post sanat) dönemini başarısız kılmak, bu evreyi sanatın postunu deldirmeden atlatmak için küçük sorunlara odaklanmak yerine el ele vererek, uzun vadeli ve büyük düşünerek koyulmalı işe.

Henüz sökemediğimiz sözcükleri sökerek, eksilen günlere aldırmaksızın, azalan sözcükleri çoğaltarak belki de…
(“BİR TUTAM TUZ”, Hayal Yay. Ekim 2010, Sayfa 127)
(HAYAL Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık, Sayı 35, Sayfa 72)