Orwell, gerek yazdığı kitaplarda gerekse hayatının büyük bir evresinde gerçekleri bulma yönündeki arayışını uzun süre devam ettirmiştir. Hayatının son dönemlerini saymazsak -ki bu dönem 1984 eserini yazdığı dönemdir de aynı zamanda- yaşama ve mücadeleye karşı umudu hiçbir zaman kesilmemiştir. 1984 eserinin yazıldığı dönem ise Stalinist karşı devrimin dünyada hızla yayıldığı ve neredeyse tüm komünist partilerin SSCB’nin dış politikasına hizmet eden bir yapıya dönüştüğü dönemdir ki, bu kitapta dahi ‘bir kurtuluş varsa yine işçi sınıfından gelecektir’ cümlesinin altını çizmek gerekir.
‘Katalonya’ya Selam’ eserinin ortaya çıkış öyküsü bir hayli ilginç, bir yandan da devrimci değerlerin ne kadar etkileyici olduğunu gözler önüne serer. İlk olarak asıl amacı gazete makalesi yayımlama fikriyle çeşitli röportajlar yapmak için İspanya’ya gelen Orwell, daha sonra gördüğü manzara karşısında (ki onu etkileyen ilk şey belki de devrimci türkülerdir) tavır değiştirmiş ve İspanya İç Savaşı’nda 1936 yılında ‘faşizme karşı’ POUM saflarında savaşmaya karar vermiştir. Cepheden döndüğünde savaşın iç yüzünü, İspanya’da ve tüm dünyada Stalinizmin ihanetini kavramış ve tam da bu noktada bizlerle deneyimlerini ‘Katalonya’ya Selam’ eserinde paylaşmıştır.
Eserde, üslubu bir gazeteci üslubunu andırır ve cephe boyunca uluslar arası gazeteleri de takip ettiğinden, kitapta Daily Worker gibi birçok gazeteden toparlanmış alıntılarla durumu çok daha iyi kavramamızı sağlar. Bunun yanında kimi zaman esprili bir dil kullanarak, sık sık ordudaki duruma bizleri gülümsetmeyi ihmal etmez.
Katalonya’ya Selam ve İspanya’nın İç Savaş Görünümü
1936 başında, savaşa katılmak üzere İspanya’ya geldiğinde karşılaştığı Barselona, Orwell’in deyimiyle, şaşırtıcı ve kuşatıcıdır: Büyüklü küçüklü bütün binalar işçiler tarafından zapt edilmiş, dükkân ve işletmeler kolektifleştirilmiştir. İnsanlar toplumsal hiyerarşiyi işaret eden sıfatları bir kenara bırakarak birbirlerine yoldaş ya da sen diye hitap etmeye başlamıştır. Bahşiş yasaklanmış, berber dükkânlarına berberlerin artık köle olmadığını bildiren afişler asılmıştır. Orwell, bütün bunları uğruna savaşmaya değer şeyler olarak tanımlar. Şehir bu haliyle hayvanların tüm üretim araçlarına el koyup insanları def ettiği Orwell’in meşhur çiftliğini andırmaktadır. Sanki şehrin girişindeki Beylik Çiftliği tabelası Hayvan Çiftliği’yle henüz değiştirilmiş, Kartopu sonuncusu “bütün hayvanlar eşittir” diyen 7 emri birkaç saat önce şehrin görünür bir duvarına yazmıştır.
Bundan 3,5 ay sonra cephe dönüşü karşılaştığı Barselona’da ise durum neredeyse tam tersine dönmüştür. Barselona’da yaşayanlar için artık savaşın bir anlamı yoktur. Yanı sıra, yeşermeye başlayan eşitlik rüzgârı soluksuz kalmış, zengin-yoksul arasındaki ayrım yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. Halk Ordusu subaylarının kıyafetleri çiftlikteki domuzların yattığı yatak gibi değişmiş, 7. emre bir ek yapılmıştır: Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir.
POUM Milislerinden Oluşan Lenin Birliği
İspanya’da Lenin Kışlası’na gönderilen George Orwell gidişinin ilk döneminde silah bulamadığından uzun süre kitabında da yakınır. Hatta buna dair ‘dünya kötüsü’ İspanyolcası ile geçen bir diyaloğu bir yandan gülümsetir, ancak diğer yandan da Orwell’ın zihninde bir iz olarak kalacaktır. Teğmenden eğitimini istediği makineli tüfeğin sırasının sürekli ne zaman geleceğini soran Orwell, her seferinde ‘manana’ (yarın) cevabını alır ve Manana’nın hiçbir zaman gelmediğini belirterek cephedeki silah sıkıntısının düzeyini ancak o zaman kavrar. Soğuğa bağlı yakacak sorunu, ışık sorunu ve cephede buna bağlı olarak mumun ayrı bir değer kazanması, son olarak da faşistlere her ne kadar ‘burada yağlı kızarmış çıtır çıtır ekmekler var’ şeklinde haykırsa da yemek ve sigara sorunu Orwell’ın kitabın başından sonuna kadar uzun uzun mecazi bir dille değindiği konular arasındadır. Neredeyse cepheye varır varmaz cabo (onbaşı) olan George Orwell henüz 20’lerine varmamış çocuklara silah eğitimi verir ve bu süreçte yine yanlışlıkla vurularak hafif bir şekilde yaralanır. Ancak daha sonra faşistlerle savaşırken aldığı yara çok ağır olacak hatta doktorlar kendisine sesini kaybedeceğini söyleyecektir. Orwell, bu döneme kadar cepheden en az izin alarak, savaşın en kritik noktasına kadar bekleyenler arasındadır.
Orwell ayrıca faşistlere karşı savaşan milisler içerisinde oluşan demokratik yapıyı da şu şekilde anlatır:
‘Teorik olarak, herhangi seviyedeki bir milis birliği hiyerarşik değil, demokratikti. Emirlere itaat gereği anlaşılmıştı ama bunun yanı sıra anlaşılan ikinci şey şuydu: Bir emir verdiğiniz zaman üstten assa doğru değil, bir yoldaştan başka bir yoldaşa veriyordunuz. Subay ve astsubay ayrımı vardı ama olağan anlamda rütbeye dair bir şey söz konusu değildi. Ne unvan, ne rozet, ne topuk çarpma, ne de selam verme. Milis güçlerinde, geçici olarak işleyecek bir çeşit sınıfsız toplum modeli oluşturmaya kalkmışlardı. Tabiatıyla katkısız bir eşitlik söz konusu değildi; ama şimdiye kadar gördüğümden ya da savaş zamanı olabileceğini düşündüğümden çok daha fazla eşitlik vardı.’ (sayfa: 37)
Orduda Orwell’ın kafasını en çok karıştıran sorunlardan biri disiplin sorunuyken, daha sonra gördüğü manzarayla ‘devrimci disiplin’in önemini, devrimci disiplin ile siyasi disiplin arasındaki bağı anlamış ve bunun karşısında olan her türlü hiyerarşik yapıya kinini açıkça belli etmiştir. Aynı zamanda bu süreç içinde Halk Ordusu’nun türediği dönemlerde Halk Ordusu’nun disiplini sayesinde cephe hatlarındaki çatışmaların kazanıldığı, milislerin ise düzensiz bir şekilde davrandığı şeklinde çıkan haberlere karşı George Orwell’ın söyleyecek büyük bir sözü vardır. ‘Halk Ordusu cephe gerisinde yetiştirilirken Milis Güçlerinin cephe hattını tutmak zorunda olduklarını pek hatırlamazlar’. Gerçekten de savaşın en önemli devrelerinde cephede en ön saflarda milisler yer almıştır ve Orwell’ın verdiği bilgilere göre milisten kaçan kişi sayısı yalnızca 3’tür ki 2’ sinin baştan beri ajan olduğundan şüphelenilmiştir. Bunun yanında ‘asıl düşman içeride’ ajitasyonları ile faşistlerin cephesinden POUM saflarına savaşmaya gelenlerin sayısı bu sayıyı unutturacak kadar fazladır.
Orwell ve POUM’un Tutumuİlk başta PSUC aflarında ‘Uluslararası Tugaylar’ a katılmak istediğini POUM’da açıkça bildirmesine rağmen hiçbir propagandaya maruz kalmamış; PSUC’nin ihanetini, PSUC saflarından birilerinin sürekli POUM’a ‘düşmanla iş birliği yaptığı gerekçesiyle’ yüklenmesinin ardından Orwell kendi kavramış ve POUM saflarında kalmaya karar vermiştir. Aynı şekilde anarşistlerin yanında yer alma fikri aklına geldiğinde yine çeşitli caydırıcı etmenlerden ötürü vazgeçmiştir. Ancak kitabın tamamına bakıldığında, Orwell’ın muğlâk bıraktığı birkaç nokta ile karşı karşıya geldiğimiz söylenebilir. İlki; İspanya’da, CNT(Uluslar arası Emek Konfederasyonu) ve 2 milyonluk üyesiyle sendikalar bloğunun siyasal organı FAI(İspanya Anarşist Federasyonu) en geniş kitleye sahip örgütlerdi. İç savaşla devrimin iç içe geçtiği döneme kadar cephelerde CNT milisleri birçok bölgeyi (Barcelona, Madrid gibi) Franco’dan tekrar alırken, devrimin ilerletilebileceği anlarda iktidar amacına hiçbir zaman sahip olsaydı iktidarı kolayca ele geçirebilirdi. Ancak bunun yerine CNT, proleter diktatörlüğünü baskı aygıtı olarak tanımladı ve bir anlamda, en kritik anda kitlelere çıkış kapısı bırakmayarak onları yalnız bıraktı. Ancak savaşın ilerleyen safhalarında büyük bir çelişkiyle açık bir şekilde tabanın büyük baskısıyla karşılaşana ve ‘Generalite’ içinden tasfiye edilene kadar, eleştirdikleri Halk Cephesi hükümetinden çıkardıkları bakanlarla yola devam etti. İkincisi; Orwell bu dönem boyunca en büyük yanlışın tüm bu örgütlerin birleşememesi olarak tanımladı ve bunu yaparken de, anarşizmin ‘nuhtan kalma kıskançlıkları’na dikkat çekti ve POUM’un da yeterli çağrı yapmamasını bu duruma neden olarak gösterdi. Oysaki burada ortaya konulması gereken nokta bir yandan anarşizmin doğası olmakla birlikte, es geçilmemesi gereken nokta POUM’un anarşistlerden bir türlü kopamamasıydı. Barselona’da Telefon Santrali işgal edildiğinde, anarşistler birkaç gün sonra kitleyi barikatlarda yalnız bıraktığında, POUM’da anarşistlerle birlikte geri çekilmek yerine tabanı ikna edecek kabiliyette olsaydı, kuşkusuz anarşistlerin büyük bir kitlesi POUM saflarında yer alacaktı. Oysa bunun yerine POUM, anarşist liderleri her olayda ikna çabasına gitti ve sonuç hezeyan oldu. Yani asıl sorun, POUM ve anarşistlerin birleşememesi değil, POUM’un anarşist liderlerin kuyruğuna takılıp onları ikna etmesi, onlar ikna olmadıklarında yine anarşistlerle birlikte hareket edip kendi bağımsız politikalarını yürütememesiydi. Son olarak Orwell bir noktayı iyi bir şekilde tespit etmiştir ki; bu da Halk Cephesi politikasının yorgun kitleyi bir barış umuduyla ardından sürüklemesidir. Uzun bir müddet savaşan ve Halk Cephesi’nin ‘silahlarınızı teslim edin’ çağrısına karşı boyun eğmeyen tavrını korurken, aynı anda gelen Franco saldırısıyla birlikte, örgütlerin de ileri- geri yalpalamalarıyla, faşizme karşı ancak belli bir noktaya kadar dayanabilmiştir.
Savaşın dönüşünde ağır yaralanarak (boğazından) tekrar İngiltere’ye dönmek zorunda olan Orwell için zorluklar henüz bitmemiştir. Telefon Santrali olayından sonra, gerek Halk Cephesi diğer yandan ise Franco saldırısı tutuklamalar zinciriyle devam etmektedir ki devrim bir anlamda tersine, yani ülke içinde de kendini gösteren tutuklama zinciriyle karşı-devrime yerini bırakmıştır. Bu anlamda iyi bir tespit yapan Orwell, ‘Komünistlerin ve liberallerin devrimin ilerlemesine karşı davrandıklarını kavramıştım, ama devrimi tersine çevirmeye yetenekli olabileceklerini aklımdan geçirmemiştim.’demiştir. Gerçekten de bu süre içinde Halk Cephesi,silaha hiç sarılmamış olması gerekenler’ (işçiler) silahlarını ‘tarafsız’ ve ‘politikadan arınmış’ düzenli orduya bırakması şeklinde günlük ve uluslar arası yayınlarında çeşitli beyanlarda bulunuyordu. Bu süreç içinde , ‘demokrasiden başka bir şey için’ dövüşmesi nedeni ile Orwell da ‘yabancı bir hain’ ilan edilmişti. Halk Cephesi ise bu süreçte işçilerin çalışma hakları, maaş zamları bir yana, tarım reformu, ulusal çözüm gibi burjuva demokratik hakları sağlamaktan bile yoksundu. Bunun yanı sıra, her sosyalist devrimin temel dayanağı olan işçi komitelerinin derhal ortalıktan temizlenmesini istiyordu. Orwell bu konuda şu şekilde aktarıyor:
‘Hükümet, çok önceden sezilegeldiği halde ayaklanmanın önüne geçmek için çok az çaba gösterdi ya da hiç göstermedi. Bela başladığında, hükümetin tavrı çok zayıf ve çekingendi. Dahası, durumu kurtarabilecek tek adım; yani işçilerin silahlandırılması sırf şiddetli halk yaygarasına cevap olsun diye isteksizce kısmen gerçekleştirilmişti ’(Katalonya’ya Selam, sayfa:62)
Franco saldırısına gelindiğinde, George Orwell’ın işaret ettiği noktaya bakmakta fayda var. Orwell yine bu noktada saldırının önceden sezildiğini ve silah dağıtımının yerine ‘toplanmasının’ gündemde olduğunu söylüyor ve Faslıları Hükümetin iyi niyetine inandırması için yapılacak ilk şeye işaret ediyordu; ‘Fas’ın bağımsızlığını ilan etmek olacaktı. SSCB’nin müttefiki Fransa’nın devrimci bir komşuya şiddetle karşı olacağı ve İspanyol Fas’ının bağımsızlığını önlemek için dünyanın altını üstüne getireceği kuşkusuz İspanya’daki Komünist Parti çizgisini doğrudan etkilemişti.’ Gerçekten de Faslılara verilecek bir bağımsızlık, sağcı donanma komutanlarını tutuklamış ve cumhuriyete bağlı kalacaklarını açıklamışlarken, devrimin kaderini tersine çevirebilirdi. Ancak Halk Cephesi’nin başta SSCB olmak üzere uluslar arası müttefikleri Cebelitarık Boğazı’nın kapanmasını kendi dış politikalarını açısından gündeme dahi getiremezlerdi. Şubat’tan itibaren Franco’nun saldırısı alt edildikten sonra, milis kuvvetlerinin tümünün düzenli orduya yani ‘Halk Ordusuna’ katılma kararı verilmişti. Franco, bu süreçte her ne kadar tam olarak galibiyeti ‘silahlı işçi milisleri’ sayesinde elde edemese de, önderliksiz bir hareketin gideceği nokta çok da öte olmayacaktı. Bu süreç içinde, Mussolini ve Hitler, Franco’ ya yardıma koşacak ve askeri destek sayesinde İspanyol Hava Kuvvetleri’ni ele geçirecekti. Fransa, tarihte birçok örneğinin gördüğümüz ‘anayurdun savunması’ bahanesiyle yardımları kesti ve SSCB, yalnızca PSUC’ ye gönderdiği cılız yardımlarla İspanya’nın düşüşünü izledi.
Bu süreçte İngiltere’ye dönüşünü ayarlamaya çalışan Orwell’ın defalarca evi aranmış, bulunan her türlü kitaba el konulmuştur. (Hâlbuki Troçki broşürleri şans eseri yakalansaydı, ülkesine dönmesi kendi deyimiyle mümkün olmayacaktı). Orwell, POUM’un önce yasadışı ilan edilmesi sonra da lağvedilmesinin ardından, İspanya’dan ayrılırken, 29. Tümen’de savaşması nedeniyle (Lenin Tümeni) birçok kez zorluğa maruz kalmış, günlerce sokaklarda beş parasız dolaştığı günler olmuş, POUM’da üst kadrolarda görev alan Kopp’a yardım etmek istediği için birçok risk alarak polis ofisine dahi gitmiştir. Kopp’a her ne kadar yardım edemese de (çünkü sonunda ona bir tas çorba götürmekten başka bir şey yapamamış ve tek kişilik hücrelere terk edilmiş ardından da şaşırılmayacak biçimde ‘kaybolmuştu’) bu yolda cesaretini sonuna kadar kullanmış ve ancak yapacak bir şey kalmadığında ülkesine dönmüştür.
Orwell’ın gerek savaştaki azimli duruşu, gerek bizlere başta ‘Katalonya’ya Selam’ olmak üzere bıraktığı eserler takdir edilmesi ve özellikle Stalinizm’in arka planının anlaşılması için bolca yararlanılması gereken yapıtlardır. Yine Orwell’ın ölümü hayatının son döneminde yaşadığı ve henüz aydınlatılmamış bir bunalımın ardından, çektiği maddi sıkıntılar sonucu son bulmuştur. 21 Ocak 1950 tarihinde hayatını kaybetmiş, ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakmış, hafızalardan, tarih kitaplarından ve bireylerden tek tek silinmeye çalışan devrimci geleneğin yaşatılmasına büyük katkılar sağlamıştır.
bolşevik.org alınmıştır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder