Onunla anlaşabilmek için, kısa ve basit
cümleleri seçmek gerekirdi. Uzun olanları anlamakta güçlük çeker, hemen kafası
karışırdı. Üç sözcük söylense, aklında ancak son ikisi kalır, birinciyi
kesinlikle unuturdu. Doğduğunda, başı normalden çok büyükmüş. Köy yerinde doktor ya
da ebe hak getire! Aile, uzun süre çocuklarının iri yapılı vucuduyla övünmüş,
zekasındaki geriliği ise çok sonra farkedebilmişlerdi. Hoş, farketseler de ne
yazardı; hayatın, onlar için karşı konulmaz olan hışmına boyun eğmekten başka çıkar yolları yine
olmayacaktı. Neyse ki, onun bu engelli hali, “deli” denmeyecek denli zararsız
bir zeka geriliği idi. Fikri yeteneklerindeki kısıtlığa karşın, kimseye zarar
vermeyen, kendi halindeki uysal kişiliği, herkesçe sevilmesine neden olmuştu.
Üstelik, bu heybetli gövdenin taşıdığı çocukça saflık, anlama ve kavrama
yeteneğindeki kıtlıkla birleşince, onu mahallenin maskotu yapmıştı.
Sözcüklerin
“k” ile başlayanlarıyla, arası hiç iyi değildi Koko’nun. Böyle sözcüklere
takıntısı vardı; kesinlikle ilk seferinde söyleyemez, “ko...,
ko..., ko...” diye birkaç kez kekeledikten sonra, zoraki çıkarırdı ağzından
kelimeyi. Bu yüzden “Koko” demişlerdi O’na. Asıl ismini, kimbilir kendi bile
unutmuştu ...
* * *
Mahalle
kahvesi; yaşlısı, genci, işçisi, işsiziyle çoğunun ortak mekanıydı. Özellikle, kışın
soğuk ve yağmurlu günleriyle, akşam sonralarının vazgeçilmez durağıydı burası.
Gençler, kahvehanenin, duvarları kirden ve sigara dumanından kahverengiye
boyanmış loş arka bölümünde oturur, toplum ve memleket sorunları üzerine
söyleşirlerdi. Yetişkin ve daha yaşlılar ise, televizyona daha yakın olan orta
kısımları tercih eder, yeşil kadife örtülü masalarda okey, tavla ya da pişpirik
oynarlardı.
Koko, nereden
bulmuşsa bulmuş, tahta ayaklı, oturma yeri oldukça geniş, hasır bir iskemle
getirmiş, onu kahvenin demirbaşı yapmıştı. İskemlesi, televizyon dolabının
asıldığı beton kolonun hemen dibinde durur, kendisi de sürekli burada otururdu.
Kahvedekiler buraya “Koko’nun tapulu
yeri” derlerdi. Sağ tarafını, yakınındaki demir
döküm sobaya verir, sol omzunu televizyona,
yüzünü de kalabalığa dönerdi.
Televizyonu izlerken bile, konumunu asla değiştirmez, başını sol omzunun
üzerinden, aşağıdan yukarıya doğru kaldırır, öyle seyrederdi. Nasıl olur da
boynu tutulmaz, gözleri şaşılanmaz herkes hayret ederdi. Kahveye geldiğinde
yaptığı ilk iş, iskemlesini aramak olurdu. Onu ne olursa olsun buluncaya kadar
arar, bulduğunda ise üzerinde oturana parmağıyla; “yaylan!” dercesine kalkmasını işaret ederdi. Onun, iskemlesini
aradığını görenler, genellikle kimde olduğunu söylerlerdi. Bazansa, içlerinden
birileri muziplik yapmak ister, aralarında anlaşır, iskemleyi saklarlardı.
Koko, buluncaya kadar iskemlesini arar, aksi durumda başka bir yere kesinlikle
oturmazdı. Eğer, şakanın süresi biraz uzayıp da, dozunu aşarsa, bir duvara yaslanır,
somurtur ve kaşlarını çatar, herkese küserdi... Sonra, gönlünü almak faslı
başlardı Koko’nun; olaya bir fail bulunur, uçlu cigaralar ikram edilir,
tarçınlı çaylar söylenirdi...
Kahvede,
herkesin ilgisinin aynı olduğu tek an, televizyon haberlerinin okunduğu
zamandı. Haberler başlarken, içerinin, dumana ve ise boğulmuş loş aydınlığında,
oturanlar yerlerinden şöyle bir depreşir, kulaklar kabartılır, kalabalık cam
ekrana biraz daha yaklaşırdı. Özellikle toplumsal olaylarda, gecekondu yıkımlarında,
herkes pür dikkat seyreder, soluklar tutulur, içerden çıt çıkmazdı. En çok da,
kendilerine benzeyen insanların dramını anlatan haberler acıtırdı yüreklerini.
Gösteri ve yürüyüşlerde, hak arama eylemlerinde, toplu direnişlerde, ne zaman
bir arbede çıksa, birileri dövülse, yerlerde sürüklense, kahvedekiler, sinema
filmlerindeki kötü adamı ıslıklayan seyirciler gibi taraf olurlardı hemen.
Derin derin iç çeker, okkalı küfürler savurur, yumruklarını masalara
vururlardı; özellikle gençler, güvenlik güçlerinin önünden kaçışanları görünce
heyecanlanır, ileri atılırlar, “kaçmayın,
direnin!” diye cam ekrana komutlar yağdırırlardı...
Bu
haberlerden en çok Koko etkilenirdi. Oturduğu yerde, başını sol omzunun
üzerinden yukarıya kaldırır, olanları ekşi bir yüz ifadesiyle izlerdi.
Polislerin dövdüğü, saçlarından tutup süreklediği kadınları, kanlar içinde
kalan gençleri, tekmeler altında çığlık çığlığa insanları gördükçe, Koko’nun
geniş ve kemikli yüzünün bütün hatları gerilir, acıyla kaşlarını oynatır, sol
gözünde tikler oluşurdu.
Tuhaf
yaradılışta biriydi Koko, dövüşmesini bilmezdi. Gerçi birisiyle dövüştüğü ender
olurdu ama, dövüştüğü zaman ise yumruk atmaz, ya ellerini sallar, ya da
karşısındakinin bir yerinden tutar, savurup fırlatırdı bir tarafa. Çok güçlüydü,
acı bir kuvveti vardı; kürek gibi ellerini hızla sallarken birine değmesi, onun
saf dışı kalması için yeter de, artardı bile. Bir gün, küçük bir kedi
yavrusunun, kuyruğuna teneke bağlayarak eziyet eden komşu mahallenin
küçüklerini pataklamıştı. Büyük bir çıngar kopmuş, bütün komşu mahalle
dökülmüş, yine de Koko’ya birşey yapamamışlardı. Ardından, hep birlikte soluğu
karakolda almışlardı tabii. Hep gülerek anlatırlardı; Koko’nun, kucağında kedi
yavrusuyla komiserin karşısında dikilip; “ama
onlar da eziyet ediyordular komutanım” deyişini...
Mahallenin
gençleri, kahvede sık sık toplantılar yaparlardı. Kahvehanenin en kuytu
köşesinde toplanır, hararetli hararetli tartışırlardı. Koko, gençlerin bu
heyecanlı söyleşilerini, büyük zevk alarak dinlerdi. Anladığından değildi;
büyüklere oranla daha ciddi ve önemli şeyler konuştuklarını sezmesindendi
belki. Altında hasır iskemlesiyle, masalarının bir köşesine ilişir, ciddi bir
adam edasıyla dinlerdi. Gençler de, tüm mahalle halkı gibi Koko’yu
kendilerinden sayar, varlığına aldırmazlardı. Aklında pek birşey kalmazdı bu
toplantılardan; emekten, kavgadan, cesaretten bahsederlerdi... En çok ta “korkmamalıyız!” sözü aklında yer
etmişti Koko’nun; “birlik olunca korkmamalıyız!”... Kendi
ismini çağrıştırdığından olsa gerek, hiç unutmazdı bu sözü; “ko..., ko..., ko..., korkmamalıyız!” diye tekrarlardı kendi
kendine.
* *
*
Birgün,
kahvede otururlarken, mahallenin gençleri heyecanla içeri girdiler. Asık
suratlarında, ciddi ve olgun insanlara yakışır bir ifade vardı. Sert ve kararlı
adımlarla kahvenin orta yerine gelip durdular. İçlerinden paltolu ve kırmızı
atkılı, dağınık uzun saçlı, bıyıkları henüz terlememiş biri, masalardan birine
çıktı ve metalik bir ses tonuyla konuşmaya başladı: Büyük bir yürüyüş
düzenlenecekti, kendileri de bu yürüyüşe mahalle halkı olarak katılmalıydılar.
İşsizliğin kol gezdiği, insanların onursuzca yaşamaya mahkum edildiği,
aşağılandığı bir düzen onların düzeni olamazdı. Hergün, hak aradığı için
dövülen, hakarete uğrayan, yerlerde sürüklenen insanlar onların insanlarıydı.
Yaşadığı topraklardan sürülen, her gittikleri yerde hor görülen, tek göz
gecekonduları başlarına yıkılan yine onlardı. Artık, birer fare gibi
yaşadıkları kenar mahallelerden çıkmalı ve kendilerini göstermeliydiler....
Kısa ama
ateşli bir konuşmaydı. Birlik olmaktan, direnmekten ve cesaretten bahsetmişti;
onurdan, özgürlükten, insanca yaşama hakkından... İçeride kıpırdanmalar oldu; “haklı, çok doğru, biz de katılmalıyız...”
gibi sesler duyuldu. Konuşma etkisini çabuk göstermişti. Gençlerden birkaçının
öne atılmasıyla kahvedeki kalabalık coşmuş, saatlerdir yağan yağmur altında,
mahallenin balçığa bulanmış sokaklarından hırçın bir su gibi akıvermişti...
Koko, önce arkalarından ürkek ürkek izlemiş, yürüyüşçüler çoğalıp da sloganlar
atılmaya başlayınca, birden kendini kalabalığın arasında buluvermişti.
Kalabalık, ara sokaklardan çoğalarak büyüyor, yoldan geçenlerin bir kısmı
ilgiyle izliyor, bir kısmı da alkışlıyorlardı. Yol kenarında oynamakta olan çocuklar,
oyunlarını bırakıp yürüyüşçülere katılıyorlardı. Bir yandan, kolkola girerek
kortejler oluşturuyorlar, öte yandan gençler, el ele tutuşup kalabalığın etrafını
bir güvenlik halkasıyla çevirmeye çalışıyorlardı. Küçük çocuklar, parmaklarıyla
zafer işareti yaparak kıkırdıyor, bazıları, ellerine geçirdikleri teneke
kutularını trampet gibi çalarak atılan sloganlara tempo tutuyorlardı.
Bu durum,
eğlenceli gelmişti Koko’ya. En önde, genç bir delikanlı yürüyordu. Omzunda
kırmızı atkısı, elinde ince bir çubuk, bir ileri bir geri koşturuyor,
kalabalığı kontrol ediyor, sağa sola talimatlar yağdırıyordu. Uzun ve dağınık
saçlarının rüzgarda savrulurkenki görüntüsü, sanki bir film kahramanının,
sinema perdesinden fırlamış görüntüsünü andırıyordu. Koko tanımıştı; kahvede,
masanın üzerinde konuşma yapan gençti bu...
Diğer
mahallelerden gelen gruplarla birleşilmiş, oldukça kalabalık, düzenli bir
kortej oluşmuştu. Caddenin ana yola açılan ucuna doğru yürüyorlardı. Yolun
sonu, kalkanlı polisler ve onların arkasındaki panzerlerle kesilmişti.
Yürüyüşçüler iyice yaklaşınca, polis barikatı daha bir sıkılaştırılmıştı.
Derken kalabalık, kalkanlı polislerin bir kaç metre ilerisine kadar gelip
durdu. Polis barikatının içerisinden sivil giyimli birisi, elinde megafonla,
emin adımlarla ileri doğru çıktı. Gözleriyle, sanki meydan okurcasına
kalabalığı şöyle bir süzdü. Bakışlarında, kibirle karışık bir küçümseme vardı.
Bir muhatap arar gibi bir süre öylece bekledi... Sonra, megafonu yavaşça ağzına
götürdü, kalabalığa doğru seslendi; yaptıklarının suç olduğunu, dağılmalarını,
aksi taktirde pişman olacaklarını söyledi. Ardından polis kalkanları ve
coplarının hazırlanırken çıkardığı takırtılı, tukurtulu sesler işitildi. Kısa
bir sessizlikten sonra, kalabalıktan yeniden sloganlar yükseldi. Arkasından, “Allah, Allah, Allah.!...” sesleriyle
joplu ve kalkanlı bir saldırı başladı. Sanki zırhlı süvarilerin, düşmanın
üzerine yalın kılıç dalmasına benziyordu. Bir anda ortalık ana-baba gününe
dönmüş, herkes panik halinde kaçışmaya başlamıştı...
Koko, daha ne olduğunu kavrayamadan,
kendini gelişigüzel kaçışan kalabalığın arasında buluverdi. Bir anda ne
olmuştu, bu panik niyeydi, anlayamıyordu; yalnızca koşuyordu, herkesin
yaptığını yapıyor, şuursuzca koşuyordu.... O ana kadar, etrafı koruma görevlilerince
çevrili, düzenli kortejler halinde yürüyen, o disiplinli kalabalık gitmiş,
yerini çil yavrusu gibi sağa sola kaçışmakta olan, gelişigüzel bir güruh
almıştı. Herkes kendi canının derdindeydi; kadınlar, kalabalığın dışına doğru
kendilerini atmaya çalışıyor, küçük çocuklar, trampetleriyle beraber ayaklar
altında eziliyor, çevik davranamayıp kaçamayanlar ise jop darbelerine maruz
kalıyorlardı. Biraz önce kalabalığa slogan attıran delikanlıyı gördü Koko; hani
şu, kahvede konuşma yapan ateşli genci. Boynunda kırmızı atkısı yoktu;
kalabalığı yönetirken ki kararlı tavrından da eser kalmamıştı; kaçıyordu,
tabana kuvvet, olanca gücüyle kaçıyordu...
Kalabalık, bölük pörçük olmuş, polislerle
ara sokaklarda amansız bir kovalamacadır başlamıştı. Sık sık, sokak başlarından
kavisler yaparak dönüyorlar, küçük gruplar halinde rastgele sokaklara giriyor,
başlarına ve sırtlarına inen odun ve jop darbelerinden bir türlü
kurtulamıyorlardı. Önceden hazırlık yaptıkları belli olan güvenlik güçleri, her
girdikleri sokaktan karşılarına çıkıyor, gerisin geri dönen kalabalığı, bu
sefer de başka bir polis grubu karşılıyordu...
Koko, koşmaya devam ediyordu. Her ne
kadar adımlarını hızlı ve çevik atamıyorsa da, her seferinde attığı uzun
adımlar, yine de çoğu kişiden daha hızlı koşmasına yetiyordu. Külçe gibi
adımlarının, her seferinde yere çarparkenki gürültüsü, adeta yeri titretiyordu.
Önüne, sıkışmış bir kalabalık çıktığında hızını kesemiyor, kalabalığı hallaç
pamuğu gibi dağıtarak yarıp geçiyordu. Karşısına çıkan dar sokakları, bir kaç
adımda tüketiyor, yerde yuvarlanan çöp bidonlarının üzerinden bir çırpıda
atlıyordu.
Tam yeni bir sokağa giriyordu ki, sağ
tarafından acı bir çığlık işitti Koko. Gayri ihtiyari dönüp baktığında,
elleriyle başını tutarak kaçmakta olan bir kadın gördü. Başının örtüsü açılmış,
simsiyah saçları rüzgarda bir alev gibi dağılmıştı. Elleri kan içindeydi;
arkasındaysa bir grup polis kovalıyordu... Koko bir yandan koşuyor, bir yandan
da onları izlemeye çalışıyordu. Kovalayanlardan biri, bir kaç adım sonra,
elindeki jopu yetiştiği gibi, olanca gücüyle kadının başına indiriverdi. Kadın
feryatlar içinde yere yuvarlandı. Koşmakta olan Koko, ansızın, yüreğinden sivri
bir kancaya takılmış gibi, bedeninin geriye doğru çekildiğini hissetti... Kadın
acı çığlıklar atarak yerde kıvranıyordu. Polislerin biri saçlarından tutmuş
sürüklüyor, diğeri tekmeliyor, bir diğeri ise elindeki kırık tahta copla,
sırtına sırtına vuruyordu. Koko, önce yavaşlamış, sonra farkında olmadan durmuş
ve onlara taraf dönmüştü. Bakışları, uzaklarda bir noktaya kilitlenmiş, bedeni
sanki gizli bir kuvvetin atkisi altına girmişti. Birkaç adım attı, durakladı,
sonra yavaş ve ürkek adımlarla onlara doğru yaklaşmaya başladı. Yürümüyor,
adımları adeta kendiliğinden gidiyordu... Darbeler, kadının üzerine inip
kalktıkça Koko’nun yüzünün hatları geriliyor, acıyla kaşlarını oynatıyor, sol
gözünde tikler oluşuyordu. Birden hızlandı; kollarını iki tarafa açtı, koştu,
koştu, koştu ve avuçlarının içiyle, iki polisin birden sırtına vuruverdi. Sanki
arkalarına iki balyoz inmişçesine polisler yere yığıldılar. Öbürü, daha ne
olduğunu anlamaya çalışırken, Koko iki eliyle yakasından kavradığı gibi, adamın
alnına şiddetli bir kafa vurdu. “Yandın
anam!” diye bir feryat koptu. Koko eğildi, başı kanlar içindeki kadını
yerden kaldırdı. Tam doğrulmuştu ki, kafasında şiddetli bir acı hissetti...
Başını omuzlarının arasına gömerek döndü. Bu arada, birkaç jop darbesi daha
yedi; karşısındaki polisin jop darbelerine kolunu siper ederek, iki eliyle
bileğinden kavradı, hızla kendine doğru çekti; “küt!” diye bir ses duyuldu. Koko, adamı bir yarım daire kadar
çevirip hızla savurdu. Adam, koşarak gelmekte olan diğer polis grubuyla,
gerilmiş bir ağacın dalları gibi çarpıştı. Çığlıklar atarak her biri bir tarafa
savruldu. Bu arada, diğer bir grup polis daha yetişmiş, ellerinde jop ve odun
parçalarıyla Koko’nun etrafını kuşatmış, vurmaya başlamışlardı bile. Gelenlerin
sayısı hızla çoğalıyordu. Her gelen, kalabalığa büyük bir hışımla dalıyor, önce
bir tane vuruyor, sonra neye uğradığını anlamadan, ya kendini yerde buluyor, ya
da feryat figan çırpınmaya başlıyordu.
Boğuşma, bir süre böyle devam etti. Bir
ara, şakağına şiddetli bir darbe yedi Koko. Sarsıldı, yere çöktü. Bunu fırsat
bilip, hepsi birden üzerine çullandılar. Tamam diye düşünüyordular ki, birden
hayvani bir kükremeyle ortalık inledi; Koko delirmiş gibi bağırıyordu; bağırmak
ne kelime böğürüyordu. Polislerin bir kısmı irkilerek geri çekildi, kalanları
da, ellerini yere dayayarak ayağa kalkan Koko’nun, bir iki kol ve bacak
hareketiyle darmadağın oluverdiler. Kadın, o karışıklıkta çoktan uzaklaşmıştı
bile. Polislerin sayısı iyice çoğalmış, her yandan, başına, kollarına, sırtına,
yağmur gibi jop ve odun darbeleri inmeye başlamıştı. Koko, dört taraftan gelen
darbelere karşı, kollarını tıpkı bir makine gibi çalıştırıyor, onun kocaman ve
iri ellerine düşen bir daha iflah olmuyordu. Bütün bunlarla başedemeyeceğini
anlayan Koko, birden arkasını dönüp koşmaya başladı; birkaç adımda karşı
kaldırıma geçti, yol kenarındaki inşaatın önünde yığılmış kalaslardan birini
kaptığı gibi geri döndü... Polisler önce durakladılar, sonra yeniden saldırıya
geçtiler: Bu sefer, daha güvende olduğunu hissetti Koko. Adamlar, başlarına
gelecekleri önce anlayamadılar; ancak, ne zamanki kalas darbeleriyle, birer
ikişer yere yığılmaya başladılar, o zaman durumlarını kavrayabildiler. Koko,
elindeki kalası bir fırıldak gibi, bir o yana, bir bu yana çeviriyor, her
tafartan gelen darbeleri kolaylıkla savuşturuyordu. Kocaman kalas, Koko’nun iri
ellerinde uzun bir çubuk gibi hareket ediyor, böylece sahibinin yanına kimseyi
yaklaştırmıyordu.
Ortalık savaş alanına dönmüştü; kafalar
yarılmış, gözler patlamış, elbiseler kan revan içinde kalmıştı. Her taraftan inleme ve
feryat sesleri geliyordu. Polislerin bir kısmı saf dışı kalmış, yerlerde
sürünüyor, bir kısmı ise ayakta, Koko’nun etrafında fır dönüyorlardı.
Çaresizlik içinde üzerine atılmak isteyenleri ise, Koko bir vuruşta yere
düşürüyordu. Heybetli gövdesiyle, bulunduğu yerde dört dönüyor, kah yerde
kıvrananları tekmeliyor, kah fazla yanaşamayıp uzaktan jop sallayanların
üzerine yürüyerek onları kovalıyordu. Polisler, artık uzak durmaya başlamış,
Koko’nun etrafını koca bir halka halinde çevirmiştiler. Ortalarında, kızgın ve
yaralı bir dev gibi öfkeyle soluyan Koko’nun göğsü, bir kalkıp bir iniyordu.
Vucudunun bütün kasları gerilmiş, çatlayacakmış gibi kabaran damarları parmak
kalınlığını almış, gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyümüştü. O kendi
etrafında, polisler de O’nun etrafında dönüyorlardı. Gözlerinden, sanki tanık
olunmamış bir meydan okuma fışkırıyordu; şiddetle birikmiş, acıyla yoğrulmuş,
öfkeyle büyümüş bir meydan okuma; o zamana kadar bir benzeri ne görülmüş, ne de
duyulmuş; korkusuz ve cesur, ölümüne ve direngen... Sabahtan beri yağmaya devam
eden yağmur, çiseye dönüşmüştü. Eskimiş yüzleri, yer yer dökülmüş sıvaları,
solmuş badanalarıyla evlerin utangaç utangaç dizildiği bu daracık sokakta,
zaman bir türlü geçmek bilmiyordu sanki. Etrafını çepeçevre kuşatanlarla
aralarındaki ürkütücü sessizlik giderek büyüyor ve Koko, bulunduğu yerde, yavaş
ve ihtiyatlı adımlarla dönüyor, dönüyor, dönüyordu...
Birden, bir
kaç el patlama sesi duyuldu. Korkuyla irkildi Koko! Göğsünün yarıldığını,
ciğerlerindeki bütün havanın, hızla boşaldığını sandı. Ellerini, göğsüne
götürdü, dışarı fırlayacakmış gibi olan sol göğsünün üzerine bastırdı.
Avuçlarında, sıcak ve pütür pütür bir yumuşaklık hissetti, anlam veremedi.
Elindeki kalasın yere düştüğünün farkında bile değildi. Derin bir nefes alma
ihtiyacı duydu, havayı olanca gücüyle içine çekti, fakat soluk alamadı. Bir
daha denedi, bir daha, bir daha; yine olmadı! Nefes alamıyordu! Birden, başında
buz gibi bir soğukluk hissetti, gözlerini zifiri bir karanlık bastı, sendeledi,
birkaç adım attı. Dudakları birşey söyleyecekmiş gibi gerildi, “ko..., ko..., ko...” diyebildi,
gerisini getiremedi. Birkaç adım daha attı, sanki bacaklarına söz
geçiremiyordu; dizlerinin bağı çözülür gibi oldu, ayakları birbirine dolaştı;
önce bir dizi, sonra diğeri yere çarptı, ardından, külçe gibi ağırlığıyla
yüzüstü yere kapaklandı.
Bir eli hala
göğsündeydi. Diğeri, sanki doğrulup kalkacakmış gibi yeri avuçlamıştı. Düştüğü
yerden, sağ omzu toprakta, adım atmak istercesine dizlerini sırasıyla büktü,
ayaklarıyla yeri bir ileri, bir geri eşeledi. Yüzünün sağ tarafı ve dudakları
toprağa sürtündü, ancak bir kaç santim ilerleyebildi. Göğsünden bir hırıltı
boşaldı, yüzü acıyla gerildi, sol gözündeki tik, bir kaç defa üst üste
seyirtti. Bacağını, bir kez daha adım atar gibi yaptı, yavaşça karnına doğru çekti,
sonrasını getiremedi. Gözleri, sanki birşeylere hayretle bakıyormuş gibiydi.
Göğsü derin ve içten gelen kasılmalarla sarsıldı, iki büklüm olmuş bedeni, son
birkaç titremenin ardından, hareketsiz öylece kalakaldı...
* *
*
Akşam
olmuştu. Sıvasız evlerin, kahverengiden kırmızıya çalan tonlarındaki rengi
çoktan görünmez olmuş, mahallenin üzerini koyu bir sis tabakası kaplamıştı.
Çiseleyen yağmur dinmiş, yerini, nemli, ıslak bir havaya bırakmıştı. Kahve, her
zamankinden kalabalıktı; bütün sandalyeler dolmuş, ayakta kalanlar, elleri
palto ve kabanlarının ceplerinde, yüzleri televizyona dönük bekleşiyorlardı.
Sırılsıklam olmuş insanların üzerinden yükselen buğu, yoğun sigara dumanıyla
buluşuyor, içeriyi dışardan beter hale getiriyordu. Gençlerin oturduğu arka
bölümle, orta ve daha yaşlıların bulunduğu kısımlar, içerinin tıklım tıklım
olması nedeniyle birbirine karışmıştı. Daha önceleri, tavla ve okey taşlarının
şakırtısıyla inleyen masaların üzeri boşalmış, yalnızca sigara izmaritleriyle
tıkabasa dolu, metal kül tabakları kalmıştı. İçeride, hararetli söyleşilerin
yapıldığı, muzipliklerin ve şakalaşmaların gırla gittiği o neşeli hava
kaybolmuş, yerini ağır ve hüzünlü bir suskunluk almıştı. Televizyon rafının
asılı olduğu beton kolonun hemen yanıbaşındaki hasır iskemle, öylece boş
duruyordu.
Televizyon
haberleri başlayınca, önce bir uğultu oldu, sonra herkes pür dikkat
kesiliverdi. Bir dolu havadan ve sudan haber okundu, ardından reklam arası,
sonra bir o kadar daha eften püften haber... Kimse soluk almıyordu; bıçak
açmıyordu ağızları, çıt çıkmıyordu... Derken yeni bir habere daha başladı
spiker; “Kalabalık bir grupla, güvenlik
güçleri arasında meydana gelen olaylarda...” diye devam etti... Ekranda sağa-sola kaçışan insanlar göründü;
canhıraş feryatlarla bağrışan, yerlerde sürüklenen, yaka-paça götürülen
insanlar... Spikerin ağzından alalade bir haberi okur gibi döküldü kelimeler; “... güvenlik güçlerine ateş eden bir
terörist, silahıyla birlikte ölü ele geçirildi.” ... Kötü bir şakaydı
sonrası... Gölgeleri sustu birer birer sararmış duvarların, derin bir iç çekti
masalar, kesif bir duman bulutunu soludu sandalyeler. Sessiz bir çığlık koptu
derinden, bir fısıltı gibi büyüdü, yeni bir hayat düştü rahmine kentin...
* * *
Hayat en
büyük öğretendi. İster, hiddetten köpürmüş bir denizin azgın dalgalarıyla
boğuşurken olsun, ister en onulmaz ihaneti yaşarken; ha bir dağ başında, ha
dişe diş bir kavgada. En önemlisi, mutlak ve kaçınılmaz olanın karşısında boyun
eğmek değil, ondan alınacak derslerdi. Belki, büyük sözler, büyük insanlara
yakışırdı. Oysa ki, amansız bir mahşeri yaşar gibi hergün, biteviye değişir ve
değiştirirken hayat, meşhur insanların şaşaalı sözlerinden değil, küçük ve
inanılmaz olanın, basit ama yalın eylemlerinden alırdı cesaretini. İşte, en büyük yol
gösterici de buydu.
Koko’ya
gelince; dövüşmesini bilmezdi o; yufka yürekliydi... Yaşamın, insan iradesi
dışında şekillenen parçasının, basit bir
yanılgısıydı belki... O, bu yanılgının hiç farkında bile olmadı. Hükmün,
mübadelenin, çıkarın olmadığı bir dünyaya aitti. Paranın, kredi kartlarının,
senetlerin kirletemeyeceği bir dünyaya; reklamların, sözleşmelerin, teşvik ve
primlerin... Az bilen, çabuk inanan, zor öğrenen biriydi Koko; sevdi mi,
pazarlıksız severdi; hani küçük çocuklar sever ya, öyle.... Doğanın, insan
hayatına bahşettiklerinden, onun payına düşen çok azdı. Bu yüzden, her şeyin
çok azıyla yetinmesini bildi. “Niçin?”,
“nasıl?”, “ne gibi?” sorularla arası
hiç iyi olmadı. Hiçbir şey istediği gibi gitmedi; o zaten, doğru dürüst
istemesini bile öğrenemedi. İçinden geldiği gibi yaşadı, yüreğini dinledi,
bildiği yoldan gitti. Arkasında ağır bir hüzün bulutu bıraktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder