BEN!Kendime teşekkür ediyor ve “hoşçakal” diyorum…Yola “yeni” bir ben ile devam edeceğim.
“Başka bir Fukuşima mı bekliyoruz? Neden hemen şimdi nükleer santralleri durdurmuyoruz?!” diye soran Fukuşimalı kadına, Alternatif Nobel Ödülü sahibi nükleer bilmci Mycle Schneider, “Hiroşima, Three Mile Adaları, Çernobil ya da Minamata’dan sonra neden durmadık?”
cevabını veriyor. Bu diyalog, ilk başta haklı bir serzenişe verilmiş,
kaba bir cevap gibi anlaşılabilir. Umuyorum yazımın devamında herkesin
sorumluluk duyması gereken bir cevap olduğu anlaşılır.
“Uluslararası Nükleersiz Dünya Kongresi” iki
hafta önce, 14-15 Ocak tarihlerinde Japonya’nın Yokohama kentinde
düzenlendi. Kongre, 30 ülkeden 100’den fazla uluslararası katılımcı ile
toplamda 11.500 kişiyi bir araya getirdi. 14 ayrı salonda, onlarca
nükleer bilimci, aktivist ve teknisyen; 11 Mart 2011 tarihinde
gerçekleşen Fukuşima felaketini, geçmişten bugüne yaşanan “nükleer tecrübelerini” ve Fukuşima sonrası Japonya ve dünyanın nükleer enerji politikaları ile alternatif enerji kaynaklarını tartıştılar.
Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki
felaketin üzerinden geçen 10 ayda sayısız panel, konferans ve kongre
düzenlendi. Peace Boat’un koordinatörlüğünde, çeşitli ulusal ve
uluslararası sivil toplum örgütlerinin[2]
katkılarıyla düzenlenen kongreyi benzerlerinden ayıran en büyük
özellik; katılımcıların edilgen durumda olduğu ve birbirleri ile
etkileşime girmeden, birkaç günlük bilgi paylaşımı imkanı veren bir
etkinlikten ziyade; yerel ile küresel mücadeleler arasında bağlantı
kurmaya, mücadeleleri geliştirmek, ve kişisel destek ağları
oluşturulmasına odaklanan yapısıydı.
Programın yoğunluğu yüzünden, iki gününe
de katıldığım bu kongrenin her oturumunu gözlemleme fırsatım olmadı.
Katıldığım oturumlardan edindiğim izlenimler, konuşma şansı bulduğum
katılımcıların görüşleri ve program kitapçığından yararlanarak kongrede
olup biteni aktarmaya çalışacağım.
Kongre’nin ilk gününde Fukuşima Nükleer
Santrali’nde meydana gelen felaketin ardından yaşanan süreç, bunun
Japonya ve dünya tarafından nasıl karşılandığı, Japon hükümetinin kriz
yönetimindeki tutumu gibi konulara genel bir bakış açısıyla yaklaşıldı.
İkinci gün ise radyasyondan korunma yöntemleri, alternatif enerji
kaynakları gibi geleceğe yönelik konularda sunumlar gerçekleştirildi.
Japonya’nın çok çeşitli bölgelerinden gelen dinleyiciler sayesinde her
iki günde de oturumların düzenlendiği iki ayrı salon da doldu taştı.
Oturumlarla eşzamanlı
olarak 250 kişilik Sanat Salonu’nda ise, farklı temalarda fotoğraf
sergileri, protest müzik ve dans gösterileri düzenlendi. Ayrıca kimi
Japon şarkıcı, yönetmen ve yazarlarla da söyleşiler yapıldı. Japonya’da
çok sevilen bu sanatçıların kendi yaratıcılıklarına bırakılarak programı
belirlenen sanat salonu ile “Bizim Devrimimiz: Pop idolleri bile meydanlarda!” gibi başlıklı oturumlarda halk kitlelerinin dikkatini çekmek adına sanatçılara düşen sorumluluklar tartışıldı.
Sinema salonunda ilk gün Tokyo Barış Filmleri Festivali
(Tokyo Peace Film Festivali) seçkisi izleyicilerle buluşurken; ikinci
gün ise Çernobil felaketi ve tsunamilerin sıkça ziyaret ettiği Iwai Adası halkının hikayesine dair belgeseller ile kazadan sonra Fukuşima Nükleer Santrali’ne en fazla yaklaşan gazeteci Norlyuid Imanishi’nin çektiği belgesel gösterildi.
Fukuşima Odası,
Fukuşimalı mağdurların yaşadıkları acı süreci ve bugün içinde
bulundukları durumu paylaşmaları için kurulmuştu. Birebir nükleer
felaketi yaşamış olan kişilerden, konuyla ilgili daha geniş bilgi almak
için gelenlere yönelik düzenlenen oturumlar aynı zamanda, “hibakuşa”
olarak adlandırılan radyasyona maruz kalmış bu kişilerle, onlara
yaklaşmakta çekinceleri olan insanlar arasında ilişki kurulması ve
önyargıların kırılması için de bir ortam yaratmış oldu.
Küresel Tartışma Odası,
çoğunlukla yabancı uzmanların, konuları geniş bir çerçevede
değerlendirdiği ve hem sunumlar hem de gerçekleşen çalıştaylarla en
interaktif oda olması sebebiyle kişisel olarak en fazla takip ettiğim
oda oldu. Bu sebeple; aktarmaya çalışacağım diyalogların çoğu da bu
odada gerçekleşti.
Kongre süresince çocuklar da
unutulmamıştı. Gönüllü gençler tarafından yaşlarına uygun olarak
gruplara ayrılan çocuklar, çeşitli oyunlar ve çalıştaylarla sıkılmadan
öğrenmenin ve sorgulamanın tadını çıkarttılar. İkinci gün “çocuk basın” kimlikleriyle bazı oturumları dolaşarak konuşmacıları dinlediler ve sonrasında onlarla ufak röportajlar gerçekleştirdiler.
20’si Fukuşima’dan olmak üzere,
Avustralya, Almanya, İsveç ve Tayvan gibi ülkelerden toplam 100 kadar
sivil toplum kuruluşunun organize ettiği diğer yedi toplantı odasında
ise nükleer ile yaşamın etkilerinden, çeşitli ülkelerdeki enerji
politikalarına, ideal bir dünya vizyonuna kadar pek çok farklı konuda
oturumlar düzenlendi.
Oturum salonları dışındaki alanlar
arasındaki duvarlar fotoğraf sergilerine, açık alanlar ise sivil toplum
örgütlerinin standlarına ayrılmıştı. Bina bu kadar etkili kullanılırken
sokaklar da unutulmadı ve kongre, Pasifik Kongre Merkezi önünde toplanan
yüzlerce kişinin “Nükleersiz Dünya Yürüyüşü” ile başladı.
“Bilimsel değil, politik bir olgu”
Oturumlar ise hayli hararetliydi. Girişte aktardığım diyalogda, “Niçin nükleer santralleri hemen durdurumuyoruz?” biçimindeki soruya “Daha önceki felaketlerden sonra niye durdurmadıysak şimdi de o yüzden durdurmuyoruz” cevabını veren Mycle Schneider, “Nükleer
enerji üretimi bilimsel değil; tamamen ekonomik ve politik bir
meseledir. Nükleer araştırmacıları ya da sosyal bilimciler ne anlatırsa
anlatsın, halk izin verdiği sürece bu tip zararlı enerji politikaları
varlığını sürdürecektir. Tüm uluslar birbirlerinin başına gelenlerden
ders almalı, karar alma mekanizmalarına müdehale etmelidirler. Bu duruma
izin verenler sizlersiniz” diye devam ediyordu.
Japonya, enerjisinin yüzde 30’unu
nükleer santrallerden sağlayan bir ülke. Bunun için gereken uranyumun
tamamını dışarıdan satın aldığı göz önünde bulundurulduğunda, “Japonya, nükleer enerjide hammadde bağlamında yüzde 100 dışa bağımlıdır”
demek yanlış olmayacaktır. Ülke enerjisinin yüzde 4’ü hidroelektrik
santrallerden sağlanırken, geriye kalan enerji ihtiyacı ise doğal gaz,
petrol ve kömür gibi fosil yakıtlardan elde ediliyor. Sonuçta bir ada
ülkesi olan Japonya, enerjisinin neredeyse yüzde 85 oranındaki önemli
kısmını ithalat yoluyla elde ediyor.
Fukuşima sonrası İtalya, Almanya,
İsviçre, Avusturya gibi ülkeler birer birer nükleer enerji üretiminden
vazgeçme ya da hiç başlamama kararları aldılar. Ancak ekonomik açıdan
Japonya için nükleer enerjiden bir anda vazgeçmek çok da basit bir karar
değil. “Tüm uluslar birbirlerinin başına gelenlerden ders almalılar”
demiştik değil mi? Nükleer enerjiyi bıraktığını açıklayan Alman
hükümeti ve bundan mutluluk duyan Alman toplumu kendi arka
bahçelerindeki santralleri kapatmış olsalar da komşuları Fransa’dan
satın aldıkları nükleer enerjiyi kullanmaya devam ediyorlar. Bu tutum
ise nükleer enerji üretimini desteklemek, yeni felaketleri beklemek
anlamına geliyor.
Fukuşima felaketi sırasında halkın
nükleer enerji konusunda bilgi alma hakkının gasp edildiği konusu
tartışılırken, Güney Afrika’da kamuoyu bilinçlendirme çalışmaları
yürüten Koeberg Alert Birliği yönetim kurulu üyesi, araştırmacı Peter Becker, “Nükleer
enerji endüstrisinin teknolojisi Japonya’da geliştiriliyor,
santrallerin tasarımı Fransa’da yapılıyor, enerji için gereken hammadde
olan uranyum Avustralya’dan çıkartılıyor, zehirli atıklar ise
Moğolistan’a gömülüyor. Bu iş bu kadar küreselleşmişken yerel
mücadelelerden sonuç alınamaz. Bir yerde kapanır, diğerinde kurulur ama
işler yolunda gitmediğinde olumsuz etkileri sadece o bölge insanı değil
tüm dünya halkları yaşar” diye konuştu.
“Devletler sağlık etkilerini kabul etmiyor”
Japon halkı kırk senedir nükleer
santrallerle yaşıyor ve bunun temiz ve güvenilir bir enerji çeşidi
olduğuna inandırılıyordu. 50’li yaşlarındaki Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) çalışanı bir Fukuşimalı kendi hikayesini şöyle özetledi: “On
seneyi aşkın süredir TEPCO’da çalışıyorum. İşimin bir parçası da
nükleer santral çevresinde yaşayanların evlerine ziyarette bulunup,
santrallerin ne kadar çevreyle uyumlu ve sağlık açısından güvenilir
olduklarına dair insanları bilgilendirmekti. Kazadan on gün önce dahi bu
görüşmelere gitmiştim. Bu işte hem mağdur hem de suçluyum.”
Avrupa Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Danışma Kurulu üyesi olan Miranda Schreurs’un
bir meslektaşının araştırmasına dair anlattıklarına bakılırsa, sağlam
bir nükleer santralin çevresinde yaşamak da TEPCO çalışanlarının
insanlara anlattığı kadar güvenli bir şey değil. Santral çevresinde
yaşayan böcekler üzerinde yapılan incelemelerde, radyasyona karşı olan
dayanıklılığı en yüksek canlılardan olan böceklerde bile çeşitli
mutasyonlar tespit edilmiş.
Reuters’in daha 12 Ocak tarihinde
aktardığı bir araştırma ise, Fransa’da nükleer santrallerin çevresinde
yaşayan çocuklarda diğer bölgelerde yaşayan çocuklara göre iki kat daha
fazla çocuk lösemisi olduğunu ortaya koyuyor.
Toplantıdaki uzmanlar, Fransa’daki
araştırmayı hatırlatan ve Japonya’da da böyle bir araştırma yapılması
için bazı uzmanlara başvurduğunu, ancak kimseden olumlu yanıt
alamadığını belirten dinleyiciyi şöyle yanıtladılar: “Dünyada
özellikle belli tipteki kanser vakaları artış göstermiştir. Devletler
çok büyük cezalar ödemek zorunda kalacakları için Hiroşima,
Nagazaki’deki kanser verilerinin bile radyasyon sebepli olduğunu kabul
etmemekte ve bunu kanıtlayabilecek araştırmalara sıcak bakmamaktadırlar.
O yüzden nadiren yapılan Fransa’daki gibi araştırmalar çok değerlidir.”
1960 ve 70’li yıllarda Fransa’nın Polinezya takım adaları üzerinde yaptığı nükleer denemelerden zarar gören Tahiti’deki Nükleer Mağdurları Derneği Başkanı Roland Oldham da nükleerin zararları konusunda hükümetlerin sorumluluk almayışıyla ilgili öfke dolu bir konuşma yaptı: “Biz
Tahiti’de kırk yıldır savaş veriyoruz. Mesele bilimsel veriler veya
bunların kabul görüp görmemesi değildir. Devlet bunları biliyor ama
görmezden geliyor, yalan söylüyor. Santral içerisinde çalışan kişiler
dışında kimseye kapsamlı sağlık testleri yapılmıyor. Bu cani devletleri
sorumluluk almaya zorlamalıyız. Radyasyon sadece kanser demek değildir,
psikolojisi bozulan insanlar bu araştırmaların tamamen dışında
bırakılıyor. Stresten ve korkudan tırnakları dökülen insanlar için,
radyasyondan etkilenen, eşi kanserden ölen bir kadının ve çocuklarının
yaşadığı maddi manevi zorluklar için ‘bunlar nükleerin etkileri değildir’ mi diyeceğiz?”
Sağlık konusunda güvenebileceğimiz hiçbir kurum olmadığını belirten Peter Becker; Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu
arasında 1959 yılında imzalanan ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na
Dünya Sağlık Örgütü’nün çalışmalarını veto etme hakkı veren anlaşmanın
birkaç maddesini anımsattı:
“Bilgilerin toplanması ve
istatistiki verilerin yayınlanması konularında bilgiyi en uygun şekilde
kullanmak adına kurumlar birbirine danışacaktır”
“Kurumlardan biri yeni bir
program uygulamak isterse önce diğer kuruma danışacak ve mesele iki
tarafın da uygun bulduğu bir hale getirilecek”
Becker konuşmasını şöyle sürdürdü: “Dünya
Sağlık Örgütü pek çok hastalığın takibi ve savaşımı konusunda çok
başarılı bir örgüt olabilir ama bu anlaşmada da görüldüğü üzere konu
nükleer enerji olunca bizlerin sağlığını düşünmesi gereken en büyük
örgüt dahi ‘şeffaflık, dürüstlük’ gibi ilkeler yerine ‘uygunluk’tan bahsediyor. İşte bu yüzden bağımsız örgütlere sahip olmamız gerekiyor.”
Radyasyon psikolojiyi bozmaz ki!
Sağlık konusu, Japonya’nın farklı bölgelerinde yaşayan kişilerden ziyade Fukuşima mağdurlarını daha fazla ilgilendiriyordu. “Bana radyasyonun hangi hastalıklara, ne kadar sürede sebep olacağını anlatın!” diye bağırdı bir Fukuşima mağduru. İsviçreli radyoloji profesörü Andreas Nidecker
cümlesine daha başlamamışken, kazazede başka kişilerden geçmişte ne
gibi cevaplar almıştı bilinmez ama, büyük bir güvensizlikle “Cevap ver bana, net bir cevap ver”
diye haykırıyordu. Çevirmenlerin ricalarıyla dinleyici yerine
oturtulduktan sonra Prof. Nidecker tam da onun istediği gibi net bir
cevap verdi: “Elbette, radyasyona maruz kalma oranına göre
değişir ama örneğin Çernobil temizleme çalışmalarında yer alan işçilerde
kısa sürede kemik ve kan kanseri görülmüştür. Bunun dışında 10-15 yıl
içerisinde çeşitli bölgesel kanser türleri görülebilir. Radyasyon,
kişinin genetik yatkınlığına göre diyabet hastalığını da
tetikleyebilir.”
Genç bir erkek radyasyondan çok korktuğu
için ailesini de alıp Japonya’nın kuzey adası olan Hokkaido’ya taşınmak
istediğini anlatırken, Yokohamalı bir kadın da hiç afet bölgesinde
bulunmamış olmasına rağmen felaketin gerçekleştiği mart ayından bu yana,
dönem dönem kalp ritminde düzensizlikler olduğundan bahsetti. Daha uzak
bir eyaletteki Kyoto’da yaşayan ailesinin yanına gittiği dönemlerde hiç
bir sıkıntı hissetmezken Yokohama’ya döndüğünde yeniden ritim bozukluğu
yaşadığını ekleyerek, bunun sebebinin ne olabileceğine dair uzmanların
fikrini almak istedi. Prof. Nidecker, “Bu bahsettiğiniz,
radyasyon etkisiyle oluşabilecek bir hastalık belirtisi değil ancak
sizin duygusal bir yapınız olduğunu ve yaşadığınız felaketten psikolojik
olarak etkilenmiş olduğunuzu söyleyebilirim. Sakın bu durumu
küçümsediğimi sanmayın. Roland Oldham’ın da dediği gibi, psikolojik
rahatsızlıklar da bu işin önemli bir zararıdır” diye konuştu.
Hiroşima’ya atom bombası atıldığında 6 yaşında olan bir hibakuşa, Amerikalı nükleer bilimci Edwin Lyman’a
Japonların dahi bilmediği bir çalışmadan bahsetti. Kadının bahsettiğine
göre, savaş sonrası belli aralıklarla Amerikalı uzmanlar hibakuşalar
üzerinde bazı deneyler yapmışlardı. Yıllarca bu deneylere maruz kalan
kişilere ise sonrasında hiçbir açıklamada bulunulmamıştı. “Amerika’da bu araştırmalara dair belgeler yayınlandı mı? Bize ne yaptıklarını biliyor musunuz?” diye sordu kadın. Edwin Lyman ise, “Maalesef
Amerika, önce bombasının çalışıp çalışmadığını sonra da yarattığı
etkileri anlamak için Japonları deney hayvanı olarak kullandı. O
doktorların yaptığı testler de Atom Enerjisi Kurumu’nun süzgecinden
geçirilerek kimi yerlerde dolaylı olarak yayınlandı ama genel olarak bu
dosyalar devlet sırrı olarak tutuluyor” dedi.
Hükümetler yalan söylüyor!
Kongrede dile getirilen bir diğer ortak
güvensizlik konusu da Japon hükümetinin açıklamalarına dairdi. Depremin
şiddetinden nükleer santralin durumuna, tahliye edildikleri alanlardaki
radyasyon oranlarına kadar her şeyi gizleyen ya da doğrudan yalan
söyleyen hükümet, kaçıncı seferdir her şeyin kontrol altında olduğunu
söylüyor ancak halkın bu açıklamalara itimadı kalmamış durumda.
Konuşmacılar da, bu konuda dile getirilen endişelere pek de iyimsir
cevaplar veremediler: “Bazı bölgelerin temizlenmesi on yıllar
alacak ve bazı bölgeler ise hiçbir zaman temizlenemeyecek, yaşama
kapatılacak. Radyasyona maruz kalmış topraklar ve orada yaşayan insanlar
için zaten hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Buna en basit örnek olarak
tarımı verebiliriz. Yıllar geçse de orada üretilen ürünlere halk güven
duymayacak, bu satıcıya, çiftçiye, herkese yansıyacak.”
Bu kadar şey tartışılıp, konuşulduktan
sonra söz artık ne yapılması gerektiğine geldi. El Salvadorlu
yenilenebilir enerji kaynakları uzmanı Ricardo Navarro, en önemli meselenin enerji üretiminin merkezileştirilmesinden vazgeçilmesi olduğunu savundu: “Yerelde
üretip, yerelde tüketmek, çöplerin yok edilmesini yerelde
gerçekleştirmek… Hava şartlarını ağaçlandırma ile belirlemek, ulaşım
için bisiklet kullanımını arttırmak; bunların hepsi tam ihtiyacımız olan
çözümler ancak hükümetlerin derdi olan ekonomiyi değil, ekolojiyi
kurtarmaya yönelik çözümler oldukları için bu dönüşümü gerçekleştirmek
zor olacak.”
Yine
de zorluklarla karşılaşıldığında da en doğru şeyin farklı çözüm yolları
aramak olduğunu söyleyen Kanadalı bir yenilenebilir enerji şirketi
çalışanı ve aktivist Kristopher Stevens, kendi
yaptıkları bir güneş paneli kurma çalışmasından bahsetti. Bölgede örnek
oluşturması adına Kanada’daki bir Katolik okulunda güneş paneli kurmak
isteyen şirket, bu işlem için okul bütçesinden sadece 500 dolar
ayrılması üzerine bir süre projeyi rafa kaldırmak zounda kalmış. Ancak
ekolojik giderler için bu bütçe ayrılırken, dinsel harcamalara için 15
bin dolarlık bir bütçe belirlendiğini farkeden yetkililer, okul
yönetimini ikna ederek, bu para ile okulun girişine haç şeklinde büyük
bir güneş paneli yerleştirmişler.
Japonya’nın enerji elde etme
kaynaklarından ve ada ülkesi olması gerekçesiyle ulaşabildiği en temiz
enerji kaynağının nükleer enerji olduğundan bahsetmiştim. Pek çok uzman
ise, halihazırdaki enerji kaynaklarının yerine daha doğa dostu
biçimlerin benimsenebileceğini ifade etti. Yerel için enerji üretimi
politikasının benimsenmesi halinde; başta Hokkaido Adası’nın tümü ve
kuzey bölgelerde olmak üzere rüzgar enerjisi, Japonya’nın güney
bölgelerinde güneş enerjisi ile ülkenin coğrafi özelliklerine uygun bir
biçimde biyokütle enerjisine geçilebileceği vurgulandı. Elbette bu
uygulamaların da yeni bir doğa katliamına sebebiyet vermemesi adına
kontrollü bir şekilde yapılması gerekiyor.
Toplantılarda
gerçekleşen en çarpıcı diyaloglardan birisi ikinci günün son
oturumlarından birinde yaşandı. Dinleyiciler arasında yer alan Alaska
yerlisi aktivist Bob Sam söz istedi: “Ben 11 Mart’ta Fukuşima’daydım. İnsanların yaşadığı cehennemi gördüm. Bu kongrede de iki gündür ‘insanları’
dinliyorum ama benim toplumum okyanusa bağlı yaşar, balıklara, foklara
güvenir. Size sormak istediğim şey okyanus daha ne kadarını
kaldırabilir? Bizim kıyılarımızda balıklar ölüyor. Onlar ölürse biz de
yaşayamayız. Siz insanları düşünün, ben bugün okyanusun hakkını aramak
için buradayım! Sizden cevap bekliyorum okyanus daha ne kadarına
dayanabilir?” Bob Sam, ayakta ve kararlılıkla bir cevap
bekledi. Alkışlar yerini sessizliğe bırakırken, oturum başkanının
kulağına birşeyler fısıldayan bilim adamları arkalarına yaslandılar.
Beklenen yanıt, “Bugüne dek bu konuda bir araştırma yapılmadığı
ve uzmanlarımız da kendilerini yetkili görmedikleri için sizin sorunuza
yanıt veremeyecekler” biçimindeydi. Andreas Nidecker bu “cevap verememe” halinden rahatsızlık duymuş olacaktı ki bir ekleme yapma ihtiyacı hissetti: “Öfke ve üzüntünüzü anlıyorum ama bilimsel çalışmalar çok önemlidir, öncelikle araştırma yapılmalıdır ki bunları konuşabilelim”
dedi. Bunun üzerine sinirlenen Roland Oldham söz istedi ve ayağa
kalkarak önce Bob Sam’in karşısında eğilerek, kendisine duyduğu saygıyı
gösterdi. Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: “Araştırma
yapacaksanız buyrun yapın, o sizin işiniz. Ben liseyi zor bitirdim ama
bir ağaç hastaysa, okyanus acı çekiyorsa anlarım. Hepimiz kendimizi çok
zeki sanıyoruz değil mi? İnsan ne kadar zekileşirse, o kadar aptalca ve
tehlikeli şeyler yapıyor. Şu tartıştıklarımıza bakın, nükleer
santraller, nükleer silahlar, birbirimizi nasıl daha fazla acı
çektirerek öldürebileceğimizin yöntemleri… Bu adam çok basit olan, en
temel soruyu soruyor: ‘Bize yaşam veren suya, yaşamımızı devam ettirmemizi sağlayan diğer canlılara ne olacak?’ Ve biz ‘çok zeki’ insanlar daha bunun cevabını veremiyoruz.”
Bu konuşma üzerine yeniden salonda alkışlar yükseldi ve diğer
konuşmacıların sonunu getiremeyecekleri bir tartışmayı uzatmamak adına
söz istememeleri ile oturum başkanı toplantıyı bitirdi.
Kongre bitiminde özel bir seans olarak gerçekleştirilen Belediye Başkanları Forumu’na
ikisi Fukuşima’dan olmak üzere, sekiz belediye başkanı katıldı.
Görüşmelerin sonucunda ise bu belediye başkanlarının liderliğinde
nükleer enerjiden kurtulmak amacıyla bir iletişim ağı kurulmasına ve ilk
toplantının Şubat ayı sonunda gerçekleştirilmesine karar verildi. Her
ne kadar merkezi hükümet nükleer enerji üretiminin bir zorunluluk
olduğunu belirtse de, yerel yönetimlerin çok güçlü olduğu ve bazı
belediye başkanlarının kontrolden geçirmek amacıyla kapatılan nükleer
santralleri yeniden açmayı reddettikleri Japonya’da, halihazırda çalışan
sadece 7 reaktör kaldı. Belediye başkanlarının, halkın nükleersizleşme
talebinin arkasında durarak, kalan reaktörlerin de kapatılması için
oluşturdukları bu hareketin, hükümet üzerinde çok büyük bir baskı
yaratacağı ortada. Mayıs ayında bakıma alınmak üzere kapatılacak olan bu
7 santralden sonra Japonya’nın enerji politikasının geleceğini halkın
kararlılığı belirleyecek.
Kongre sonlanırken yaşanan bir diğer gelişme de Yeşiller Partisi’nin 2013’teki milletvekili seçimlerinde ilk defa parlamento seçimleri için aday göstereceği yönündeki açıklamasıydı.
Kongre’nin kapanış oturumunda “Nükleersiz Dünya için Yokohama Bildirisi” okundu. Bu bildiride üzerinde durulan maddeler ise şöyleydi:
- Fukuşima Nükleer Santrali kazasından etkilenen kişilerin haklarının korunması,
- Japon Hükümeti ve TEPCO’nun sorumluluklarının kabul ettirilmesi,
- Fukuşima’da ikamet eden ve radyasyona maruz kalan kişi sayısının azaltılması,
- Dünyadaki nükleer yakıt döngüsünün bozulması ve tüm nükleer santrallerin devreden çıkartılması için küresel bir yol haritası belirlenmesi,
- Halihazırda kapatılmış olan Japon nükleer santrallerinin tekrar kullanıma açılmamasının sağlanması,
- Nükleer santrallerin yurt dışına, özellikle de sanayileşmekte olan ülkelere ihraç edilmesinin önüne geçilmesi,
- Yerel yetkililer ve belediyelerin bu konudaki sorumluluklarının vurgulanması,
- Fukuşima’ya destek vermek amacıyla küresel bir iletişim ağı oluşturulması,
Ve son olarak tüm dünyada nükleer
karşıtı hareketlerin çoğalmasına sebep olan Fukuşima felaketinin yıl
dönümü olan 11 Mart 2012’de, dünya genelinde eylemler yapılmasının
gerekliliği vurgulandı.
Ve Türkiye!
Kongrede görüşülen konular genelde
gelişmiş ülkelerin bakış açısıyla ele alındı. Henüz nükleer santrali
olmayan, ancak ekonomik kalkınma hırsıyla sonuçları her ne olursa olsun
nükleer santral kurmak isteyen bir hükümete dair görüşlerini, gelişmekte
olan bir ülkenin nükleerle ilişkisine dair değerlendirmelerini ve nasıl
önlemler alınabileceğini merak ediyordum. Birkaç oturumda veya oturum
sonrası vakit yaratabilen uzmanlarla birebir yaptığım görüşmelerde bu
soruları sorma fırsatı buldum. Hepsinin üzerinde durduğu konu, kamuoyu
bilinçlendirme çalışmaları yapılması, referandum düzenlenerek halkın
taleplerinin değerlendirilmesi, özellikle yerel bölgelerdeki
yetkililerin sorumluluk alması gibi “demokratik”
ülkelerde işe yarayabilecek yöntemlerdi. Ancak toplumun haber alma
kaynaklarının, yerel yönetimlerin ve gençlerin baskı altında tutulduğu
bir siyasi ortamın varlığı göz önünde bulundurulduğunda, kendimiz adına
şöyle öneriler ortaya çıkıyor:
- Halkın yerelde örgütlenerek bölgelerini savunmaları,
- Uluslararası kamuoyunun desteğini almak için iletişim ağı çalışmaları yapılması ve bu yolla hükümetin baskı altına alınmaya çalışılması,
- Nükleer karşıtı yerel yönetimler tespit edilerek onların sorumluluk almalarının, halkı bilinçlendirmede öncülük etmelerinin sağlanması,
- Nükleer santral satın alma anlaşmalarının yapıldığı ülkelerin halklarının, kendi hükümetlerine baskı yapmalarının sağlanması için uluslararası kamuoyu oluşturulması.
Özellikle son madde ile ilgili Japonya
için düşünüldüğünde; Japon çevre aktivistleri son aylarda nükleer
santral istemeyen Vietnam halkını desteklemek, Japonya’nın bu anlaşmayı
iptal etmesi ve hiç bir ülkeye santral kurmaması için meydanları
dolduruyor. Başta devlet kanalı olan NHK ve hükümetin
kontrolünde olan pek çok ana akım televizyon kanalı ve gazete ise bu
eylemleri ve halkın nükleer karşıtı tutumunu görmezden gelerek, nükleer
santral teknolojisinin her geçen gün yenilendiği ve gelişerek daha
sağlam bir hale geldiğinin propogandasını yapıyor.
Fukuşima felaketi sonrası artan Japon
toplumsal hareketine dair bir önemli nokta da örgütlenen kesimin başında
çocuklarını korumak isteyen nükleer karşıtı anneler, nükleer karşıtı
kadınlar gibi yürüyüş yapan, Enerji Bakanlığı’nın önünde günlerce oturma
ve açlık grevi eylemleri yapan grupların varlığıdır. Yani medya ve
hükümet ne derse desin Japonya’da insanlar seslerini yükseltmekten
vazgeçmiyor.
[1] Uluslararası Nükleersiz Dünya Kongresi’ne destek mesajı
[2] ISEP (Institute for Sustainable Energy Policies – Sürdürülebilir Enerji
Politikaları Enstitiüsü), Green Action, Green Peace ve CNIC (Citizens’
Nuclear Information Center – Halk Nükleer Bilgi
Merkezi)
http://homoinsurrectus.com/2012/02/01/nukleerden-kurtul-hemen-simdi/ alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder