Yüreğimde, sınırsız bir kardeşlik hasretinin şarkısını söyleyerek dayandım kapılarına. Sana olan dayanılmaz özlemimi gidermeye geldim sonunda...
Şimdi, kaybettiğim düşlerimi arıyorum sende. Bizi ortak bir
hayata bağlayan düşlerimizi. Bereketli topraklarında yüzyıllardır onulmaz
cefalarla korkusuzca büyüttüğün, uğruna nice bedeller ödediğin, bir büyük
insanlık hayaliyle bu yeryüzü cennetine sayısız hayatlar bağışladığın düşlerini
arıyorum senin Amida.
Sur diplerinde çocuklar, telaş içinde koşuyorlar, yorgun
suretlerini yüzlerinde ağır bir dünya yükü gibi taşıyarak. Biliyorum, siftahsız
gitmemek evlerine biricik hayalleri. Büyümüş de sanki küçülmüş figürleri gibi bu
hayatın; öylesine sessiz, öylesine masum. Bakışları, sanki hayal içinde hayal
satıyorlar. Taş kaldırımlara uzuyor gölgeleri sere serpe.
Bilmiyorlar, niye yavuklu gibi onlara mesken oluyor dağlar.
Niye durduk yerde kaçakçıya, eşkıyaya çıkıyor adları. Niye düğün dernek yerine,
ölüm haberleri yer alıyor manşetlerde gençlerin.
Ahh, Amida! Bunlar senin çocukların mı yoksa? Gülüşleri
eksik, yürekleri ince.. Yolcuyum bu diyarda, keşke biraz
daha kalabilsem sende Amida. Keşke biraz daha bilsem seni, biraz daha tanısam,
biraz daha anlasam; hani o duvar diplerinde çocukları, yürekleri yangın yeri
kadınları; dertleri çok, dermanı yok, düşleri yarım kalmış genç kızları…
Amida’nın düşlerini arıyorum; ıssız
sokaklarında, bazalt taşlarıyla döşenmiş eski kaldırımlarında, birbirine
büzülerek sokulmuş, korkuyla nefes alır gibi gecekondularında…
Duyuyorum, sokaklar kendi dilinden başka bir dille konuşuyor. Utangaç yüzlerini surlara gömmüş kondular mahzun. Kırık dökük suretleri gibi dizilmişler duvar diplerine. Sanki ödünç aldıkları bir hayatı yaşıyorlar. Nereden gelmişler, hangi kavmin geride kalan artıkları bunlar, nasıl faili meçhul bir yangından sağ kurtulmuşlar? Hayalleri nerede unutulmuş?
Duyuyorum, sokaklar kendi dilinden başka bir dille konuşuyor. Utangaç yüzlerini surlara gömmüş kondular mahzun. Kırık dökük suretleri gibi dizilmişler duvar diplerine. Sanki ödünç aldıkları bir hayatı yaşıyorlar. Nereden gelmişler, hangi kavmin geride kalan artıkları bunlar, nasıl faili meçhul bir yangından sağ kurtulmuşlar? Hayalleri nerede unutulmuş?
Yaralı bir kente benziyor bedenim, yorgun. Ezeli bir
sessizliğe bürünmüş gibi taş avlular, sanki eski sahiplerini bekliyor. Hanlar
sokağında kalabalıklar dalga dalga çoğalıyor. Birden, bir çocuğun yenik
bakışlarında buluyorum kendimi. Ahhh o gözler! İri mavi gözlerinde yoksunluğun
diğer adı, buğulu gözler! Baktıkça içinde kaybolup gittiğim gözler. Kalbimin
gözleri, gelmiş geçmiş bütün kavimlerin gözleri; baktıkça yüreğimde kılıç yarası
gibi sıcak izler bırakan gözler... Mavi gözlü çocuk sur
dibinde küçük adımlarla koşuyor. Belki de bir yanında yaralı bir yürek taşıyor.
Uzatıyorum ellerimi kaçıyor. Körpecik bedeniyle, küçük çarpık bacaklarını
birbirine vurarak uzaklaşıyor.
Amida’nın düşlerini arıyorum; Melik
Ahmet’te, Suriçi’nde, Hançepek’te..
Bir kadın! Yüreği yangın yeri, bakışları meydan okur gibi, öfkeli ve mağrur. Bu dünyada kaybedecek neyi kalmış? Kelimeler, keskin bir bıçak gibi diziliyor dudaklarına, sözleri alaz; Bir gece askeran basmış köylerini. Gerisi ateş, gerisi barut, gerisi kan ve zulüm; gerisi mezalim… Ansızın bitivermiş hayat. Kim bilir kaç asır tütün ekmiş, kaç evlat vermiş o topraklara, kaç mezar bırakmışlar geride. Derelerine, tepelerine, taşlarına el sürmüş, ter akıtmışlar; kına yeşili vadilerine, otlarına, ağaçlarına yüz sürmüşler. Bir anda haram eylenmiş hayatları. Ne düşleri kalmış geride, ne de tutunacak hayalleri. Amida’nın kollarına bırakmışlar bir gece hayatlarını…
Bir kadın! Yüreği yangın yeri, bakışları meydan okur gibi, öfkeli ve mağrur. Bu dünyada kaybedecek neyi kalmış? Kelimeler, keskin bir bıçak gibi diziliyor dudaklarına, sözleri alaz; Bir gece askeran basmış köylerini. Gerisi ateş, gerisi barut, gerisi kan ve zulüm; gerisi mezalim… Ansızın bitivermiş hayat. Kim bilir kaç asır tütün ekmiş, kaç evlat vermiş o topraklara, kaç mezar bırakmışlar geride. Derelerine, tepelerine, taşlarına el sürmüş, ter akıtmışlar; kına yeşili vadilerine, otlarına, ağaçlarına yüz sürmüşler. Bir anda haram eylenmiş hayatları. Ne düşleri kalmış geride, ne de tutunacak hayalleri. Amida’nın kollarına bırakmışlar bir gece hayatlarını…
Amida’nın düşlerini arıyorum
surlarında; Keçi Burcu’nda, Mardin Kapı’da, Yedi Kardeşler’de...
Kenar semtlerine sığınmış her ev bir yangın, dokunsan her
insan bir hikaye, kapasan gözlerini her çocuk bir düş. Kime sorsam bu hayatın
yabancısı. Her cümlede bir kahır, her kelimede bir dert, her seste bir çığlık
gizli. Nasıl bir kasırgaya kurban hayalleri!? Hangi çelik yüzlü fırtınanın eseri
bu cehennem!? Kökünden kopararak onları dört yana savuran bu tufan hangi
tanrının öfkesi!? Meçhul bir yangının savurduğu sığıntılar gibi duruyorlar sur
diplerinde. Yüzlerinde eksik olmayan bu çığlık çığlığa suretler neyin nesi?
Neden böylesine avaz avaz bağırıyorlar ama hiç duyulmuyor sesleri. Geçtiğim
yollarda kalabalık yüzler. Kime baksam Amida’nın hayali, kime seslensem bu
hayalden bir eser, kime sorsam aynı düşün habercisi.
Amida’nın düşlerini arıyorum. Buzlupınar haşin haşin
akıyor, havada meşe ağaçlarının buram buram kokusu; dağlarda keklik ve ceylan
sürüsü..
Göçer kadın dağ yolunda ağır ağır ilerliyor. Katır
sırtlarında dünya yükü, avurtları çökmüş, kaşları kara, gözleri çukurunda;
“Zorluk içindeyiz oğul” diyor, “zorluk içindeyiz”.. Kara gözlerinden bulut bulut
efkar püskürterek. Onunla gurur duyduğunu söylüyor Amed. Tepeleri karlı beyaz,
alaca, dağlara dönüyor yüzünü, yürüyor…
Doruklarında Amida’nın düşleri mi saklı yoksa? Yollar
kıvrıla kıvrıla akıyor, göçer kadın dolana dolana ilerliyor, dağlar yüksele
yüksele beyazlanıyor.
Şimdi kalbim biraz daha suskun, biraz daha yaralı.. Çaresiz
gözlerimle bakıyorum ardından, öfkeyle önüme düşüyor başım. Sanki başka bir
ülkenin sokaklarındayım ben, kara gri gölgeleriyle sanki başka bir ülkenin
sokakları geçiyor üzerimden. Çaresiz kalbim üşüyor.
Amida’nın düşlerini arıyorum; On Gözlü Köprüsü’nde, Deliller Hanı’nda, Surp Giragos’ta..
Kırklar Dağı yaralı, kendi kanını emiyor Dicle. Bıraksan
belki parsel parsel olacak Hevsel Bahçeleri. Eğilip dokunuyorum toprağa, kanlı,
yumuşak. Sıksan, cesetler fışkırıyor toprağından cesetler. Kimi sıska, kimi
şişman, kimi saçlı, saçsız; ince kalın kemikleriyle cesetler. Daracık
yollarından geçiyorum; eski hanlarından, kervansaraylarından... Havada ağır bir
hüzün kokusu. Surp Giragos Kilisesi ardına kadar açmış kapılarını bekliyor. Dört
ayaklı minareden her yana ezan sesleri yayılıyor, çan kulesi ağır ağır
yükseliyor; ilahiler, çan sesleri birbirine karışıyor. Gidenler yavaş yavaş geri
dönüyor, birbiriyle barışıyor. Kalbim, bin yıllık kardeşliğe hasret, yürekli bir
sabırla beklemeye devam ediyor.
Amida’nın düşlerini arıyorum. Kalbim meydan meydan dolu,
semt semt kalabalık, ev ev mahşer.
Eski yüzlü evlerin kuşkuyla göz kırptığı daracık
sokaklardan geçiyorum. Ardımda, Hançepek’in kırık bakışları. Yüreğimin
çengelinde henüz sorulmamış soruların esrarengiz gizi. Birden bire duruyorum!
Aklımda sur içinde kaybettiğim çocuk; küçük çarpık bacakları, kahverengi
saçları, derin mavi gözlerinde buğulu, masum bakışları… İşte aradığım bu! İşte
bana yol gösterecek ışık, işte beni geleceğe taşıyacak cesaret! İşte kalbimdeki
henüz soğumamış o umut; işte sokak sokak aradığım Amida’nın düşleri…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder