KOKO - öykü

               Koko dövüşmesini bilmezdi. Yufka yürekliydi Koko... Topraklarının, kendilerine haram edildiği bir coğrafyadan kopmuş, İstanbul şehrinin varoşlarına sığınmışlardı. Uzaktan bakıldığında, sıvasız evlerlerinin kırmızıdan kahverengiye bir cümbüş oluşturduğu, sokaklarında yoksulluğun beni gör dediği bir semtte oturuyorlardı. Otuzunda ya vardı, ya yoktu. Kocaman kemikli çenesi, iki metreyi aşan boyu, geniş omuzlarından birer balyoz gibi sarkan kollarıyla tam bir insan irisiydi Koko. Onu tanımayanlara ürkütücü gelen bu görünüşün altında, ondan beklenemeyecek denli saf ve çocukça bir ruh taşıyordu. Gelişkin ve iri gövdesine karşılık, zekası için aynı şey pek söylenemezdi. Bu yüzden olsa gerek, okula da gitmemişti Koko.
       Onunla anlaşabilmek için, kısa ve basit cümleleri seçmek gerekirdi. Uzun olanları anlamakta güçlük çeker, hemen kafası karışırdı. Üç sözcük söylense, aklında ancak son ikisi kalır, birinciyi kesinlikle unuturdu. Doğduğunda, başı normalden çok büyükmüş. Köy yerinde doktor ya da ebe hak getire! Aile, uzun süre çocuklarının iri yapılı vucuduyla övünmüş, zekasındaki geriliği ise çok sonra farkedebilmişlerdi. Hoş, farketseler de ne yazardı; hayatın, onlar için karşı konulmaz olan hışmına  boyun eğmekten başka çıkar yolları yine olmayacaktı. Neyse ki, onun bu engelli hali, “deli” denmeyecek denli zararsız bir zeka geriliği idi. Fikri yeteneklerindeki kısıtlığa karşın, kimseye zarar vermeyen, kendi halindeki uysal kişiliği, herkesçe sevilmesine neden olmuştu. Üstelik, bu heybetli gövdenin taşıdığı çocukça saflık, anlama ve kavrama yeteneğindeki kıtlıkla birleşince, onu mahallenin maskotu yapmıştı.
       Sözcüklerin “k” ile başlayanlarıyla, arası hiç iyi değildi Koko’nun. Böyle sözcüklere takıntısı vardı; kesinlikle ilk seferinde söyleyemez,  “ko..., ko..., ko...” diye birkaç kez kekeledikten sonra, zoraki çıkarırdı ağzından kelimeyi. Bu yüzden “Koko” demişlerdi O’na. Asıl ismini, kimbilir kendi bile unutmuştu ...
*     *      *
       Mahalle kahvesi; yaşlısı, genci, işçisi, işsiziyle çoğunun ortak mekanıydı. Özellikle, kışın soğuk ve yağmurlu günleriyle, akşam sonralarının vazgeçilmez durağıydı burası. Gençler, kahvehanenin, duvarları kirden ve sigara dumanından kahverengiye boyanmış loş arka bölümünde oturur, toplum ve memleket sorunları üzerine söyleşirlerdi. Yetişkin ve daha yaşlılar ise, televizyona daha yakın olan orta kısımları tercih eder, yeşil kadife örtülü masalarda okey, tavla ya da pişpirik oynarlardı.
       Koko, nereden bulmuşsa bulmuş, tahta ayaklı, oturma yeri oldukça geniş, hasır bir iskemle getirmiş, onu kahvenin demirbaşı yapmıştı. İskemlesi, televizyon dolabının asıldığı beton kolonun hemen dibinde durur, kendisi de sürekli burada otururdu. Kahvedekiler buraya “Koko’nun tapulu yeri” derlerdi. Sağ tarafını, yakınındaki demir döküm sobaya verir, sol omzunu televizyona, yüzünü de  kalabalığa dönerdi. Televizyonu izlerken bile, konumunu asla değiştirmez, başını sol omzunun üzerinden, aşağıdan yukarıya doğru kaldırır, öyle seyrederdi. Nasıl olur da boynu tutulmaz, gözleri şaşılanmaz herkes hayret ederdi. Kahveye geldiğinde yaptığı ilk iş, iskemlesini aramak olurdu. Onu ne olursa olsun buluncaya kadar arar, bulduğunda ise üzerinde oturana parmağıyla; “yaylan!” dercesine kalkmasını işaret ederdi. Onun, iskemlesini aradığını görenler, genellikle kimde olduğunu söylerlerdi. Bazansa, içlerinden birileri muziplik yapmak ister, aralarında anlaşır, iskemleyi saklarlardı. Koko, buluncaya kadar iskemlesini arar, aksi durumda başka bir yere kesinlikle oturmazdı. Eğer, şakanın süresi biraz uzayıp da, dozunu aşarsa, bir duvara yaslanır, somurtur ve kaşlarını çatar, herkese küserdi... Sonra, gönlünü almak faslı başlardı Koko’nun; olaya bir fail bulunur, uçlu cigaralar ikram edilir, tarçınlı çaylar söylenirdi...           
       Kahvede, herkesin ilgisinin aynı olduğu tek an, televizyon haberlerinin okunduğu zamandı. Haberler başlarken, içerinin, dumana ve ise boğulmuş loş aydınlığında, oturanlar yerlerinden şöyle bir depreşir, kulaklar kabartılır, kalabalık cam ekrana biraz daha yaklaşırdı. Özellikle toplumsal olaylarda, gecekondu yıkımlarında, herkes pür dikkat seyreder, soluklar tutulur, içerden çıt çıkmazdı. En çok da, kendilerine benzeyen insanların dramını anlatan haberler acıtırdı yüreklerini. Gösteri ve yürüyüşlerde, hak arama eylemlerinde, toplu direnişlerde, ne zaman bir arbede çıksa, birileri dövülse, yerlerde sürüklense, kahvedekiler, sinema filmlerindeki kötü adamı ıslıklayan seyirciler gibi taraf olurlardı hemen. Derin derin iç çeker, okkalı küfürler savurur, yumruklarını masalara vururlardı; özellikle gençler, güvenlik güçlerinin önünden kaçışanları görünce heyecanlanır, ileri atılırlar, “kaçmayın, direnin!” diye cam ekrana komutlar yağdırırlardı...
       Bu haberlerden en çok Koko etkilenirdi. Oturduğu yerde, başını sol omzunun üzerinden yukarıya kaldırır, olanları ekşi bir yüz ifadesiyle izlerdi. Polislerin dövdüğü, saçlarından tutup süreklediği kadınları, kanlar içinde kalan gençleri, tekmeler altında çığlık çığlığa insanları gördükçe, Koko’nun geniş ve kemikli yüzünün bütün hatları gerilir, acıyla kaşlarını oynatır, sol gözünde tikler oluşurdu.
       Tuhaf yaradılışta biriydi Koko, dövüşmesini bilmezdi. Gerçi birisiyle dövüştüğü ender olurdu ama, dövüştüğü zaman ise yumruk atmaz, ya ellerini sallar, ya da karşısındakinin bir yerinden tutar, savurup fırlatırdı bir tarafa. Çok güçlüydü, acı bir kuvveti vardı; kürek gibi ellerini hızla sallarken birine değmesi, onun saf dışı kalması için yeter de, artardı bile. Bir gün, küçük bir kedi yavrusunun, kuyruğuna teneke bağlayarak eziyet eden komşu mahallenin küçüklerini pataklamıştı. Büyük bir çıngar kopmuş, bütün komşu mahalle dökülmüş, yine de Koko’ya birşey yapamamışlardı. Ardından, hep birlikte soluğu karakolda almışlardı tabii. Hep gülerek anlatırlardı; Koko’nun, kucağında kedi yavrusuyla komiserin karşısında dikilip; “ama onlar da eziyet ediyordular komutanım” deyişini...
       Mahallenin gençleri, kahvede sık sık toplantılar yaparlardı. Kahvehanenin en kuytu köşesinde toplanır, hararetli hararetli tartışırlardı. Koko, gençlerin bu heyecanlı söyleşilerini, büyük zevk alarak dinlerdi. Anladığından değildi; büyüklere oranla daha ciddi ve önemli şeyler konuştuklarını sezmesindendi belki. Altında hasır iskemlesiyle, masalarının bir köşesine ilişir, ciddi bir adam edasıyla dinlerdi. Gençler de, tüm mahalle halkı gibi Koko’yu kendilerinden sayar, varlığına aldırmazlardı. Aklında pek birşey kalmazdı bu toplantılardan; emekten, kavgadan, cesaretten bahsederlerdi... En çok ta “korkmamalıyız!” sözü aklında yer etmişti Koko’nun;  “birlik olunca korkmamalıyız!”... Kendi ismini çağrıştırdığından olsa gerek, hiç unutmazdı bu sözü; “ko..., ko..., ko..., korkmamalıyız!” diye tekrarlardı kendi kendine.   
                                      *     *      *
       Birgün, kahvede otururlarken, mahallenin gençleri heyecanla içeri girdiler. Asık suratlarında, ciddi ve olgun insanlara yakışır bir ifade vardı. Sert ve kararlı adımlarla kahvenin orta yerine gelip durdular. İçlerinden paltolu ve kırmızı atkılı, dağınık uzun saçlı, bıyıkları henüz terlememiş biri, masalardan birine çıktı ve metalik bir ses tonuyla konuşmaya başladı: Büyük bir yürüyüş düzenlenecekti, kendileri de bu yürüyüşe mahalle halkı olarak katılmalıydılar. İşsizliğin kol gezdiği, insanların onursuzca yaşamaya mahkum edildiği, aşağılandığı bir düzen onların düzeni olamazdı. Hergün, hak aradığı için dövülen, hakarete uğrayan, yerlerde sürüklenen insanlar onların insanlarıydı. Yaşadığı topraklardan sürülen, her gittikleri yerde hor görülen, tek göz gecekonduları başlarına yıkılan yine onlardı. Artık, birer fare gibi yaşadıkları kenar mahallelerden çıkmalı ve kendilerini göstermeliydiler....
       Kısa ama ateşli bir konuşmaydı. Birlik olmaktan, direnmekten ve cesaretten bahsetmişti; onurdan, özgürlükten, insanca yaşama hakkından... İçeride kıpırdanmalar oldu; “haklı, çok doğru, biz de katılmalıyız...” gibi sesler duyuldu. Konuşma etkisini çabuk göstermişti. Gençlerden birkaçının öne atılmasıyla kahvedeki kalabalık coşmuş, saatlerdir yağan yağmur altında, mahallenin balçığa bulanmış sokaklarından hırçın bir su gibi akıvermişti... Koko, önce arkalarından ürkek ürkek izlemiş, yürüyüşçüler çoğalıp da sloganlar atılmaya başlayınca, birden kendini kalabalığın arasında buluvermişti. Kalabalık, ara sokaklardan çoğalarak büyüyor, yoldan geçenlerin bir kısmı ilgiyle izliyor, bir kısmı da alkışlıyorlardı. Yol kenarında oynamakta olan çocuklar, oyunlarını bırakıp yürüyüşçülere katılıyorlardı. Bir yandan, kolkola girerek kortejler oluşturuyorlar, öte yandan gençler, el ele tutuşup kalabalığın etrafını bir güvenlik halkasıyla çevirmeye çalışıyorlardı. Küçük çocuklar, parmaklarıyla zafer işareti yaparak kıkırdıyor, bazıları, ellerine geçirdikleri teneke kutularını trampet gibi çalarak atılan sloganlara tempo tutuyorlardı.
       Bu durum, eğlenceli gelmişti Koko’ya. En önde, genç bir delikanlı yürüyordu. Omzunda kırmızı atkısı, elinde ince bir çubuk, bir ileri bir geri koşturuyor, kalabalığı kontrol ediyor, sağa sola talimatlar yağdırıyordu. Uzun ve dağınık saçlarının rüzgarda savrulurkenki görüntüsü, sanki bir film kahramanının, sinema perdesinden fırlamış görüntüsünü andırıyordu. Koko tanımıştı; kahvede, masanın üzerinde konuşma yapan gençti bu...
       Diğer mahallelerden gelen gruplarla birleşilmiş, oldukça kalabalık, düzenli bir kortej oluşmuştu. Caddenin ana yola açılan ucuna doğru yürüyorlardı. Yolun sonu, kalkanlı polisler ve onların arkasındaki panzerlerle kesilmişti. Yürüyüşçüler iyice yaklaşınca, polis barikatı daha bir sıkılaştırılmıştı. Derken kalabalık, kalkanlı polislerin bir kaç metre ilerisine kadar gelip durdu. Polis barikatının içerisinden sivil giyimli birisi, elinde megafonla, emin adımlarla ileri doğru çıktı. Gözleriyle, sanki meydan okurcasına kalabalığı şöyle bir süzdü. Bakışlarında, kibirle karışık bir küçümseme vardı. Bir muhatap arar gibi bir süre öylece bekledi... Sonra, megafonu yavaşça ağzına götürdü, kalabalığa doğru seslendi; yaptıklarının suç olduğunu, dağılmalarını, aksi taktirde pişman olacaklarını söyledi. Ardından polis kalkanları ve coplarının hazırlanırken çıkardığı takırtılı, tukurtulu sesler işitildi. Kısa bir sessizlikten sonra, kalabalıktan yeniden sloganlar yükseldi. Arkasından, “Allah, Allah, Allah.!...” sesleriyle joplu ve kalkanlı bir saldırı başladı. Sanki zırhlı süvarilerin, düşmanın üzerine yalın kılıç dalmasına benziyordu. Bir anda ortalık ana-baba gününe dönmüş, herkes panik halinde kaçışmaya başlamıştı...
       Koko, daha ne olduğunu kavrayamadan, kendini gelişigüzel kaçışan kalabalığın arasında buluverdi. Bir anda ne olmuştu, bu panik niyeydi, anlayamıyordu; yalnızca koşuyordu, herkesin yaptığını yapıyor, şuursuzca koşuyordu.... O ana kadar, etrafı koruma görevlilerince çevrili, düzenli kortejler halinde yürüyen, o disiplinli kalabalık gitmiş, yerini çil yavrusu gibi sağa sola kaçışmakta olan, gelişigüzel bir güruh almıştı. Herkes kendi canının derdindeydi; kadınlar, kalabalığın dışına doğru kendilerini atmaya çalışıyor, küçük çocuklar, trampetleriyle beraber ayaklar altında eziliyor, çevik davranamayıp kaçamayanlar ise jop darbelerine maruz kalıyorlardı. Biraz önce kalabalığa slogan attıran delikanlıyı gördü Koko; hani şu, kahvede konuşma yapan ateşli genci. Boynunda kırmızı atkısı yoktu; kalabalığı yönetirken ki kararlı tavrından da eser kalmamıştı; kaçıyordu, tabana kuvvet, olanca gücüyle kaçıyordu...
       Kalabalık, bölük pörçük olmuş, polislerle ara sokaklarda amansız bir kovalamacadır başlamıştı. Sık sık, sokak başlarından kavisler yaparak dönüyorlar, küçük gruplar halinde rastgele sokaklara giriyor, başlarına ve sırtlarına inen odun ve jop darbelerinden bir türlü kurtulamıyorlardı. Önceden hazırlık yaptıkları belli olan güvenlik güçleri, her girdikleri sokaktan karşılarına çıkıyor, gerisin geri dönen kalabalığı, bu sefer de başka bir polis grubu karşılıyordu...
       Koko, koşmaya devam ediyordu. Her ne kadar adımlarını hızlı ve çevik atamıyorsa da, her seferinde attığı uzun adımlar, yine de çoğu kişiden daha hızlı koşmasına yetiyordu. Külçe gibi adımlarının, her seferinde yere çarparkenki gürültüsü, adeta yeri titretiyordu. Önüne, sıkışmış bir kalabalık çıktığında hızını kesemiyor, kalabalığı hallaç pamuğu gibi dağıtarak yarıp geçiyordu. Karşısına çıkan dar sokakları, bir kaç adımda tüketiyor, yerde yuvarlanan çöp bidonlarının üzerinden bir çırpıda atlıyordu.        
       Tam yeni bir sokağa giriyordu ki, sağ tarafından acı bir çığlık işitti Koko. Gayri ihtiyari dönüp baktığında, elleriyle başını tutarak kaçmakta olan bir kadın gördü. Başının örtüsü açılmış, simsiyah saçları rüzgarda bir alev gibi dağılmıştı. Elleri kan içindeydi; arkasındaysa bir grup polis kovalıyordu... Koko bir yandan koşuyor, bir yandan da onları izlemeye çalışıyordu. Kovalayanlardan biri, bir kaç adım sonra, elindeki jopu yetiştiği gibi, olanca gücüyle kadının başına indiriverdi. Kadın feryatlar içinde yere yuvarlandı. Koşmakta olan Koko, ansızın, yüreğinden sivri bir kancaya takılmış gibi, bedeninin geriye doğru çekildiğini hissetti... Kadın acı çığlıklar atarak yerde kıvranıyordu. Polislerin biri saçlarından tutmuş sürüklüyor, diğeri tekmeliyor, bir diğeri ise elindeki kırık tahta copla, sırtına sırtına vuruyordu. Koko, önce yavaşlamış, sonra farkında olmadan durmuş ve onlara taraf dönmüştü. Bakışları, uzaklarda bir noktaya kilitlenmiş, bedeni sanki gizli bir kuvvetin atkisi altına girmişti. Birkaç adım attı, durakladı, sonra yavaş ve ürkek adımlarla onlara doğru yaklaşmaya başladı. Yürümüyor, adımları adeta kendiliğinden gidiyordu... Darbeler, kadının üzerine inip kalktıkça Koko’nun yüzünün hatları geriliyor, acıyla kaşlarını oynatıyor, sol gözünde tikler oluşuyordu. Birden hızlandı; kollarını iki tarafa açtı, koştu, koştu, koştu ve avuçlarının içiyle, iki polisin birden sırtına vuruverdi. Sanki arkalarına iki balyoz inmişçesine polisler yere yığıldılar. Öbürü, daha ne olduğunu anlamaya çalışırken, Koko iki eliyle yakasından kavradığı gibi, adamın alnına şiddetli bir kafa vurdu. “Yandın anam!” diye bir feryat koptu. Koko eğildi, başı kanlar içindeki kadını yerden kaldırdı. Tam doğrulmuştu ki, kafasında şiddetli bir acı hissetti... Başını omuzlarının arasına gömerek döndü. Bu arada, birkaç jop darbesi daha yedi; karşısındaki polisin jop darbelerine kolunu siper ederek, iki eliyle bileğinden kavradı, hızla kendine doğru çekti; “küt!” diye bir ses duyuldu. Koko, adamı bir yarım daire kadar çevirip hızla savurdu. Adam, koşarak gelmekte olan diğer polis grubuyla, gerilmiş bir ağacın dalları gibi çarpıştı. Çığlıklar atarak her biri bir tarafa savruldu. Bu arada, diğer bir grup polis daha yetişmiş, ellerinde jop ve odun parçalarıyla Koko’nun etrafını kuşatmış, vurmaya başlamışlardı bile. Gelenlerin sayısı hızla çoğalıyordu. Her gelen, kalabalığa büyük bir hışımla dalıyor, önce bir tane vuruyor, sonra neye uğradığını anlamadan, ya kendini yerde buluyor, ya da feryat figan çırpınmaya başlıyordu.
       Boğuşma, bir süre böyle devam etti. Bir ara, şakağına şiddetli bir darbe yedi Koko. Sarsıldı, yere çöktü. Bunu fırsat bilip, hepsi birden üzerine çullandılar. Tamam diye düşünüyordular ki, birden hayvani bir kükremeyle ortalık inledi; Koko delirmiş gibi bağırıyordu; bağırmak ne kelime böğürüyordu. Polislerin bir kısmı irkilerek geri çekildi, kalanları da, ellerini yere dayayarak ayağa kalkan Koko’nun, bir iki kol ve bacak hareketiyle darmadağın oluverdiler. Kadın, o karışıklıkta çoktan uzaklaşmıştı bile. Polislerin sayısı iyice çoğalmış, her yandan, başına, kollarına, sırtına, yağmur gibi jop ve odun darbeleri inmeye başlamıştı. Koko, dört taraftan gelen darbelere karşı, kollarını tıpkı bir makine gibi çalıştırıyor, onun kocaman ve iri ellerine düşen bir daha iflah olmuyordu. Bütün bunlarla başedemeyeceğini anlayan Koko, birden arkasını dönüp koşmaya başladı; birkaç adımda karşı kaldırıma geçti, yol kenarındaki inşaatın önünde yığılmış kalaslardan birini kaptığı gibi geri döndü... Polisler önce durakladılar, sonra yeniden saldırıya geçtiler: Bu sefer, daha güvende olduğunu hissetti Koko. Adamlar, başlarına gelecekleri önce anlayamadılar; ancak, ne zamanki kalas darbeleriyle, birer ikişer yere yığılmaya başladılar, o zaman durumlarını kavrayabildiler. Koko, elindeki kalası bir fırıldak gibi, bir o yana, bir bu yana çeviriyor, her tafartan gelen darbeleri kolaylıkla savuşturuyordu. Kocaman kalas, Koko’nun iri ellerinde uzun bir çubuk gibi hareket ediyor, böylece sahibinin yanına kimseyi yaklaştırmıyordu.
       Ortalık savaş alanına dönmüştü; kafalar yarılmış, gözler patlamış, elbiseler kan revan içinde kalmıştı. Her taraftan inleme ve feryat sesleri geliyordu. Polislerin bir kısmı saf dışı kalmış, yerlerde sürünüyor, bir kısmı ise ayakta, Koko’nun etrafında fır dönüyorlardı. Çaresizlik içinde üzerine atılmak isteyenleri ise, Koko bir vuruşta yere düşürüyordu. Heybetli gövdesiyle, bulunduğu yerde dört dönüyor, kah yerde kıvrananları tekmeliyor, kah fazla yanaşamayıp uzaktan jop sallayanların üzerine yürüyerek onları kovalıyordu. Polisler, artık uzak durmaya başlamış, Koko’nun etrafını koca bir halka halinde çevirmiştiler. Ortalarında, kızgın ve yaralı bir dev gibi öfkeyle soluyan Koko’nun göğsü, bir kalkıp bir iniyordu. Vucudunun bütün kasları gerilmiş, çatlayacakmış gibi kabaran damarları parmak kalınlığını almış, gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyümüştü. O kendi etrafında, polisler de O’nun etrafında dönüyorlardı. Gözlerinden, sanki tanık olunmamış bir meydan okuma fışkırıyordu; şiddetle birikmiş, acıyla yoğrulmuş, öfkeyle büyümüş bir meydan okuma; o zamana kadar bir benzeri ne görülmüş, ne de duyulmuş; korkusuz ve cesur, ölümüne ve direngen... Sabahtan beri yağmaya devam eden yağmur, çiseye dönüşmüştü. Eskimiş yüzleri, yer yer dökülmüş sıvaları, solmuş badanalarıyla evlerin utangaç utangaç dizildiği bu daracık sokakta, zaman bir türlü geçmek bilmiyordu sanki. Etrafını çepeçevre kuşatanlarla aralarındaki ürkütücü sessizlik giderek büyüyor ve Koko, bulunduğu yerde, yavaş ve ihtiyatlı adımlarla dönüyor, dönüyor, dönüyordu...
       Birden, bir kaç el patlama sesi duyuldu. Korkuyla irkildi Koko! Göğsünün yarıldığını, ciğerlerindeki bütün havanın, hızla boşaldığını sandı. Ellerini, göğsüne götürdü, dışarı fırlayacakmış gibi olan sol göğsünün üzerine bastırdı. Avuçlarında, sıcak ve pütür pütür bir yumuşaklık hissetti, anlam veremedi. Elindeki kalasın yere düştüğünün farkında bile değildi. Derin bir nefes alma ihtiyacı duydu, havayı olanca gücüyle içine çekti, fakat soluk alamadı. Bir daha denedi, bir daha, bir daha; yine olmadı! Nefes alamıyordu! Birden, başında buz gibi bir soğukluk hissetti, gözlerini zifiri bir karanlık bastı, sendeledi, birkaç adım attı. Dudakları birşey söyleyecekmiş gibi gerildi, “ko..., ko..., ko...” diyebildi, gerisini getiremedi. Birkaç adım daha attı, sanki bacaklarına söz geçiremiyordu; dizlerinin bağı çözülür gibi oldu, ayakları birbirine dolaştı; önce bir dizi, sonra diğeri yere çarptı, ardından, külçe gibi ağırlığıyla yüzüstü yere kapaklandı.
       Bir eli hala göğsündeydi. Diğeri, sanki doğrulup kalkacakmış gibi yeri avuçlamıştı. Düştüğü yerden, sağ omzu toprakta, adım atmak istercesine dizlerini sırasıyla büktü, ayaklarıyla yeri bir ileri, bir geri eşeledi. Yüzünün sağ tarafı ve dudakları toprağa sürtündü, ancak bir kaç santim ilerleyebildi. Göğsünden bir hırıltı boşaldı, yüzü acıyla gerildi, sol gözündeki tik, bir kaç defa üst üste seyirtti. Bacağını, bir kez daha adım atar gibi yaptı, yavaşça karnına doğru çekti, sonrasını getiremedi. Gözleri, sanki birşeylere hayretle bakıyormuş gibiydi. Göğsü derin ve içten gelen kasılmalarla sarsıldı, iki büklüm olmuş bedeni, son birkaç titremenin ardından, hareketsiz öylece kalakaldı...  
                                                     *     *     *
       Akşam olmuştu. Sıvasız evlerin, kahverengiden kırmızıya çalan tonlarındaki rengi çoktan görünmez olmuş, mahallenin üzerini koyu bir sis tabakası kaplamıştı. Çiseleyen yağmur dinmiş, yerini, nemli, ıslak bir havaya bırakmıştı. Kahve, her zamankinden kalabalıktı; bütün sandalyeler dolmuş, ayakta kalanlar, elleri palto ve kabanlarının ceplerinde, yüzleri televizyona dönük bekleşiyorlardı. Sırılsıklam olmuş insanların üzerinden yükselen buğu, yoğun sigara dumanıyla buluşuyor, içeriyi dışardan beter hale getiriyordu. Gençlerin oturduğu arka bölümle, orta ve daha yaşlıların bulunduğu kısımlar, içerinin tıklım tıklım olması nedeniyle birbirine karışmıştı. Daha önceleri, tavla ve okey taşlarının şakırtısıyla inleyen masaların üzeri boşalmış, yalnızca sigara izmaritleriyle tıkabasa dolu, metal kül tabakları kalmıştı. İçeride, hararetli söyleşilerin yapıldığı, muzipliklerin ve şakalaşmaların gırla gittiği o neşeli hava kaybolmuş, yerini ağır ve hüzünlü bir suskunluk almıştı. Televizyon rafının asılı olduğu beton kolonun hemen yanıbaşındaki hasır iskemle, öylece boş duruyordu.
       Televizyon haberleri başlayınca, önce bir uğultu oldu, sonra herkes pür dikkat kesiliverdi. Bir dolu havadan ve sudan haber okundu, ardından reklam arası, sonra bir o kadar daha eften püften haber... Kimse soluk almıyordu; bıçak açmıyordu ağızları, çıt çıkmıyordu... Derken yeni bir habere daha başladı spiker; “Kalabalık bir grupla, güvenlik güçleri arasında meydana gelen olaylarda...” diye devam etti...  Ekranda sağa-sola kaçışan insanlar göründü; canhıraş feryatlarla bağrışan, yerlerde sürüklenen, yaka-paça götürülen insanlar... Spikerin ağzından alalade bir haberi okur gibi döküldü kelimeler; “... güvenlik güçlerine ateş eden bir terörist, silahıyla birlikte ölü ele geçirildi.” ... Kötü bir şakaydı sonrası... Gölgeleri sustu birer birer sararmış duvarların, derin bir iç çekti masalar, kesif bir duman bulutunu soludu sandalyeler. Sessiz bir çığlık koptu derinden, bir fısıltı gibi büyüdü, yeni bir hayat düştü rahmine kentin...

                                                      *     *     *

       Hayat en büyük öğretendi. İster, hiddetten köpürmüş bir denizin azgın dalgalarıyla boğuşurken olsun, ister en onulmaz ihaneti yaşarken; ha bir dağ başında, ha dişe diş bir kavgada. En önemlisi, mutlak ve kaçınılmaz olanın karşısında boyun eğmek değil, ondan alınacak derslerdi. Belki, büyük sözler, büyük insanlara yakışırdı. Oysa ki, amansız bir mahşeri yaşar gibi hergün, biteviye değişir ve değiştirirken hayat, meşhur insanların şaşaalı sözlerinden değil, küçük ve inanılmaz olanın, basit ama yalın eylemlerinden alırdı cesaretini. İşte, en büyük yol gösterici de buydu.
       Koko’ya gelince; dövüşmesini bilmezdi o; yufka yürekliydi... Yaşamın, insan iradesi dışında şekillenen  parçasının, basit bir yanılgısıydı belki... O, bu yanılgının hiç farkında bile olmadı. Hükmün, mübadelenin, çıkarın olmadığı bir dünyaya aitti. Paranın, kredi kartlarının, senetlerin kirletemeyeceği bir dünyaya; reklamların, sözleşmelerin, teşvik ve primlerin... Az bilen, çabuk inanan, zor öğrenen biriydi Koko; sevdi mi, pazarlıksız severdi; hani küçük çocuklar sever ya, öyle.... Doğanın, insan hayatına bahşettiklerinden, onun payına düşen çok azdı. Bu yüzden, her şeyin çok azıyla yetinmesini bildi. “Niçin?”, “nasıl?”, “ne gibi?” sorularla arası hiç iyi olmadı. Hiçbir şey istediği gibi gitmedi; o zaten, doğru dürüst istemesini bile öğrenemedi. İçinden geldiği gibi yaşadı, yüreğini dinledi, bildiği yoldan gitti. Arkasında ağır bir hüzün bulutu bıraktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder