"Beyaz" orta sınıf bir annelik fantazisi: "New Momism"[1]
Xua Xua, homo-sapiens öncesinde yaşamıştı.
Sürüdeki en güzel dişiydi, Li-peng de en güçlü erkekti. Birbirlerini çok
sevdiler. Aylar sonra Xua Xua’nın karnı büyümeye başladı. Xua Xua Li-peng’den
uzaklaştı. Artık karnını seviyordu. Ve güneşli bir gün, nehir kıyısında bir
oğlan doğurdu. Bu küçük beden, içinde yaşamıştı, şimdi dışarıdaydı ama; yine
kendisiydi. Anne ve çocuk tekti. Küçüğün, onun memesini emmek ve onunla yeniden
birleşmek istemesi bunun bir göstergesiydi. Li-peng ise onları seyrediyordu.
Sonraları Xua Xua yavru-bedenin ana-bedene itaat etmemeye başladığını fark etti.
Li-peng içinse başından beri, kendi ve çocuk ayrı bedenlerdi. Li-peng, bir gün
oğlanla bir şeyler yapmak istedi ve balık tutmaya gittiler. Anne uyandığında,
yavru-kendini bulamadığı için korktu ve üzüldü. Bedenini geri almak istedi, ama
oğlan reddetti. Xua Xua böylece oğlunun kendi bedeninin dışında istek ve
ihtiyaçları olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Xua Xua Li-peng’i istemiyordu
ama; oğlan istiyordu. Onlar farklı fikirleri olan insanlardı. İşte insanın
kendini ilk seyrettiği an, Xua Xua’nın bebeği geri alıp onu tamamen kendine mal
etmekten vazgeçtiği bu an, tiyatronun keşfedildiği andır[2]
Tiyatronun keşfini anlatmakla birlikte, bana göre, anne ve çocuğun birbirlerinden özgürleşmesini de anlatan güzel bir masaldır bu. Bir ezilme durumunu fark etmek, alternatifler üretmenin ve mücadele etmenin ilk adımıdır. Bu yanıyla, anneliğin hem anne hem çocuk hem de baba açısından –ya da ebeveynler- özgürleştirici, feminist, katılımcı bir deneyim olarak yaşanabilmesi için alternatifler üzerine tartışmayı başka bir yazıya ertelerken; bu yazının kapsamını, anneliğin halihazırda nasıl yaşandığına ve yaşatıldığına dair küçük de olsa bir farkındalık oluşturmakla sınırlamaya çalıştım.
“Anneliğin Evrensel Doğası”
“Dünyanın neresinde olursa olsun annelik evrenseldir ve dünyanın en zor mesleğidir.” Bu cümleyi siyasi söylemlerde, dini fetvalarda, okulda, sokakta, ve her yerde duymuş olabilirsiniz. Anneliğin siyasetler dışı ve üstü gösterilmeye çalışılmasının özeti gibidir bu önerme. Oysa annelik yaşantısı, gösterilmeye çalışılanın aksine, son derece politiktir. İdeolojiler, ihtiyaçlarına göre bir annelik tanımı ve yaşantısı kurguluyorlar. Nasıl ki kadınlık kimliğinin biyolojik olduğu önermesiyle, kadınların ezildikleri olgusunu fark etmeleri yerine kanıksamaları ve doğallaştırmaları amaçlanıyorsa, anneliğin doğal ve evrensel bir süreç olduğu önermesiyle de bu kez annelik üzerinden yaşadıkları ezilme durumunun “doğallaştırılması” amaçlanıyor. Çünkü buna ikna olduğumuzda çocukların bakımından sorumlu tek kişi olduğumuza da ikna oluyoruz. Bu düşünce, her kadının anne olduğu düşüncesine de içkin olduğu için, hem anne olan hem de olmayan/olamayan kadını baskı altına alabilme kolaylığı sağlıyor. Ayrıca, hayatını çocuğuna “adayan” annenin, çocuk üzerindeki iktidarı da ayrı bir baskı aracı olarak işlevselleşiyor. Oysa annelik, kadının ekonomik olarak içinde bulunduğu sınıfa, etnik kimliğe, kültürüne, siyasi görüşüne, ebeveynlerin çocuk yetiştirmeye ilişkin görüşlerine vs. pek çok etkene göre değişken nitelikler taşır. Bu durumda annelik, sosyo-ekonomik, siyasi ve ideolojik sistemlerin ayrılmaz bir parçasıdır, diyebiliriz. Anneliğin doğal ve evrensel olduğuna dair genel kabul sayesinde, kadının annelik dışındaki varlığı -cinselliği, siyasi mücadelesi, iş hayatı vs.- da yok sayılabilir. Ya da bu varlık, ancak ev işlerinin, çocuk bakımının, kocasının ve kendi ailesinin, ihtiyaçlarını yetkinlikle karşılamasıyla, yani son dönemde sık duyduğumuz üzere “süper anne”, “makbul anne” olmasıyla kabul görür. Ama bu öyle bir kabuldür ki, anne her şeyi en iyi şekilde yapsa ya da yapmaya çalışsa da, yaptığı veya yapmadığı her şey, onda suçluluk duygusu yaratır. Annelik, yaşamın her anını kaplayan büyük bir suçluluk duygusuyla yaşamaya dönüşür. Çocuğun yediği yemediği her besin, giydiği giymediği her giysi, konuştuğu konuşmadığı her söz, yaptığı yapmadığı her şey annenin başarı ve başarısızlık hanelerine yazılır. Evli anneler bunlarla boğuşurken, bekâr anneler ise bunlara ek olarak, boşanmanın “mağduru” çocukları için yeterli fedakârlığı yapmadıklarından, onları “mutlu bir yuva”da büyütemeyeceklerinden ötürü kendilerini suçlu hissederler. Daha doğrusu, öyle hissetmeye zorlanırlar. Tek sorumlu yine annedir: Kocasını ya “eğitememiş”, ya “idare edememiş”, “alttan alamamış”, “sessiz kalmayı başaramamış”, “içkisi kumarı dayağı olmayan kocasının kıymetini bilememiş”, kısacası “kadın olup da elinde tutamamıştır”. Anneliğin bir baskı aracı olarak nasıl kendiliğindenleştiğini bu SUÇLULUK duygusunun çok iyi açıkladığını düşünüyorum.
Kadın Bedeninde Devlet
Kadını bir kez anneliğin “evrensel doğası”na ikna ettikten sonra, onun üzerinde otorite kurmak artık işten bile değildir. Devlet özellikle nüfus planlaması yoluyla, kadın bedeni üzerinde egemen olmaya çalışır: Kürtaj yasaları, etnik kısırlaştırmalar, anne olmanın kadın olmak için şart olduğuna dair sistemli toplumsal baskı… Örneğin Çavuşesko, Romanya’yı güçlendirmek için kürtajı yasaklayıp on çocuk doğurana rütbe verdi. Hitler, Alman nüfusunun çoğalması ve askerler yetiştirmeleri için, kadınları anne olmaya zorladı. Bolşevik Rusya’da Stalin döneminde de kürtaj, benzer gerekçelerle yasaklandı. ABD’de kilisenin öncülüğüyle kürtaj suç kabul edilirken, Amerikan Yerlileri ve Güney Amerika kökenliler destekleyici fonlarla kısırlaştırıldı. Aynı şeyler ülkemizde de yaşandı. Bunlara dayanarak, kısırlık söyleminin cinsiyetçi ve milliyetçi bir içeriği olduğunu söyleyebiliriz. Kadının anne olma zorunluluğu üzerinden kurulmuş tüp bebek merkezleri, harcanan milyon dolarlar, kadınlara içirilen tonlarca hormon ilacı ve çocuk doğurarak kocasından, ailesinden, toplumdan kabul görmek isteyen binlerce kadının acı hikâyesi de işin bir başka yönü. Ama yine annelik kurgusu üzerinden, kadın bedeni üzerinde kurulan iktidara dair bir hikâye. “Devletin bekası” ve toplumun “çıkarı” için annelik öyle kutsal sunulur ki, çocuk doğurmayan kadın “kötü”dür; ahlakın, ailenin, devletin hatta insanlığın çöküşünden sorumludur. Anneliğin kutsallığına dair bu görüş, aile içi şiddet, tecavüz, etnik veya ekonomik ezilmenin konuşulmasını bile anlamsız hale getirir. Oysa bir kadından duyduğum şu sözler, nasıl da tüyler ürperticidir: “On bir çocuk doğurdum” diyor kadın, “ve hepsinde de kocam ırzıma geçti.” Anneliğin evrensel doğası önermesiyle kadının hayatı ve bedeni üzerinde nasıl bir egemenlik kurulduğuna kısaca değindikten sonra, orta ya da alt orta sınıf bir yaşantıda bu egemenliğin nasıl kurgulandığına ve gündelik hayatın nasıl örgütlendiğine bir bakalım. Yakın dönemde, anne olan arkadaşlarımla sohbetlerimizde en sık geçen cümleler şunlar: “Pimpirikli anneler”, “ekmeği evde yapıyorum, organik unla”, “yoğurdu, memleketten gelen köy mayasıyla ve toprak kapta”, “dondurma evde nasıl yapılır”, “sütlerde UHT önerilmiyormuş”, “günlük sütler östrojen yüklenen hayvanlardan elde ediliyormuş”, “uzmanlar yalnızca serbest dolaşan tavukları yiyin diyor”, “biz uzman değiliz, doktor değiliz, her evde laboratuar mı var, ne yapacağız şimdi?”, “annelerimiz bizi nasıl büyüttüyse”, “ama devir kanser devri”, “…”, haklı olarak “korkuyoruz.”
Bu “pimpirik haller”in, bizim yüksek düzeyde annelik kaygımızdan kaynaklanmadığını fark etmek gerekiyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin sürmesinde ve pekişmesinde, devletlerin örgütlenmesinde, ırkçılığın kışkırtılmasında, savaşların meşrulaştırılmasında, neo-liberal politikaların hayata işlemesinde, ekonomik sistemin sürdürülmesinde, annelere çok iş düşüyor. Vatan annelerden asker erkekler, anne olmaya hazır kızlar beklerken, piyasa da bolca tüketim talep etmektedir. Bu yeni anneler sayesinde, artık annelikle ilgili her şeyin bir pazarı var, ya da TAM TERSİ. Bu pazar sayesinde bu var. Bu pazarda neler yok ki? Annelik kursları, organik ürünler, BPH’sız biberonlar, biberon termosları, mama ısıtma aletleri, sterilizasyon makineleri, süt sağma makineleri, emzirme yastıkları, yan yatırma yastıkları, boğulmayı önleyici yastıklar, oda nemlendiricileri, nemölçerler, oda termometreleri, vücut termometreleri, banyo termometreleri, ocak koruyucular, priz güvenlikleri, rutin doktor kontrolleri, pedagog görüşmeleri… Bu bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaç listesini karşıladıktan sonra, çocuğunuzu önce iyi bir kreşe, ardından “çok iyi” bir okula gönderebilmek, bale kurslarının, yüzme derslerinin bütçelerini karşılayabilmek için çok ama çok çalışmanız, az düşünmeniz gerekmektedir. Çok çalışıyorsunuz da, fakat bu kez annelik edemediğiniz için mutsuz oluyorsunuz. Üstelik, bu orta sınıf annelik ideolojisinden “Ben orta sınıftan değilim”, deyip kurtulmak da pek mümkün görünmüyor. Varoşlarda bir gecekonduda, asgari ücretle geçinemeyişiniz önemli değildir; bu fantezinin gönüllüsü olmanız yeterli. Sevi Bayraktar,Gazi Mahallesindeki Toplum Merkezlerindeki, Anne Çocuk Eğitimleri’ne dayanan incelemelerini anlattığı adlı kitabında, bu annelik fantezisinin düşük gelirli ailelerde nasıl geçerli kılındığını anlatmıştır. Meğer, yaşam tarzlarıyla nerdeyse aynı tarikatın üyeleri gibi görünmeye başlayan annelerin, anneliklerinin bir tanımı varmış: Avrupa’da buna (yeni annelik) dendiğini öğrendim, çağımızın çalışan anneleri için, seçeneksizlikler içinde tek seçenekmiş gibi sunuluyor ve de ne yazık ki kabul görüyor. Cinsiyetçi iş bölümü, insanları sürekli fazladan çalışmaya zorlayan ekonomik krizler, akrabalık ilişkilerinin azalması, geniş ailenin, yerini “çekirdek aile”ye bırakması, buradan boşalan alanın, alternatif bir yaşam tarzıyla yeniden örgütlenememesi gibi sorunlar, anneyi alternatif üretme konusunda hayli zorluyor. Ve anneye, kendisini diğer kadınlardan üstün kılacak olan bir maharetmiş gibi sunulan bu süper annelik fantezisi, onu sosyal, kültürel, siyasi ve en temelde insani bir yaşamdan alıkoyuyor. Kutsal Değil Toplumsal Anne
Egemenler savaşlarla, gıda yoksunluğuyla, daha doğrusu dünya kaynaklarının adaletsiz bölüşümüyle her gün çocukları öldürüyorlar. Kimin yaşamının değerli kiminkinin değersiz olduğuna onlar karar veriyor. Çocuklarımızın sağlıklı yaşam hakkını elinden almakla kalmayıp, tepesine bomba yağdıranlar, sağlık reformlarıyla doktorları ulaşılmaz kılanlar, milyonlarca çocuğu açlık sınırında yaşamaya terk edenler, GDO’lu gıdaları dayatanlar, HES’leri kurmaya çalışanlar, anneliğin kutsallığı üzerine ne çok lakırdı ediyorlar! Yukarıdaki anne diyaloglarından da anlaşıldığı üzere, anneler, bütün bunların yarattığı sorunlarla bireysel bir mücadele yürütmeyi deniyorlar. Çırpınıyorlar da denilebilir. Ucuz bir marketten 1 TL’ye un alabilecekken, 3-4 TL’ye organik un alıp ekmeği evde yapan anne, çiftçi eylemleriyle çocuğunun sağlıklı yaşam hakkı arasındaki bağı göremez hale geliyor. Suyu parayla almaya çoktan alışmış olsa da, plastik şişelerin sağlıksızlığına dair haberlerin hemen ardından market raflarında arzı endam eden pahalı cam şişeleri sevinçle kucaklayıp eve dönerken, “Suyumuzu satanlara söylüyorum, sizin için Şavşat halkı mı önemli, üç beş patron mu?” [4] diye haykırarak HES’lere karşı çıkan kadınla, yaşamın neresinde birleştiğini fark edemiyor. Hormonsuz et ararken, bu ülkenin hayvan üreten köylerinin boşaltılması ile barış içinde bir yaşam hakkı arasındaki anlamlı bağı da göremez oluyor. Bu nedenle bu yazı, anneleri Xua Xua’nın yaptığı gibi, kendini ve etrafını bir seyirci gözüyle seyretmeye davet olarak düşünüldü. Kendi seyrimi paylaşmaya çalıştığım bu yazıdan -ve bu seyirden- şunları düşünerek ayrılıyorum bu defalık: Kutsal diyebileceğimiz bir şey var annelikte: annenin çocukla kurduğu ilişkide harcadığı yoğun emeğin öğrettiği yaşamı savunma fikri ve annenin bundaki inat ve mücadeleciliği. Toplumsal hayatın her alanında yaşamı, adaleti ve barışı savunmak için ne ilham verici bir başlangıç!
KAYNAKLAR
Marılyn French, Kadınlara Karşı Savaş, Metis, 1992
Nükhet Sirman, Cuma Cumartesi ve Pazar Anneleri, Amargi, sayı 19, 2009
Burcu Mutlu, Kariyer de Yaparım Tüp Bebek de, Amargi, sayı 19, 2009
Zeynep Direk, Çok Tuhaf Bir İktidar Annelik, Amargi, sayı 19
http://liberteryen.org/2010/12/ulu-onder-nikolay-cavusesku-ve-kurtaj-yasagi/
http://www.antikapitalist.net/makale/antikap/42_kadin-ve-devrim.htm
Evren Balta Paker, Anne ya da Değil? Annelik Etme Meselesi Üzerine
Notlar:
[1] İngilizce, yeni annelik anlamında.
[2] Augusto Boal’in Oyuncular ve Oyuncu Olmayanlar İçin Oyunlar (Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2003) kitabında geçen ve İsa’dan binlerce yıl öncesine dayandığı söylenen bir Çin masalından alıntıdır.
[3] Sevi Bayraktar, Makbul Anneler Müstakbel Vatandaşlar, Ayizi Yayınları, 2011 [4] Ayşenur Kolivar, Bahçeye Hanımeli albümü, KALAN, 2012
http://feminisite.net alıntısıdır
Tiyatronun keşfini anlatmakla birlikte, bana göre, anne ve çocuğun birbirlerinden özgürleşmesini de anlatan güzel bir masaldır bu. Bir ezilme durumunu fark etmek, alternatifler üretmenin ve mücadele etmenin ilk adımıdır. Bu yanıyla, anneliğin hem anne hem çocuk hem de baba açısından –ya da ebeveynler- özgürleştirici, feminist, katılımcı bir deneyim olarak yaşanabilmesi için alternatifler üzerine tartışmayı başka bir yazıya ertelerken; bu yazının kapsamını, anneliğin halihazırda nasıl yaşandığına ve yaşatıldığına dair küçük de olsa bir farkındalık oluşturmakla sınırlamaya çalıştım.
“Anneliğin Evrensel Doğası”
“Dünyanın neresinde olursa olsun annelik evrenseldir ve dünyanın en zor mesleğidir.” Bu cümleyi siyasi söylemlerde, dini fetvalarda, okulda, sokakta, ve her yerde duymuş olabilirsiniz. Anneliğin siyasetler dışı ve üstü gösterilmeye çalışılmasının özeti gibidir bu önerme. Oysa annelik yaşantısı, gösterilmeye çalışılanın aksine, son derece politiktir. İdeolojiler, ihtiyaçlarına göre bir annelik tanımı ve yaşantısı kurguluyorlar. Nasıl ki kadınlık kimliğinin biyolojik olduğu önermesiyle, kadınların ezildikleri olgusunu fark etmeleri yerine kanıksamaları ve doğallaştırmaları amaçlanıyorsa, anneliğin doğal ve evrensel bir süreç olduğu önermesiyle de bu kez annelik üzerinden yaşadıkları ezilme durumunun “doğallaştırılması” amaçlanıyor. Çünkü buna ikna olduğumuzda çocukların bakımından sorumlu tek kişi olduğumuza da ikna oluyoruz. Bu düşünce, her kadının anne olduğu düşüncesine de içkin olduğu için, hem anne olan hem de olmayan/olamayan kadını baskı altına alabilme kolaylığı sağlıyor. Ayrıca, hayatını çocuğuna “adayan” annenin, çocuk üzerindeki iktidarı da ayrı bir baskı aracı olarak işlevselleşiyor. Oysa annelik, kadının ekonomik olarak içinde bulunduğu sınıfa, etnik kimliğe, kültürüne, siyasi görüşüne, ebeveynlerin çocuk yetiştirmeye ilişkin görüşlerine vs. pek çok etkene göre değişken nitelikler taşır. Bu durumda annelik, sosyo-ekonomik, siyasi ve ideolojik sistemlerin ayrılmaz bir parçasıdır, diyebiliriz. Anneliğin doğal ve evrensel olduğuna dair genel kabul sayesinde, kadının annelik dışındaki varlığı -cinselliği, siyasi mücadelesi, iş hayatı vs.- da yok sayılabilir. Ya da bu varlık, ancak ev işlerinin, çocuk bakımının, kocasının ve kendi ailesinin, ihtiyaçlarını yetkinlikle karşılamasıyla, yani son dönemde sık duyduğumuz üzere “süper anne”, “makbul anne” olmasıyla kabul görür. Ama bu öyle bir kabuldür ki, anne her şeyi en iyi şekilde yapsa ya da yapmaya çalışsa da, yaptığı veya yapmadığı her şey, onda suçluluk duygusu yaratır. Annelik, yaşamın her anını kaplayan büyük bir suçluluk duygusuyla yaşamaya dönüşür. Çocuğun yediği yemediği her besin, giydiği giymediği her giysi, konuştuğu konuşmadığı her söz, yaptığı yapmadığı her şey annenin başarı ve başarısızlık hanelerine yazılır. Evli anneler bunlarla boğuşurken, bekâr anneler ise bunlara ek olarak, boşanmanın “mağduru” çocukları için yeterli fedakârlığı yapmadıklarından, onları “mutlu bir yuva”da büyütemeyeceklerinden ötürü kendilerini suçlu hissederler. Daha doğrusu, öyle hissetmeye zorlanırlar. Tek sorumlu yine annedir: Kocasını ya “eğitememiş”, ya “idare edememiş”, “alttan alamamış”, “sessiz kalmayı başaramamış”, “içkisi kumarı dayağı olmayan kocasının kıymetini bilememiş”, kısacası “kadın olup da elinde tutamamıştır”. Anneliğin bir baskı aracı olarak nasıl kendiliğindenleştiğini bu SUÇLULUK duygusunun çok iyi açıkladığını düşünüyorum.
Kadın Bedeninde Devlet
Kadını bir kez anneliğin “evrensel doğası”na ikna ettikten sonra, onun üzerinde otorite kurmak artık işten bile değildir. Devlet özellikle nüfus planlaması yoluyla, kadın bedeni üzerinde egemen olmaya çalışır: Kürtaj yasaları, etnik kısırlaştırmalar, anne olmanın kadın olmak için şart olduğuna dair sistemli toplumsal baskı… Örneğin Çavuşesko, Romanya’yı güçlendirmek için kürtajı yasaklayıp on çocuk doğurana rütbe verdi. Hitler, Alman nüfusunun çoğalması ve askerler yetiştirmeleri için, kadınları anne olmaya zorladı. Bolşevik Rusya’da Stalin döneminde de kürtaj, benzer gerekçelerle yasaklandı. ABD’de kilisenin öncülüğüyle kürtaj suç kabul edilirken, Amerikan Yerlileri ve Güney Amerika kökenliler destekleyici fonlarla kısırlaştırıldı. Aynı şeyler ülkemizde de yaşandı. Bunlara dayanarak, kısırlık söyleminin cinsiyetçi ve milliyetçi bir içeriği olduğunu söyleyebiliriz. Kadının anne olma zorunluluğu üzerinden kurulmuş tüp bebek merkezleri, harcanan milyon dolarlar, kadınlara içirilen tonlarca hormon ilacı ve çocuk doğurarak kocasından, ailesinden, toplumdan kabul görmek isteyen binlerce kadının acı hikâyesi de işin bir başka yönü. Ama yine annelik kurgusu üzerinden, kadın bedeni üzerinde kurulan iktidara dair bir hikâye. “Devletin bekası” ve toplumun “çıkarı” için annelik öyle kutsal sunulur ki, çocuk doğurmayan kadın “kötü”dür; ahlakın, ailenin, devletin hatta insanlığın çöküşünden sorumludur. Anneliğin kutsallığına dair bu görüş, aile içi şiddet, tecavüz, etnik veya ekonomik ezilmenin konuşulmasını bile anlamsız hale getirir. Oysa bir kadından duyduğum şu sözler, nasıl da tüyler ürperticidir: “On bir çocuk doğurdum” diyor kadın, “ve hepsinde de kocam ırzıma geçti.” Anneliğin evrensel doğası önermesiyle kadının hayatı ve bedeni üzerinde nasıl bir egemenlik kurulduğuna kısaca değindikten sonra, orta ya da alt orta sınıf bir yaşantıda bu egemenliğin nasıl kurgulandığına ve gündelik hayatın nasıl örgütlendiğine bir bakalım. Yakın dönemde, anne olan arkadaşlarımla sohbetlerimizde en sık geçen cümleler şunlar: “Pimpirikli anneler”, “ekmeği evde yapıyorum, organik unla”, “yoğurdu, memleketten gelen köy mayasıyla ve toprak kapta”, “dondurma evde nasıl yapılır”, “sütlerde UHT önerilmiyormuş”, “günlük sütler östrojen yüklenen hayvanlardan elde ediliyormuş”, “uzmanlar yalnızca serbest dolaşan tavukları yiyin diyor”, “biz uzman değiliz, doktor değiliz, her evde laboratuar mı var, ne yapacağız şimdi?”, “annelerimiz bizi nasıl büyüttüyse”, “ama devir kanser devri”, “…”, haklı olarak “korkuyoruz.”
Bu “pimpirik haller”in, bizim yüksek düzeyde annelik kaygımızdan kaynaklanmadığını fark etmek gerekiyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin sürmesinde ve pekişmesinde, devletlerin örgütlenmesinde, ırkçılığın kışkırtılmasında, savaşların meşrulaştırılmasında, neo-liberal politikaların hayata işlemesinde, ekonomik sistemin sürdürülmesinde, annelere çok iş düşüyor. Vatan annelerden asker erkekler, anne olmaya hazır kızlar beklerken, piyasa da bolca tüketim talep etmektedir. Bu yeni anneler sayesinde, artık annelikle ilgili her şeyin bir pazarı var, ya da TAM TERSİ. Bu pazar sayesinde bu var. Bu pazarda neler yok ki? Annelik kursları, organik ürünler, BPH’sız biberonlar, biberon termosları, mama ısıtma aletleri, sterilizasyon makineleri, süt sağma makineleri, emzirme yastıkları, yan yatırma yastıkları, boğulmayı önleyici yastıklar, oda nemlendiricileri, nemölçerler, oda termometreleri, vücut termometreleri, banyo termometreleri, ocak koruyucular, priz güvenlikleri, rutin doktor kontrolleri, pedagog görüşmeleri… Bu bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaç listesini karşıladıktan sonra, çocuğunuzu önce iyi bir kreşe, ardından “çok iyi” bir okula gönderebilmek, bale kurslarının, yüzme derslerinin bütçelerini karşılayabilmek için çok ama çok çalışmanız, az düşünmeniz gerekmektedir. Çok çalışıyorsunuz da, fakat bu kez annelik edemediğiniz için mutsuz oluyorsunuz. Üstelik, bu orta sınıf annelik ideolojisinden “Ben orta sınıftan değilim”, deyip kurtulmak da pek mümkün görünmüyor. Varoşlarda bir gecekonduda, asgari ücretle geçinemeyişiniz önemli değildir; bu fantezinin gönüllüsü olmanız yeterli. Sevi Bayraktar,Gazi Mahallesindeki Toplum Merkezlerindeki, Anne Çocuk Eğitimleri’ne dayanan incelemelerini anlattığı adlı kitabında, bu annelik fantezisinin düşük gelirli ailelerde nasıl geçerli kılındığını anlatmıştır. Meğer, yaşam tarzlarıyla nerdeyse aynı tarikatın üyeleri gibi görünmeye başlayan annelerin, anneliklerinin bir tanımı varmış: Avrupa’da buna (yeni annelik) dendiğini öğrendim, çağımızın çalışan anneleri için, seçeneksizlikler içinde tek seçenekmiş gibi sunuluyor ve de ne yazık ki kabul görüyor. Cinsiyetçi iş bölümü, insanları sürekli fazladan çalışmaya zorlayan ekonomik krizler, akrabalık ilişkilerinin azalması, geniş ailenin, yerini “çekirdek aile”ye bırakması, buradan boşalan alanın, alternatif bir yaşam tarzıyla yeniden örgütlenememesi gibi sorunlar, anneyi alternatif üretme konusunda hayli zorluyor. Ve anneye, kendisini diğer kadınlardan üstün kılacak olan bir maharetmiş gibi sunulan bu süper annelik fantezisi, onu sosyal, kültürel, siyasi ve en temelde insani bir yaşamdan alıkoyuyor. Kutsal Değil Toplumsal Anne
Egemenler savaşlarla, gıda yoksunluğuyla, daha doğrusu dünya kaynaklarının adaletsiz bölüşümüyle her gün çocukları öldürüyorlar. Kimin yaşamının değerli kiminkinin değersiz olduğuna onlar karar veriyor. Çocuklarımızın sağlıklı yaşam hakkını elinden almakla kalmayıp, tepesine bomba yağdıranlar, sağlık reformlarıyla doktorları ulaşılmaz kılanlar, milyonlarca çocuğu açlık sınırında yaşamaya terk edenler, GDO’lu gıdaları dayatanlar, HES’leri kurmaya çalışanlar, anneliğin kutsallığı üzerine ne çok lakırdı ediyorlar! Yukarıdaki anne diyaloglarından da anlaşıldığı üzere, anneler, bütün bunların yarattığı sorunlarla bireysel bir mücadele yürütmeyi deniyorlar. Çırpınıyorlar da denilebilir. Ucuz bir marketten 1 TL’ye un alabilecekken, 3-4 TL’ye organik un alıp ekmeği evde yapan anne, çiftçi eylemleriyle çocuğunun sağlıklı yaşam hakkı arasındaki bağı göremez hale geliyor. Suyu parayla almaya çoktan alışmış olsa da, plastik şişelerin sağlıksızlığına dair haberlerin hemen ardından market raflarında arzı endam eden pahalı cam şişeleri sevinçle kucaklayıp eve dönerken, “Suyumuzu satanlara söylüyorum, sizin için Şavşat halkı mı önemli, üç beş patron mu?” [4] diye haykırarak HES’lere karşı çıkan kadınla, yaşamın neresinde birleştiğini fark edemiyor. Hormonsuz et ararken, bu ülkenin hayvan üreten köylerinin boşaltılması ile barış içinde bir yaşam hakkı arasındaki anlamlı bağı da göremez oluyor. Bu nedenle bu yazı, anneleri Xua Xua’nın yaptığı gibi, kendini ve etrafını bir seyirci gözüyle seyretmeye davet olarak düşünüldü. Kendi seyrimi paylaşmaya çalıştığım bu yazıdan -ve bu seyirden- şunları düşünerek ayrılıyorum bu defalık: Kutsal diyebileceğimiz bir şey var annelikte: annenin çocukla kurduğu ilişkide harcadığı yoğun emeğin öğrettiği yaşamı savunma fikri ve annenin bundaki inat ve mücadeleciliği. Toplumsal hayatın her alanında yaşamı, adaleti ve barışı savunmak için ne ilham verici bir başlangıç!
KAYNAKLAR
Marılyn French, Kadınlara Karşı Savaş, Metis, 1992
Nükhet Sirman, Cuma Cumartesi ve Pazar Anneleri, Amargi, sayı 19, 2009
Burcu Mutlu, Kariyer de Yaparım Tüp Bebek de, Amargi, sayı 19, 2009
Zeynep Direk, Çok Tuhaf Bir İktidar Annelik, Amargi, sayı 19
http://liberteryen.org/2010/12/ulu-onder-nikolay-cavusesku-ve-kurtaj-yasagi/
http://www.antikapitalist.net/makale/antikap/42_kadin-ve-devrim.htm
Evren Balta Paker, Anne ya da Değil? Annelik Etme Meselesi Üzerine
Notlar:
[1] İngilizce, yeni annelik anlamında.
[2] Augusto Boal’in Oyuncular ve Oyuncu Olmayanlar İçin Oyunlar (Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2003) kitabında geçen ve İsa’dan binlerce yıl öncesine dayandığı söylenen bir Çin masalından alıntıdır.
[3] Sevi Bayraktar, Makbul Anneler Müstakbel Vatandaşlar, Ayizi Yayınları, 2011 [4] Ayşenur Kolivar, Bahçeye Hanımeli albümü, KALAN, 2012
http://feminisite.net alıntısıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder