İlk olarak kurtuluş teolojisi, 1971’den itibaren Gustavo Gutiérrez (Peru), Rubem Alves, Hugo Assman, Carlos Mesters, Leonardo ve Clodovis Boff (Brezilya), Jon Sobrino ve Ignacio Ellacuría (El Salvador), Segundo Galilea ve Ronaldo Muñoz (Chile), Pablo Richard (Şili ve Kasta Rika), José Miguel Bonino ve Juan Carlos Scannone (Arjantin), Enrique Dussel (Arjantin ve Meksika) ile Juan-Luis Segundo (Uruguay) gibi isimlerce kaleme alınmış yazılar kümesinden oluşur.
Ama bu külliyat, yeni teoloji çalışmalarından çok önce, altmışların başında ortaya çıkan büyük bir toplumsal hareketin somut ifadeleridir. Bu hareket, kilisenin önde gelen kesimlerini (rahipler, dinî tarikatlar ve piskoposlar), kilisedışı dinî hareketleri (Katolik Eylem, Hristiyan öğrenci hareketi ve Hristiyan genç işçiler), halk desteğine sahip piskopos komitelerini, emek, toprak ve şehirle ilgili piskopos komitelerini ve kilise cemaatlerini içerir. Kurtuluş Hristiyanlığı olarak anılabilecek bu toplumsal hareket olmaksızın, Orta Amerika’daki devrimin yükselişi (Nikaragua ve El Salvador) ya da Brezilya’daki yeni doğan işçi ve köylü hareketleri (İşçi Partisi, Topraksız Köylüler Hareketi vb.) gibi, Latin Amerika’da son otuz yıl boyunca yaşanan toplumsal ve tarihsel olguların önemini anlamak imkânsızdır.[1]
İlerici Hristiyanların ve kurtuluş teolojisinin marksizmi keşfi, tek başına entelektüel ya da akademik bir süreç değildir. Çıkış noktası, Latin Amerika’daki kitlesel ve şiddetli gerçekliğe ait o kaçınılmaz toplumsal olgudur: sefalet. Bir avuç mümin marksizme meyleder, zira marksizm onlara sefaletin sebepleri ile ilgili en sistematik, en tutarlı ve kapsamlı izahı vermekte, sefaleti ortadan kaldırmak için gerekli radikal bir öneri sunmaktadır. Sefalete karşı etkin bir biçimde mücadele edebilmek için onun sebeplerini anlamak şarttır. Brezilyalı kardinal Dom Helder Câmara, bu yönelimi şu şekilde özetler:
“İnsanlara fakirlere yardım etmelerini rica ettiğimde bana “aziz” diyorlar. Ama onlara neden bu kadar sefalet var?” diye sorduğumda bana bir komünistmişim gibi yaklaşıyorlar.”
Kurtuluş teolojisinin marksizme yönelik tavrına dair genel bir bakış edinmek o kadar da kolay bir iş değildir. Bir taraftan onda birkaç unsurun ihtiyatlı kullanımından eksiksiz bir senteze doğru değişen birbirinden farklı düşüncelere rastlarız (örneğin bir eğilim olarak “Sosyalizm için Hristiyanlık”). Diğer yandan da 1968-80 arası dönemde, bugünkü çekingen Roma eleştirilerine ve 1989 sonrası Doğu Avrupa’daki gelişmelere nazaran görece daha radikal kimi değişimlerin yaşandığına tanık oluruz. Ancak önde gelen teologlara ve kimi piskoposlara ait belgeler temelinde bir dizi ortak referans noktası belirlemek mümkündür.[2] Kimi Latin Amerikalı teologlar (Althusser’den etkilenenler), marksizmi (bir) sosyal bilim olarak görürler ve onun Latin Amerika gerçekliğine ilişkin görece daha kapsamlı bilgiye ulaşmak için saf anlamda araçsal bir tarzda kullanılması gerektiğini düşünürler. Bu tarz bir tarif, hem çok geniş hem de çok dardır. Geniştir, zira marksizm yegâne sosyal bilim değildir; çok dardır, zira marksizm tek başına bir bilim değildir: o dünyayı sadece anlamayı değil, ayrıca dönüştürmeyi hedefleyen pratik bir tercihe yaslanır.
Gerçekte kurtuluş teologlarının marksizme dönük ilgisi, birçok yazara göre onun tarafından büyülenmesi insanların inanabileceği bilimsel amaçlar için kimi kavramlar ödünç almaktan daha kapsamlı ve derin bir meseledir. Bu ilgi ayrıca marksizmin değerlerini, ahlâkî-politik tercihlerini ve gelecek ütopyasına dönük beklentisini de içerir. En derinlikli gözlemleri yapan isim olarak Gustavo Gutiérrez, marksizmin kendisini bilimsel analiz önerisi ile sınırlandırmadığını, onun aynı zamanda toplumsal değişime dönük ütopik bir arzu olduğunu söyler. Gutiérrez, Marx’ın külliyatındaki (oeuvre) kapsamlı birliği karartan, marksizmin devrimci, radikal ve tutarlı bir praksise ilham veren kapasitesini uygun bir biçimde anlamaya mani olan Althusser’in bilimci görüşünü eleştirir.[3]
Kurtuluş teologları hangi marksist kaynaklardan esinlendiler? Onların Marx’ın yazılarına dönük bilgi düzeyleri çok farklıdır. Enrique Dussel, Marx’ın eseri üzerine çok sayıda çalışma yapmış, bilgililik ve özgünlük açısından çarpıcı kitaplar yayımlamış bir isimdir.[4] Ayrıca Gutiérrez, Boff Biraderler, Hugo Assmann ve daha birçok yazarda Marx’a doğrudan ya da dolaylı kimi atıfların yapıldığına tanık oluruz.
Diğer yandan bu isimler, Sovyet elkitaplarındaki “diamat”a ya da Latin Amerika komünist partilerine çok az ilgi göstermişlerdir. Onları etkileyen daha çok “batı marksizmi” ya da kimi vakit kendi belgelerinde belirttikleri üzere, “neo-marksizm”dir. Gutiérrez’in 1971 tarihli, en önemli kitabı Liberation Theology: Perspectives’de (Kurtuluş Teolojisi: Perspektifler) en çok alıntılanan düşünür Ernst Bloch’tur. Bu kitapta ayrıca Althusser, Marcuse, Lukács, Henri Lefebvre, Lucien Goldmann ve Ernest Mandel’e atıflar yapıldığına tanık oluruz.[5]
Ancak Avrupalı isimlere yapılan bu atıflar, Latin Amerikalı yazarlara dönük atıflara nazaran daha azdır: Yerli-Amerikan kaynaklardan ilham alan özgün bir marksizm geliştirmiş bir isim olarak Perulu düşünür José Carlos Mariátegui; Latin Amerika tarihinin önemli bir dönüm noktası olarak Küba Devrimi; ve Fernando Henrique Cardoso, André Gunder Frank, Theotonio dos Santos ile Anibal Quijano’nun (tüm bu isimler çeşitli durumlar bağlamında Gutiérrez’in kitabında geçmektedir.) bağımlı kapitalizm eleştirisi olarak önerdikleri bağımlılık teorisi.[6]
Kurtuluş teologları, en genel anlamda “kurtuluşçu Hristiyanlar”, kendilerini salt marksist kaynaklarla sınırlamazlar. Dinî kültürlerinin ışığında ve ayrıca toplumsal tecrübeleri dolayısıyla onlar kendilerince yeni bir çığır açarlar ve marksizmin kimi temel başlıklarını yeniden formüle ederler. Bu anlamda sözkonusu çevre “neo-marksistler” olarak anılabilir; onları marksizme kimi özgün katkılarda bulunarak ona yeni perspektifler kazandıran yenilikçiler olarak görmek mümkündür.
En çarpıcı örnek, onların “klasik” işçi ya da proleter tabiri yanında “fakir” kavramını kullanmış olmalarıdır. Fakirlere yönelik ilgi Hristiyanlığın evanjelik kaynaklarına kadar uzanan, kiliseye ait eski bir gelenektir. Latin Amerikalı teologlar sürekli atıf yapılan bir unsur ve ilham kaynağı olarak işgören bu gelenekle birlikte tanımlanırlar. Ancak sözkonusu çevre, şu hayatî konuda geçmişle uzlaşmazlık içindedir: onlara göre fakirler artık yardımseverliğin konusu değil, kendi kurtuluşlarının öznesidirler. Babahancı inayet ya da katkı, fakirlerin kendi öz-kurtuluşları mücadelesi ile birlikte gelişen dayanışma kültürüne yenik düşmüştür. Bu, marksizmin temel ilkesi, yani “işçi sınıfı kurtuluşa ancak gene kendi elleriyle ulaşmalıdır.” tespiti ile kurulan bağdır. Kilisenin toplumsal öğretisi göz önüne alındığı vakit bu, kurtuluş teologlarınca yapılmış, çok sayıda gönderime sahip en önemli politik buluştur. Sözkonusu buluş, ayrıca toplumsal praksis alanında da çok büyük sonuçlara yol açar.
Şüphesiz ki kimi marksistler materyalist proletarya anlayışının (“fakirler” olarak nitelendirilen) bu türden müphem, duygusal ve muğlâk bir kategoriyle ikâme edilmesini eleştirirler. Gerçekte bu terim, Latin Amerika koşullarına denk düşer. Bu kıtada, hem şehirlerde hem de kırsal bölgelerde çok sayıda fakir, işsiz, yarı-işsiz, sezonluk işçi, seyyar satıcı, dışlanmış ve fahişe bulmak mümkündür; tüm bu unsurlar “resmî” üretim sisteminden dışlanmışlardır. Sonrasında El Salvador’un marksist-Hristiyan sendikacıları, mazlum ve sömürülen halkın tüm bileşenlerini birleştiren başka bir terim bulurlar: pobretariado (“fakiretarya”). Ayrıca bu noktada, sözkonusu fakir halkın ekseriyetinin, yani kilise cemaatlerinin üyelerinin önemli bir bölümünün kadın olduğu da hatırda tutulmalıdır.
Kurtuluş teolojisi marksizminin diğer özgül yanı ise kapitalizmin ahlâkî eleştirisidir. İlk ilham kaynağı, dinî ve ahlâkî olan kurtuluşçu Hristiyanlık, görece daha radikal, uzlaşmaz ve kategorik bir anti-kapitalizm mücadelesi verir, zira stalinist kalıptan çıkma yayınlar hazırlayıp duran ve sanayi işçisi ile “sınaî (kapitalist) gelişimin “anti-feodal” tarihsel rolü üzerinde duran kıtadaki komünist partilerin aksine, onda ahlâkî bir öfke mevcuttur. Bir örnek, sözkonusu paradoksu resmetmemize yeterli olacaktır. Altıncı kongre (1967) kararlarında Brezilya Komünist Partisi, “üretim araçlarının toplumsallaştırılması üretici güçlerle üretim ilişkilerinin günümüzdeki düzeyine denk düşmemektedir.” tespitini yapar. Başka bir ifadeyle, herhangi türden bir sosyalizm meselesinin gündeme gelmesinden önce sınaî kapitalizm ekonomiyi geliştirmeli ve ülkeyi modernize etmelidir. 1973’te, Brezilya’nın orta-batı bölgesindeki piskoposlar ve önde gelen rahipler The Cry of the Church (Kilisenin Şiarı) başlıklı bir belge yayımlarlar. Belge şu cümlelerle bitmektedir:
“Kapitalizm aşılmalıdır. O en büyük kötülük, birikmiş günah ve çürümüş kök, o, verdiği her meyveyi -sefalet, açlık, hastalık ve ölümü- çok iyi bildiğimiz bir ağaçtır. Kapitalizmin aşılması için üretim araçları (fabrikalar, toprak, ticaret ve bankalar) üzerindeki özel mülkiyet kaldırılmalıdır.”[7]
Bu ve kurtuluşçu Hristiyan eğilimindeki daha birçok belgede görüldüğü üzere fakirlerle dayanışma, kapitalizmin kınanmasına ve beraberinde sosyalizme dönük arzuya yol açmaktadır.
Anti-kapitalizmlerindeki ahlâkî radikalizmin bir sonucu olarak Hristiyan sosyalistler, saf ekonomik “kalkınmacılık” mantığının tuzağına düşmüş olan marksistlere nazaran, Latin Amerika’daki “gerçekte varolan modernite”nin ve (André Gunder Frank’ın iyi bilinen ifadesini kullanmak gerekirse) “azgelişmişliğin gelişmesi”ne ait mantığın yarattığı toplumsal çöküşlere çoğu zaman daha fazla hassasiyet geliştirmişlerdir. Örneğin “ortodoks” marksist etnolog Otavio Guilherme Velho, kapitalizmi "mutlak kötülük" olarak görüp, kapitalizm öncesi geleneklerle köylülük ideolojisi adına “ilerleme dinamiği” olan tarımdaki kapitalist dönüşüme itiraz ettiği için Brezilya’nın ilerici kilisesini birçok kez eleştirmiştir.[8]
Yetmişlerin sonuna dek kimi Hristiyan düşünürlerle marksist düşüncede başka bir tema, putlara karşı İncil’e dayalı mücadele ile marksizmin meta fetişizmi eleştirisi arasındaki benzerlik, rol oynamaya başlar. Her iki yaklaşımın kurtuluş teolojisi içinde eklemlenmesi, Marx’ın da kapitalizm eleştirisinde İncil’vari kimi simgeleri ve kavramları kullanmış olması gerçeği aracılığıyla kolaylaşır.
Baal, Altın Buzağı, Mamun, Moloch: Marx, paraya, metaya, kâra, piyasaya ya da sermayenin kendisine bir put misali tapınan kapitalizmin ruhunu kınamak için Kapital’de ve diğer ekonomi yazılarında bu tip “teolojik metaforlar”ı doğrudan, Eski Ahit peygamberlerinden esinlenen bir dille birlikte, kullanır. Borsa çoğunlukla “Baal” ya da “Mamun” mabedi olarak anılır. Marksist kapitalizm eleştirisinin en önemli kavramı, kendisi de “teolojik bir metafor” olan ve putperestliği ifade eden, fetişizmdir.
Marksist kapitalizm eleştirisindeki bu “teolojik metaforlar” ve benzerî kimi örnekler onları kendi yazılarında kullanmaktan çekinmeyen çeşitli kurtuluş teologların aşina olduğu hususlardır. Bu tarz “metaforlar”ın ayrıntılı analizini Enrique Dussel’in 1993 tarihli, kurtuluş Hristiyanlığının çıkış noktasından marksist fetişizm teorisini inceleyen kitabında bulmak mümkündür.[9]
Latin Amerika’daki ekonomik ve toplumsal hâkimiyet sisteminin bir putperestlik biçimi olduğu tespiti üzerinden yapılan eleştirinin anahatları, ilkin The War of Gods: The Idols of Oppression and the Search for the Liberating God (Tanrıların Savaşı: Zulmün Putları ve Özgürleştiren Tanrı’nın Aranması) ismiyle, Kosta Rika’daki Departamento Ecumenico de Investigaciones –DEI (San José Ekümenik İncelemeler Bölümü) tarafından yayımlanan kitapta belirlenir. 1980’de yayımlanan kitap epey yankı bularak yedi ayrı dile çevrilir. Kitabın altına imzasını atan beş yazarın -H. Assmann, F. Hinkelammert, J. Pixley, P. Richard ve J. Sobrino- ortak bakış açısı giriş bölümünde ortaya konulur. Kitap kilisenin muhafazakâr, yozlaşmış geleneğinden nihaî bir kopuşu öngörür, ilgili gelenek iki yüz yıldır “ateizm”i ve onun modern biçimi olarak takdim edilen marksizmi baş düşman olarak görmektedir:
“Bugün Latin Amerika’daki kilit sorun ateizm değil, ontolojik anlamda Tanrı’nın varlığı sorunudur. (…) Kilit sorun putperestlik, hâkimiyet sisteminin uydurma tanrılara yönelik dalkavukluğudur. (…) Her hâkimiyet sistemini temelde karakterize eden, sistemin yarattığı, hayata dönük husumeti ve zulmü kutsallaştıran tanrılar ve putlardır. (…) Bu tanrılar savaşında hakikî Tanrı’yı arayıp bulma gayreti, putperestliğe karşı çıkmamızı, uydurma kutsallara, öldüren fetişlere ve ölümün dinî silâhlarına itiraz etmemizi sağlayan gerçeğe yönelik bir bakış açısına yöneltir bizleri. Özgürleştirici olup kendi yüzünü ve fakirin mücadelesindeki sırrı açığa çıkartan Tanrı’ya iman, ister istemez uydurma kutsalların inkârı noktasında anlam bulur. (…) İman artık putperestliğin karşısındadır.”[10]
Bu, Hugo Assmann ve Franz Hinkelammert’in birlikte kaleme aldıkları Market Idolatry: An Essay on Economics and Theology (Piyasa Putperestliği: Ekonomi ve Teoloji Üzerine Bir Deneme -1989) isimli kapsamlı ve yenilikçi kitabın da ana sorunsalıdır. Kitap putperestlik olarak gördüğü kapitalist sisteme karşı açıktan mücadele edilmesini telkin eden kurtuluş teolojisi tarihine yapılmış önemli bir katkıdır. Kilise’nin toplumsal öğretisi o güne dek daima “liberal” (ya da kapitalist) ekonomiye yönelik ahlâkî bir eleştiri biçiminde seyretmiştir. Assmann’ın da vurguladığı üzere, özellikle teolojik eleştirinin muhtaç olduğu şey, kapitalizmin uydurma bir din olduğunu ifşa etmek olmalıdır. Piyasa putperestliğinin özünü ne teşkil eder? Assmann’a göre, kapitalist “ekonomi dini” kendisini ekonomik paradigmanın örtük teolojisinde ve fetişize olmuş, gündelik dinî pratiğinde açığa vurur. “Piyasa Hristiyanlığı” yazınında, misal Ronald Reagan’ın konuşmalarında, yeni muhafazakâr dindar çevrelerin yazılarında ya da Michael Novack gibi “girişimci teologlar”ın eserlerinde açıktan bulunabilecek kimi dinî kavramların bütünleyici bir işlevi yoktur. Malthus’tan Dünya Bankası’nın en son yayımlandığı belgeye dek tüm piyasa teolojisi aşırı ölçüde bir kurban teolojisidir: onun muhtaç olduğu şey, ekonomik putların sunağına hayatlarını kurban edecek fakirler bulmaktır.
Bu noktada Hinkelammert, yetmişler ve seksenlerde, içine dinî köktencilik sinmiş Amerikan İmparatorluğu’nun yeni teolojisini analiz eder. Onun tanrısı, piyasa yasalarının aşkınlaştırılmış kişileşmesi”den başka bir şey değildir ve bu tanrıya dönük ibadet, kurban aracılığıyla gösterilen merhametin yerini alır. Piyasanın tanrısallaştırılması, gizli şiarı her doların üzerinde yazılı olan para tanrısını yaratır: “İman Ettiğimiz Tanrı’nın Adıyla”.[11]
Kosta Rika Ekümenik İncelemeler Bölümü’nün (DEI) çalışmaları toplumsal açıdan Hristiyanlığa bağlı olanları etkilemiş ve yeni bir kurtuluş teolojisi kuşağına ilham vermiştir. Örneğin (köken olarak Koreli) genç Brezilyalı Jung Mo Sung, The Idolatry of Capital and the Death of the Poor (Sermaye Putperestliği ve Fakirin Ölümü -1980) isimli kitabında, milyonlarca fakir insanı dış borçlara dayalı acımasız mantığı aracılığıyla “küresel piyasa”nın sunağına hayatlarını kurban etmeye zorlayan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumları ile uluslararası kapitalist sisteme yönelik ahlâkî-dinî bir eleştiri geliştirir. Sung, Theology and Economics (Teoloji ve Ekonomi -1994) isimli son kitabında ise eski putperestliğin aksine, bizlerin görünür bir sunakla değil, görünüşte “dindışı”, “laik”, bilimsel ve nesnel kimi zorunluluklar adına insanların kendilerini feda etmelerini talep eden bir sistemle uğraştığımızı söyler.
Marksist eleştiri ile kurtuluşçu Hristiyanlığın piyasa putperestliği eleştirisi hangi yönlerden ortaktır, hangi açılardan ayrışır? Kanaatime göre (Ernst Bloch’un düşüncesinin aksine) Hristiyanlık’ta bir tür ateizm ya da parlak bir teolog ve marksolog olan Enrique Dussel’in iddiasının aksine, Marx’ta örtük bir teoloji bulmak mümkün değildir.[12] “Fetişizm” kavramı gibi kimi teolojik metaforlar Marx tarafından bilimsel bir analizin araçları olarak kullanılmışken, kurtuluşçu Hristiyanlığı’nda ise bunlar dinî açıdan önemlidirler. Her ikisinin paylaştığı şeyler ise ahlâkî bir yapı, peygambervari bir isyan, piyasaya yönelik hümanist bir öfke ve hepsinden daha önemlisi, mağdurlarla dayanışmadır.
Marx’a göre, metalara yönelik fetişistik ibadet proletaryanın ve sömürülen, ayrıca devrimci sınıfların nazarında kapitalist yabancılaşmanın bir eleştirisidir. Kurtuluş teolojisi içinse o Hayatın hakikî Tanrı’sı ile ölümün uydurma putları arasındaki mücadeleyle ilgilidir. Ancak her iki taraf da şeyleşme karşısında canlı emeğin safını tutar; ölü şeylerin yabancılaşmış gücüne karşı fakirin ve mazlumun hayatı müdafaa edilir. Her şeyin ötesinde inanmayan marksistler ile kendilerini Tanrı’ya adamış Hristiyanlar, sömürülenin toplumsal öz-kurtuluşu yolunda, ayrım gözetmeksizin, ortak davaya girmişlerdir.
Ama bu külliyat, yeni teoloji çalışmalarından çok önce, altmışların başında ortaya çıkan büyük bir toplumsal hareketin somut ifadeleridir. Bu hareket, kilisenin önde gelen kesimlerini (rahipler, dinî tarikatlar ve piskoposlar), kilisedışı dinî hareketleri (Katolik Eylem, Hristiyan öğrenci hareketi ve Hristiyan genç işçiler), halk desteğine sahip piskopos komitelerini, emek, toprak ve şehirle ilgili piskopos komitelerini ve kilise cemaatlerini içerir. Kurtuluş Hristiyanlığı olarak anılabilecek bu toplumsal hareket olmaksızın, Orta Amerika’daki devrimin yükselişi (Nikaragua ve El Salvador) ya da Brezilya’daki yeni doğan işçi ve köylü hareketleri (İşçi Partisi, Topraksız Köylüler Hareketi vb.) gibi, Latin Amerika’da son otuz yıl boyunca yaşanan toplumsal ve tarihsel olguların önemini anlamak imkânsızdır.[1]
İlerici Hristiyanların ve kurtuluş teolojisinin marksizmi keşfi, tek başına entelektüel ya da akademik bir süreç değildir. Çıkış noktası, Latin Amerika’daki kitlesel ve şiddetli gerçekliğe ait o kaçınılmaz toplumsal olgudur: sefalet. Bir avuç mümin marksizme meyleder, zira marksizm onlara sefaletin sebepleri ile ilgili en sistematik, en tutarlı ve kapsamlı izahı vermekte, sefaleti ortadan kaldırmak için gerekli radikal bir öneri sunmaktadır. Sefalete karşı etkin bir biçimde mücadele edebilmek için onun sebeplerini anlamak şarttır. Brezilyalı kardinal Dom Helder Câmara, bu yönelimi şu şekilde özetler:
“İnsanlara fakirlere yardım etmelerini rica ettiğimde bana “aziz” diyorlar. Ama onlara neden bu kadar sefalet var?” diye sorduğumda bana bir komünistmişim gibi yaklaşıyorlar.”
Kurtuluş teolojisinin marksizme yönelik tavrına dair genel bir bakış edinmek o kadar da kolay bir iş değildir. Bir taraftan onda birkaç unsurun ihtiyatlı kullanımından eksiksiz bir senteze doğru değişen birbirinden farklı düşüncelere rastlarız (örneğin bir eğilim olarak “Sosyalizm için Hristiyanlık”). Diğer yandan da 1968-80 arası dönemde, bugünkü çekingen Roma eleştirilerine ve 1989 sonrası Doğu Avrupa’daki gelişmelere nazaran görece daha radikal kimi değişimlerin yaşandığına tanık oluruz. Ancak önde gelen teologlara ve kimi piskoposlara ait belgeler temelinde bir dizi ortak referans noktası belirlemek mümkündür.[2] Kimi Latin Amerikalı teologlar (Althusser’den etkilenenler), marksizmi (bir) sosyal bilim olarak görürler ve onun Latin Amerika gerçekliğine ilişkin görece daha kapsamlı bilgiye ulaşmak için saf anlamda araçsal bir tarzda kullanılması gerektiğini düşünürler. Bu tarz bir tarif, hem çok geniş hem de çok dardır. Geniştir, zira marksizm yegâne sosyal bilim değildir; çok dardır, zira marksizm tek başına bir bilim değildir: o dünyayı sadece anlamayı değil, ayrıca dönüştürmeyi hedefleyen pratik bir tercihe yaslanır.
Gerçekte kurtuluş teologlarının marksizme dönük ilgisi, birçok yazara göre onun tarafından büyülenmesi insanların inanabileceği bilimsel amaçlar için kimi kavramlar ödünç almaktan daha kapsamlı ve derin bir meseledir. Bu ilgi ayrıca marksizmin değerlerini, ahlâkî-politik tercihlerini ve gelecek ütopyasına dönük beklentisini de içerir. En derinlikli gözlemleri yapan isim olarak Gustavo Gutiérrez, marksizmin kendisini bilimsel analiz önerisi ile sınırlandırmadığını, onun aynı zamanda toplumsal değişime dönük ütopik bir arzu olduğunu söyler. Gutiérrez, Marx’ın külliyatındaki (oeuvre) kapsamlı birliği karartan, marksizmin devrimci, radikal ve tutarlı bir praksise ilham veren kapasitesini uygun bir biçimde anlamaya mani olan Althusser’in bilimci görüşünü eleştirir.[3]
Kurtuluş teologları hangi marksist kaynaklardan esinlendiler? Onların Marx’ın yazılarına dönük bilgi düzeyleri çok farklıdır. Enrique Dussel, Marx’ın eseri üzerine çok sayıda çalışma yapmış, bilgililik ve özgünlük açısından çarpıcı kitaplar yayımlamış bir isimdir.[4] Ayrıca Gutiérrez, Boff Biraderler, Hugo Assmann ve daha birçok yazarda Marx’a doğrudan ya da dolaylı kimi atıfların yapıldığına tanık oluruz.
Diğer yandan bu isimler, Sovyet elkitaplarındaki “diamat”a ya da Latin Amerika komünist partilerine çok az ilgi göstermişlerdir. Onları etkileyen daha çok “batı marksizmi” ya da kimi vakit kendi belgelerinde belirttikleri üzere, “neo-marksizm”dir. Gutiérrez’in 1971 tarihli, en önemli kitabı Liberation Theology: Perspectives’de (Kurtuluş Teolojisi: Perspektifler) en çok alıntılanan düşünür Ernst Bloch’tur. Bu kitapta ayrıca Althusser, Marcuse, Lukács, Henri Lefebvre, Lucien Goldmann ve Ernest Mandel’e atıflar yapıldığına tanık oluruz.[5]
Ancak Avrupalı isimlere yapılan bu atıflar, Latin Amerikalı yazarlara dönük atıflara nazaran daha azdır: Yerli-Amerikan kaynaklardan ilham alan özgün bir marksizm geliştirmiş bir isim olarak Perulu düşünür José Carlos Mariátegui; Latin Amerika tarihinin önemli bir dönüm noktası olarak Küba Devrimi; ve Fernando Henrique Cardoso, André Gunder Frank, Theotonio dos Santos ile Anibal Quijano’nun (tüm bu isimler çeşitli durumlar bağlamında Gutiérrez’in kitabında geçmektedir.) bağımlı kapitalizm eleştirisi olarak önerdikleri bağımlılık teorisi.[6]
Kurtuluş teologları, en genel anlamda “kurtuluşçu Hristiyanlar”, kendilerini salt marksist kaynaklarla sınırlamazlar. Dinî kültürlerinin ışığında ve ayrıca toplumsal tecrübeleri dolayısıyla onlar kendilerince yeni bir çığır açarlar ve marksizmin kimi temel başlıklarını yeniden formüle ederler. Bu anlamda sözkonusu çevre “neo-marksistler” olarak anılabilir; onları marksizme kimi özgün katkılarda bulunarak ona yeni perspektifler kazandıran yenilikçiler olarak görmek mümkündür.
En çarpıcı örnek, onların “klasik” işçi ya da proleter tabiri yanında “fakir” kavramını kullanmış olmalarıdır. Fakirlere yönelik ilgi Hristiyanlığın evanjelik kaynaklarına kadar uzanan, kiliseye ait eski bir gelenektir. Latin Amerikalı teologlar sürekli atıf yapılan bir unsur ve ilham kaynağı olarak işgören bu gelenekle birlikte tanımlanırlar. Ancak sözkonusu çevre, şu hayatî konuda geçmişle uzlaşmazlık içindedir: onlara göre fakirler artık yardımseverliğin konusu değil, kendi kurtuluşlarının öznesidirler. Babahancı inayet ya da katkı, fakirlerin kendi öz-kurtuluşları mücadelesi ile birlikte gelişen dayanışma kültürüne yenik düşmüştür. Bu, marksizmin temel ilkesi, yani “işçi sınıfı kurtuluşa ancak gene kendi elleriyle ulaşmalıdır.” tespiti ile kurulan bağdır. Kilisenin toplumsal öğretisi göz önüne alındığı vakit bu, kurtuluş teologlarınca yapılmış, çok sayıda gönderime sahip en önemli politik buluştur. Sözkonusu buluş, ayrıca toplumsal praksis alanında da çok büyük sonuçlara yol açar.
Şüphesiz ki kimi marksistler materyalist proletarya anlayışının (“fakirler” olarak nitelendirilen) bu türden müphem, duygusal ve muğlâk bir kategoriyle ikâme edilmesini eleştirirler. Gerçekte bu terim, Latin Amerika koşullarına denk düşer. Bu kıtada, hem şehirlerde hem de kırsal bölgelerde çok sayıda fakir, işsiz, yarı-işsiz, sezonluk işçi, seyyar satıcı, dışlanmış ve fahişe bulmak mümkündür; tüm bu unsurlar “resmî” üretim sisteminden dışlanmışlardır. Sonrasında El Salvador’un marksist-Hristiyan sendikacıları, mazlum ve sömürülen halkın tüm bileşenlerini birleştiren başka bir terim bulurlar: pobretariado (“fakiretarya”). Ayrıca bu noktada, sözkonusu fakir halkın ekseriyetinin, yani kilise cemaatlerinin üyelerinin önemli bir bölümünün kadın olduğu da hatırda tutulmalıdır.
Kurtuluş teolojisi marksizminin diğer özgül yanı ise kapitalizmin ahlâkî eleştirisidir. İlk ilham kaynağı, dinî ve ahlâkî olan kurtuluşçu Hristiyanlık, görece daha radikal, uzlaşmaz ve kategorik bir anti-kapitalizm mücadelesi verir, zira stalinist kalıptan çıkma yayınlar hazırlayıp duran ve sanayi işçisi ile “sınaî (kapitalist) gelişimin “anti-feodal” tarihsel rolü üzerinde duran kıtadaki komünist partilerin aksine, onda ahlâkî bir öfke mevcuttur. Bir örnek, sözkonusu paradoksu resmetmemize yeterli olacaktır. Altıncı kongre (1967) kararlarında Brezilya Komünist Partisi, “üretim araçlarının toplumsallaştırılması üretici güçlerle üretim ilişkilerinin günümüzdeki düzeyine denk düşmemektedir.” tespitini yapar. Başka bir ifadeyle, herhangi türden bir sosyalizm meselesinin gündeme gelmesinden önce sınaî kapitalizm ekonomiyi geliştirmeli ve ülkeyi modernize etmelidir. 1973’te, Brezilya’nın orta-batı bölgesindeki piskoposlar ve önde gelen rahipler The Cry of the Church (Kilisenin Şiarı) başlıklı bir belge yayımlarlar. Belge şu cümlelerle bitmektedir:
“Kapitalizm aşılmalıdır. O en büyük kötülük, birikmiş günah ve çürümüş kök, o, verdiği her meyveyi -sefalet, açlık, hastalık ve ölümü- çok iyi bildiğimiz bir ağaçtır. Kapitalizmin aşılması için üretim araçları (fabrikalar, toprak, ticaret ve bankalar) üzerindeki özel mülkiyet kaldırılmalıdır.”[7]
Bu ve kurtuluşçu Hristiyan eğilimindeki daha birçok belgede görüldüğü üzere fakirlerle dayanışma, kapitalizmin kınanmasına ve beraberinde sosyalizme dönük arzuya yol açmaktadır.
Anti-kapitalizmlerindeki ahlâkî radikalizmin bir sonucu olarak Hristiyan sosyalistler, saf ekonomik “kalkınmacılık” mantığının tuzağına düşmüş olan marksistlere nazaran, Latin Amerika’daki “gerçekte varolan modernite”nin ve (André Gunder Frank’ın iyi bilinen ifadesini kullanmak gerekirse) “azgelişmişliğin gelişmesi”ne ait mantığın yarattığı toplumsal çöküşlere çoğu zaman daha fazla hassasiyet geliştirmişlerdir. Örneğin “ortodoks” marksist etnolog Otavio Guilherme Velho, kapitalizmi "mutlak kötülük" olarak görüp, kapitalizm öncesi geleneklerle köylülük ideolojisi adına “ilerleme dinamiği” olan tarımdaki kapitalist dönüşüme itiraz ettiği için Brezilya’nın ilerici kilisesini birçok kez eleştirmiştir.[8]
Yetmişlerin sonuna dek kimi Hristiyan düşünürlerle marksist düşüncede başka bir tema, putlara karşı İncil’e dayalı mücadele ile marksizmin meta fetişizmi eleştirisi arasındaki benzerlik, rol oynamaya başlar. Her iki yaklaşımın kurtuluş teolojisi içinde eklemlenmesi, Marx’ın da kapitalizm eleştirisinde İncil’vari kimi simgeleri ve kavramları kullanmış olması gerçeği aracılığıyla kolaylaşır.
Baal, Altın Buzağı, Mamun, Moloch: Marx, paraya, metaya, kâra, piyasaya ya da sermayenin kendisine bir put misali tapınan kapitalizmin ruhunu kınamak için Kapital’de ve diğer ekonomi yazılarında bu tip “teolojik metaforlar”ı doğrudan, Eski Ahit peygamberlerinden esinlenen bir dille birlikte, kullanır. Borsa çoğunlukla “Baal” ya da “Mamun” mabedi olarak anılır. Marksist kapitalizm eleştirisinin en önemli kavramı, kendisi de “teolojik bir metafor” olan ve putperestliği ifade eden, fetişizmdir.
Marksist kapitalizm eleştirisindeki bu “teolojik metaforlar” ve benzerî kimi örnekler onları kendi yazılarında kullanmaktan çekinmeyen çeşitli kurtuluş teologların aşina olduğu hususlardır. Bu tarz “metaforlar”ın ayrıntılı analizini Enrique Dussel’in 1993 tarihli, kurtuluş Hristiyanlığının çıkış noktasından marksist fetişizm teorisini inceleyen kitabında bulmak mümkündür.[9]
Latin Amerika’daki ekonomik ve toplumsal hâkimiyet sisteminin bir putperestlik biçimi olduğu tespiti üzerinden yapılan eleştirinin anahatları, ilkin The War of Gods: The Idols of Oppression and the Search for the Liberating God (Tanrıların Savaşı: Zulmün Putları ve Özgürleştiren Tanrı’nın Aranması) ismiyle, Kosta Rika’daki Departamento Ecumenico de Investigaciones –DEI (San José Ekümenik İncelemeler Bölümü) tarafından yayımlanan kitapta belirlenir. 1980’de yayımlanan kitap epey yankı bularak yedi ayrı dile çevrilir. Kitabın altına imzasını atan beş yazarın -H. Assmann, F. Hinkelammert, J. Pixley, P. Richard ve J. Sobrino- ortak bakış açısı giriş bölümünde ortaya konulur. Kitap kilisenin muhafazakâr, yozlaşmış geleneğinden nihaî bir kopuşu öngörür, ilgili gelenek iki yüz yıldır “ateizm”i ve onun modern biçimi olarak takdim edilen marksizmi baş düşman olarak görmektedir:
“Bugün Latin Amerika’daki kilit sorun ateizm değil, ontolojik anlamda Tanrı’nın varlığı sorunudur. (…) Kilit sorun putperestlik, hâkimiyet sisteminin uydurma tanrılara yönelik dalkavukluğudur. (…) Her hâkimiyet sistemini temelde karakterize eden, sistemin yarattığı, hayata dönük husumeti ve zulmü kutsallaştıran tanrılar ve putlardır. (…) Bu tanrılar savaşında hakikî Tanrı’yı arayıp bulma gayreti, putperestliğe karşı çıkmamızı, uydurma kutsallara, öldüren fetişlere ve ölümün dinî silâhlarına itiraz etmemizi sağlayan gerçeğe yönelik bir bakış açısına yöneltir bizleri. Özgürleştirici olup kendi yüzünü ve fakirin mücadelesindeki sırrı açığa çıkartan Tanrı’ya iman, ister istemez uydurma kutsalların inkârı noktasında anlam bulur. (…) İman artık putperestliğin karşısındadır.”[10]
Bu, Hugo Assmann ve Franz Hinkelammert’in birlikte kaleme aldıkları Market Idolatry: An Essay on Economics and Theology (Piyasa Putperestliği: Ekonomi ve Teoloji Üzerine Bir Deneme -1989) isimli kapsamlı ve yenilikçi kitabın da ana sorunsalıdır. Kitap putperestlik olarak gördüğü kapitalist sisteme karşı açıktan mücadele edilmesini telkin eden kurtuluş teolojisi tarihine yapılmış önemli bir katkıdır. Kilise’nin toplumsal öğretisi o güne dek daima “liberal” (ya da kapitalist) ekonomiye yönelik ahlâkî bir eleştiri biçiminde seyretmiştir. Assmann’ın da vurguladığı üzere, özellikle teolojik eleştirinin muhtaç olduğu şey, kapitalizmin uydurma bir din olduğunu ifşa etmek olmalıdır. Piyasa putperestliğinin özünü ne teşkil eder? Assmann’a göre, kapitalist “ekonomi dini” kendisini ekonomik paradigmanın örtük teolojisinde ve fetişize olmuş, gündelik dinî pratiğinde açığa vurur. “Piyasa Hristiyanlığı” yazınında, misal Ronald Reagan’ın konuşmalarında, yeni muhafazakâr dindar çevrelerin yazılarında ya da Michael Novack gibi “girişimci teologlar”ın eserlerinde açıktan bulunabilecek kimi dinî kavramların bütünleyici bir işlevi yoktur. Malthus’tan Dünya Bankası’nın en son yayımlandığı belgeye dek tüm piyasa teolojisi aşırı ölçüde bir kurban teolojisidir: onun muhtaç olduğu şey, ekonomik putların sunağına hayatlarını kurban edecek fakirler bulmaktır.
Bu noktada Hinkelammert, yetmişler ve seksenlerde, içine dinî köktencilik sinmiş Amerikan İmparatorluğu’nun yeni teolojisini analiz eder. Onun tanrısı, piyasa yasalarının aşkınlaştırılmış kişileşmesi”den başka bir şey değildir ve bu tanrıya dönük ibadet, kurban aracılığıyla gösterilen merhametin yerini alır. Piyasanın tanrısallaştırılması, gizli şiarı her doların üzerinde yazılı olan para tanrısını yaratır: “İman Ettiğimiz Tanrı’nın Adıyla”.[11]
Kosta Rika Ekümenik İncelemeler Bölümü’nün (DEI) çalışmaları toplumsal açıdan Hristiyanlığa bağlı olanları etkilemiş ve yeni bir kurtuluş teolojisi kuşağına ilham vermiştir. Örneğin (köken olarak Koreli) genç Brezilyalı Jung Mo Sung, The Idolatry of Capital and the Death of the Poor (Sermaye Putperestliği ve Fakirin Ölümü -1980) isimli kitabında, milyonlarca fakir insanı dış borçlara dayalı acımasız mantığı aracılığıyla “küresel piyasa”nın sunağına hayatlarını kurban etmeye zorlayan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumları ile uluslararası kapitalist sisteme yönelik ahlâkî-dinî bir eleştiri geliştirir. Sung, Theology and Economics (Teoloji ve Ekonomi -1994) isimli son kitabında ise eski putperestliğin aksine, bizlerin görünür bir sunakla değil, görünüşte “dindışı”, “laik”, bilimsel ve nesnel kimi zorunluluklar adına insanların kendilerini feda etmelerini talep eden bir sistemle uğraştığımızı söyler.
Marksist eleştiri ile kurtuluşçu Hristiyanlığın piyasa putperestliği eleştirisi hangi yönlerden ortaktır, hangi açılardan ayrışır? Kanaatime göre (Ernst Bloch’un düşüncesinin aksine) Hristiyanlık’ta bir tür ateizm ya da parlak bir teolog ve marksolog olan Enrique Dussel’in iddiasının aksine, Marx’ta örtük bir teoloji bulmak mümkün değildir.[12] “Fetişizm” kavramı gibi kimi teolojik metaforlar Marx tarafından bilimsel bir analizin araçları olarak kullanılmışken, kurtuluşçu Hristiyanlığı’nda ise bunlar dinî açıdan önemlidirler. Her ikisinin paylaştığı şeyler ise ahlâkî bir yapı, peygambervari bir isyan, piyasaya yönelik hümanist bir öfke ve hepsinden daha önemlisi, mağdurlarla dayanışmadır.
Marx’a göre, metalara yönelik fetişistik ibadet proletaryanın ve sömürülen, ayrıca devrimci sınıfların nazarında kapitalist yabancılaşmanın bir eleştirisidir. Kurtuluş teolojisi içinse o Hayatın hakikî Tanrı’sı ile ölümün uydurma putları arasındaki mücadeleyle ilgilidir. Ancak her iki taraf da şeyleşme karşısında canlı emeğin safını tutar; ölü şeylerin yabancılaşmış gücüne karşı fakirin ve mazlumun hayatı müdafaa edilir. Her şeyin ötesinde inanmayan marksistler ile kendilerini Tanrı’ya adamış Hristiyanlar, sömürülenin toplumsal öz-kurtuluşu yolunda, ayrım gözetmeksizin, ortak davaya girmişlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder