Mahdum Kuli adında bir Azeri yazar var. Onun 100. doğum ya da ölüm yıldönümünde bir jübile yapılıyor Bakü’de. Nazım Hikmet’i de çağırıyorlar elbette. O toplantıya gidiyor. Ama Mahdum Kuli hakkında hiçbir bilgisi yok. Toplantıdan önce, resmi toplantıdan önce çağrılı yazarlar kendi aralarında konuşurlarken Nazım sık sık Mahdum Kuli hakkında bilgiler edinmeye çalışıyor. Ve her konuşmacıdan en canalıcı noktaları saptıyor.
Ve ilk konuşmacı kendisi olduğu için orada öğrendiği Mahdum Kuli hakkında bilgileri dinleyicilere anlatıyor. Fakat dinleyicilerden Mahdum Kuli hakkında en canalıcı noktaları öğrendiği için, onları söylüyor. Zaten daha önceden başka bilgisi yok. Öbür konuşmacılara aşağı yukarı önemli söyleyecek bir şeyler kalmıyor böylece. Yalnız yanlış bir şey yapıyor. Türkçe’de “Mahdum” adı olmadığı için, Mahdum yani “oğul” adı olmadığı için, konuşmasında Mahmut Kuli diyor. Ve Mahmut Kuli’nin, dünyada olmayan Mahmut Kuli’nin hayatını anlatmış oluyor. Şimdi ben, Pir Sultan Abdal için buraya konuşmaya gelirken aynı durumda idim. Elbette Pir Sultan Abdal’ı genel olarak, bir aydın olarak biliyorum tabii, ama bu konuşmaya hazırlıklı gelmem gerekirdi.
Ben programı da bilmiyordum doğrusu. Onun için başka çarem yoktu, kitap aramaya kalktım. Tam buraya geleceğim gün, havaalanında, sağa sola bakarken kitap yerine daha değerli olan Asım Bezirci ile karşılaştım. Aman dedim, bana bir Pir Sultan Abdal kitabı; hemen çantasından çıkardı, kendi kitabını bana verdi.
Ben de Nazım gibi, yalnız tabii “Mahmut Kuli” demek koşuluyla Pir Sultan Abdal hakkında onun kitabından öğrendiğimi kendi eski bilgilerime dayanarak sizlere aktarmak istiyorum. Önce Pir Sultan Abdal, bu Abdal adı nereden geliyor? Kitapta yazılı değil, ama ben de henüz bilmiyorum. Etimolojik olarak “Abdal” sözü gezgin dervişlere verilen bir ad, ama çok aptal var, bizim öbür aptallar gibi değil, yüzde 60 aptallar gibi değil…
14 yaşımdaydım. Babam beni Cafer Ağa, Kadıköy’deki Cafer Ağa camisine götürürdü. Bir Cuma günü, demek 14 yaşımda olduğuma göre 64 yıl önce orada imam, hutbeden sonra vaaz ederken, bu abdal konusuna değindi. Onun yorumuna göre, ki ben bugün katılmıyorum ama bir yorumdur. Bimiyorum siz ne düşünüyorsunuz bu abdal sözü için, etimolojik anlamda nereden geldiği konusunda. “abdal” dedi “Ab-ü Dil’dir; Ab-ü Dil, gönlü su gibi akan anlamına gelir. Oradan doğmuştur, oradan yayılmıştır. Bu sözcük ya da deyim” demişti. Ben hala ona da inanamıyorum.
Gönlü su gibi akan Ab-ü Dil’den abdal olduğu lafına inanmıyorum. Tıpkı şey gibi; bu bizim maydanoz midenovdan gelir, pırasa pürhasadan gelir gibi kaynakları hep Arapça’ya, Farsça’ya bağlamaktan gelen bir yorumdu. Ama böyle; bugün de ben henüz bilmiyorum, tabii içinizde bilenler vardır, niçin bu abdal sözü giriyor, “ab-ü dil” doğru mudur, değil midir bilemiyorum, ama doğruluğuna pek inanmıyorum. Bana göre Pir Sultan Abdal’ın iki büyük özelliği var. Asım’ın kitabında 4 ağırlık gösteriliyor. Ama en önemli ağırlığı propagandacı olması, ki Asım buna katılmıyor, ama bana göre bir propagandacı. Ve iyi bir şairin ve iyi bir yazarın başlıca özelliği bulunduğu toplumun ve koşulların propagandasını, ilerici propagandasını yapmasıdır. Ancak bu propagandayı nasıl yaparsa iyi bir şair olabilir.
Sanat va estetik değeri ağır basan propaganda olursa; yoksa alt propaganda olursa o kupkuru bir şair demektir. Propaganda şairidir, çünkü Türkiye İşçi Partisi bile kuruluşundan sonraki ilk Meclis’e 15 miletvekili gönderdiği zamanki toplantılarında, ev toplantılarında, özel toplantılarında, özel toplantılarında bile “gelin dostlar bir olalım ve tevekketül Taala Allah” diye sonu, dörtlüklerin sonu böyle biten şiirini okurlardı. Demek ki 400 yıl propagandası sürebiliyor ve ona yeni bir yöntem getirmişler. Ama nasıl Allaha, şu koşullarla gelin dostlar bir olalım; efendim, kılıç çalalım filan o koşulda ne olursa olsun, yani sen eşeğini iyi bir yere bağla da sonra Allaha güven. O anlamda bir tevekkül.
Propaganda birinci şeyi bence vasfı propaganda, bugün o propagandadan bize kalan ya da kalması gereken Alevilik propagandası değil, sanat değeri olan propagandadır. Öyle olması gerekir. İkinci büyük yanı kavga şairi olmasıdır. Ki, bu kavga şairi sürmüştür. Kavgalı, kavgacılığı sürmüştür, kendi ölümünden sonrada bugüne kadar sürmüştür. Kötüye karşı savaşım vermektir. Ve köylü başkaldırılarında, Türkiye’de köylü başkaldırılarında çok büyük etken olmuştur bu kavgacı şair. Pir Sultan Abdal’ın bir özelliği, birçok Pir Sultan Abdallar olması. Asım’ın kitabında 4-5 tane filan gösteriliyor. Bana kalırsa, nereden seziniyorum, çünkü bu kavgacılığı ve propagandasının sürmesi birçok Pir Sultan Abdalların yaşamış olduğunu gösteriyor. Ölümünden sonra da, ölümünden önce de. Ve lejander bir kahraman oluyor böylece. Yani halkın asıl malı olmak, özellikle o dönemde, 15-16. yüzyıllardaki bu anonim şairlerde güç buradan geliyor. Halk onu özümsüyor, halkın içinde eriyor ve birçok şairler çıkıyor. Aynı adı taşıyan, bu şu demektir.
Aynı felsefi doğrultuda yazan şairler, oraya herhangi bir şair alınmaz, örneğin Nasrettin Hoca,
söylememiş, yazmamış bile olsa, o doğrultuda o felsefe doğrultusunda -ki fıkralar girebilir bana göre- Pir Sultan şiirleri de bizzat tarihsel Pir Sultan’ın asılan Pir Sultan’ın şiirleri olamaz, onlardan fazla ek olarak da o doğrultuda, o felsefi doğrultuda, o inançta yazmış şairlerin şiirlerinden oluşur gibi geliyor. Bugün propagandası Alevilik üzerine, fakat bu Alevilik üzerine olan propaganda aslında bir araç olarak kullanmış bunu, yine benim yorumum.
Aleviler doğru söyler
Aslında insancıllığın propagandasını yapmış ve Alevilik ile hoşgörülük bu nedenle birleşmiş. Aleviğin Türkiye’de ve sürekli olarak hoşgörüyle ortaya çıkarmasının nedeni bana göre muhalefette olmuş olmasıdır. Çünkü muhalefetin şirketlerde olduğu gibi daima yüzde 50’den fazla şansı vardır. Yüzde 51, yüzde 52’dir. Türkiye de hiç bir zaman Aleviler iktidar olmamışlardır. Acaba iktidar olsalardı ne olurdu. Bu bir kuşkudur bende. Çünkü iş iktidarda olmayınca hep muhalefette kalıyor. Şirketlerde olduğu gibi yüzde 51 onda. Onun için muhalefette olan hep doğruyu, kendine göre hep doğruyu söylemişlerdir, hoşgörüde yanılmışlardır.
İktidar olarak iktidar vermek zorundadır. Verebildiği ölçüde. Ama Aleviler hep muhalefette kaldıkları için hep istemişlerdir, isteyen daha çok haklıdır. En az yüzde 51 hak sahibi olmuşlardır. Tıpkı şirketlerde olduğu gibi bana göre. Aslında konu kaynağı, Aleviliğin kaynağı beni doğrusu hiç ilgilendirmiyor. Size aykırı gelebilir bu düşünce, ama ne yapayım ki böyle, ben Ali ile Muaviye arasındaki 1000 yıl önceki çekişmenin bugün hala sürmesini hiç anlayamıyorum…
Biz ilkokulda iken, Darüşşafaka da okudum. 4. sınıfta Siyer-i Nebi ya da Siyer-i Enbiya denilen bir ders vardı. Din dersi vardı. Aslında din dersi değil de peygamberler tarihi Siyer-i Nebi; Peygamber Nebi, Muhammed Peygamber’in hayatı. Siyer-i Enbiya peygamberler tarihi. Orada bu Muaviye ve Ali çatışması bize çok uzun ders olarak anlatılmıştı, öğretilmişti.
Ve bu dersi veren hoca tabii, Muaviye’yi haklı bulmuyordu, kendisi Alevi de değildi. Zaten Muaviye’yi haklı bulan Türkiye’de Sünniler arasında pek yoktur.
Orada bağnaz, o zamanki bağnaz Alevilerin helalarını Muaviye adına benziyor diye maviye boyattıklarını söylemişti. Çok ilginç bir saptamadır bu. Yani helasının duvarını maviye boyarsa hiçbir ilişkisi yok Muaviye’ye hakaret etmiş olacak. İş bu noktaya kadar gelmiştir ve devam ediyor. Kahramanmaraş Olayları’nda bunu gördük, can almaya kadar bu düşmanlık varabiliyor. Benim çocuklarımdan, vakıf çocuklarımdan bir tanesi, bir kız, Akşehirli bir kız, öğretmen okulunu bitirdi. Sevdiği erkek Alevi. Çok büyük bir olay oldu Akşehir’de, bir Alevi delikanlıyı bir kızın sevmesi. Bir Sünni kızın sevmesi.
Oysa o delikanlı ne Aleviliği biliyordu ne de gerçek Aleviydi. O Sünni denilen kız da ne Sünniydi ne de Sünniliği biliyordu. İki tane Türk insanıydı. Türkiyeli iki insandı. Ve bu, büyük şeylere birçok yerlerde varmıştır, cinayetlere kadar, ama o tatlıya bağlandı, aileler dargın kalmak koşulu ile onlar evlendiler ve üç tane çocukları oldu. Bu bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Bu olay etkilemiştir beni. Bu şey hakkında, bu düşmanlık hakkında, doğrusu beni 12 imam da, bu size aykırı gelebilir, bağışlayın beni lütfen çünkü çoğunuz sanıyorum ki Alevisiniz ve benim de bütün inanmış insanlara saygım olduğu gibi Alevilere biraz daha çoktur saygım, neden söyleyim…
ÖNEM VERİYORUM
Çünkü…
Hangi tarihsel neden olursa olsun en çok hoşgörüye dayanan bir inançtır. Ama dinsel inançlara karşı ve dinsiz bir insan olarak… Bu anlamda, Aleviliği tutmuyorum. İnsancıl yanını ve hoşgörü yanını tutuyorum. Ona çok değer ve önem veriyorum. Şii’likle ben onu da anımsıyorum ve muharemlerde 10 Muharrrem mi öyle bir şeydir, matem günündeki Şii’likle kaynak olarak Aleviliğin yakınlığı elbette vardır, hatta şöyle diyebilirim. Yanlış da olabilir, ama böyle yanlış bir düşünce var kafamda; Alevilik, Şii’liğin Türkiye’leşmesidir. Türkiye’leşmesidir, çünkü aslında bizim Türkiye Müslümanları, Arap Müslümanlarına benzemiyorlar.
Türkiye Müslümanlığı başka bir çizgiye sokmuştur genelde, bunu anlamak için “Cami-ül Eser”’in içine girmek bile yetiyor, ben “Cami-ül Eser”’e birkaç kez girdim. Medreselerini de gezdim, gördüm. Örneğin caminin içerisinde, o büyük caminin içerisinde çocuklar koşmaca oynarlar ve entarili Arap yerde yatmıştır, uyuyordu, horlaya horlaya ve entarisi açılmıştır. Cinsel organı şişe şişe kabarmaktadır, onu ben gözümle gördüm. Türkiye’de camide böyle birşey olmaz, ister Sünni olsun ister başka şeyden olsun. Yani Türkiye İslamlığı Türkiyeleşmiştir, Alevilik de bana göre Şii’liğin Türkiyeleştirilmişidir.
Türkleştirmek demek istemiyorum, çünkü Türk olmayan Aleviler de vardır, Kürt Aleviler vardır ama, Türkiyeleştirmiştir ve insancıllığı da buradan geliyor zannediyorum. Bir de başka birşey var, tabii ırk etkisini öne almayan bir insanım bildiğiniz gibi, ama en öz Türklerdir onlar; nereden anlıyoruz, çünkü gelenekleri, Türk gelenekleri, hala sürmektedir, gelenek ve görenekleri onlarda sürmektedir.
Aleviliği yorumlamak
Oysa Türkiye çok karışmış bir ülkedir. Çok iyi karışmış ayrıca ama, Aleviler o kadar, onlar kadar karışmamışlardır bulundukları daha çok toprak insanları oldukları için. Yani örneğin Bektaşiler gibi şehirleşmemiş, daha çok köy insanlarına dayandığı için daha gelenekleri ile Türklüğü sürdürmüş insanlar olarak görüyorum onları.
Şimdi bugün Aleviliği nasıl yorumlamak gerekir. Ben düşüncemi söyleyeceğim. Önce Musa idi galiba bu saz çalan arkadaşımız, bu kohmirem kohmirem diyen Sabir’in yine Azerbeycanlı Sabir’in şiirini okudu, aslında korhiyir, kohmirim filan yalan…Hem de adam akıllı korhiyir, çünkü şurdan belli, Sabir’in şiirini bozdu, “Nerede yobaz görirem korhirem”. Öyle değil ki “Harda Müselman görirem korhirem”. Korktu Müslüman görmekten korkmaktan…
Hatta bütün dillerde atasözü haline gelmiş bir deyim vardır. “Kork Allah’tan korkmayandan” derler. Onun için Allah’tan korkmayan biri başa geldiği zaman ondan Türk Halkı korkar. O deminki Sebir’de de şiirini okuyan, şiiri okunan Sabir de Şia mezhebinden. Ben bizim din ateşleriyle konuştuğum ve tartıştığım zaman bana sık sık Aleviğin mezhep olmadığını söylüyorlar. Doğru, Alevilik mezhep değildir. Ama bir tarikat mıdır, bilmiyorum, siz daha iyi biliyorsunuz. Elbette, ne olduğunu doğrusu Aleviliğin; önemli, değerli bir şey olduğunu biliyorum.
Ama tarikat desem tarikat değil, çünkü bir şeyhten şeyhe geçmiyor, Bektaşilik gibi bir ruhsat alınarak yeni bir şeyh olmuyor, efendim, haa, mertebe o filan böyle şeyler, yani biraz somut olarak fiilen var, olan, ama adı mezhep olmayan, tarikat olmayan bir şeydir. Ve daha çok tabii, Aleviler daha çok Türkiye’ye özgü bir durumdur. Mertebe derseniz deyin, ama adı bence adı pek konmamış gibi yanlış şeyler söyleyebilirim. Ama mezhep olmadığına, tarikat olmadığına göre, bünyesi bakımından olamadığına göre bir ad bulunması gerekir. Mertebe uygunsa mertebe denilebilir.
Ama mertebe cumhurbaşkanlığı da mertebe, Alevi değil, ama onun için onlar başka bir şey vardır ya da vardı, belki ben bilmiyorum. Bugün nasıl yorumlanmalıdır. Ben genelde 400 yıl önce ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen onların yürürlükte kalmasından yana değilim. 700 yıl önce, 750 yıl önceki Mevlana da öyle, tabii bunların içinde ölümsüz değerde sözler elbette vardır. Ama o felsefe bütünüyle bugüne ait uygulanamaz ve o yüzden ben Müslüman değilim, yoksa Kuran’da da güzel sözler var. 1300-1400 yıl önceki sözlerin, kimin sözü olursa olsun, eskiyeceğine inanmıyorum. Eskimiştir.
Bugün Pir Sultan’ı yaşatmak, ondaki gerçeklerin çağcıllaştırılma, bugünkü çağa uyar hale getirebilsek, o zaman ondaki nedir onlar, insancılık başta olmak üzere bir de haksızlıga karşı ayaklanmak ya da karşı gelmek yoluyla olabilir. Bunu sazda, sözde, şiirde yeni Pir Sultan Abdallar, çağcıl Pir Sultan Abdallar, yeni demelerle yeni deyişlerle ortaya koyabilirler ancak. Aynen tekrarında bilimsel yararlar vardır, tarihsel yararlar vardır. Ama bugünün koşullarına hepsi uymaz, uyamaz zaten. Bu mümkün değildir nokta. Değişime aykırı bir olaydır.
Onda değişmeyen özleri bulup onları sürdürmek gerekir. Şimdi çok aykırı gelecek size, zannediyorum ki aykırı gelecek, ben saza da karşı bir insanım. Bu saz böyle devam ettikçe Türk milleti bir adım ileri gidemez. Yunus zamanında bu saz böyle çalınıyordu, 770 yıl önce Pir Sultan Abdal zamanında da böyle çalınıyordu, bugün de böyle çalınıyor. Bu sazı alıp da Pir Sultan Abdal’ın demeleriyle bunu çalarsak bu olmaz; hiçbir ilerleme olmamış demektir. Türkiye bir adım ileri gitmemiş demektir. Sazda bir hamle, bir atılım, bir modernlik, bir çağcıllık yaratırsak şiirlerinde ve şarkılarında türkülerinde yaratabilirsek bunu başarabiliriz. Bu çok güç bir iştir. Ama bu çok güç işin altından kalkmak zorunda Türkiye. Kalkamıyor bugün kadar.
Almanya’ya giden, Avrupa’ya giden delikanlıları görüyorum, hepsinin elinde bir siyah torba içinde saz. Düşünün ki bu saz hiçbir öğretim görmeden kendiliğinden öğreniliyor. Olabilir mi böyle bir şey? Haa sazda yenilik yapanlar yok mu? Bir kaç tane yenilik yapanlar var. Bunları tanıdık, yaşadık bunlarla. İşte o yenilikleri ya da başka yenilikleri getirmesek saza, bu saz kendimizin kendi ayak bağımız olacaktır gibi geliyor bana. Hiç çağcıl bir olay değildir bu. Tıpkı cami mimarisinde Süleyman, Mimar Sinan’ı taklit ederek onun yaptığı camiler gibi cami yapmaya benzer. Kocatepe Camii böyle bir örnektir. Bir zaman sonra bu camiler bir anıtsal ören olarak kalsa, yani cami kalmasa da diyelim ki 1000 yıl sonra 3000 yılında bunlar yerin altında kalsa, arkeologlar orayı kazıyıp çıkarsalar, bakacaklar bu ne camisi, Ankara’da Kocatepe Camisi. Allah Allah, bu cami diyecekler ki yahu Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı caminin kötü bir kopyası, hiç Türkler ilerlememiş mi, bunu soracaklar, sazda da böyle
Türküde de böyle, şiirde de böyle, biz nereye geldik, işte o zaman Pir Sultan ve onun gibi bunlar toplumsal ve lejander kahramanlardır, onun yoluna bağlı kalmış oluruz. Yoksa aynen yineleyerek değil.
Aynen yinelemenin yeri tarihtir. Tarih dersidir, tarih bilgisidir. Bu atılımı yapmamız yine onlara dayanarak olabilir. Pir Sultan’ın gerçek değerini vererek. Örneğin etkinlik 4. ’süymüş galiba, burada görüyorum, 400 yıllık Pir Sultan’ın 4. kutlama töreni olabiliyor.
Türkiye’de ağır siyasi baskılardan dolayı Pir Sultan Abdal Derneği’nin Başkanı’nı kutluyorum, candan çok güzel bir çok değerli bir konuşma yaptı, Sayın Vali’mizi de kutluyorum. Ondan ben Vali’yi kutlamaya alışık değilim, ama bu Vali’yi elbette kutlayacağım böyle bir Vali’yi…İşte benim kısaca Pir Sultan Abdal hakkında söyleyeceklerim bunlardır. Özet olarak tekrarlamak istediğim şu: Pir Sultan Abdal bir kişi değildir, Türk Halkı’nın büyük çoğunluğudur. O nereden belli, çünkü bir çok Pir Sultan Abdallar vardır, onu benimsemişlerdir, onun felsefesi doğrultusunda yazmışlardır şairler. Onlar hepsi, tıpkı bu şeylere benzer; market, mahalle bakallarını nasıl kaldırırsa bir tane Pir Sultan Abdal çıkar öbürlerinin aynı yolda olanlarının adını siler. İşte bizim tarihimizde çok var. Özellikle halk şairlerinde pek çok var. İkincisi de Pir Sultan felsefesinin doğrultusunda yenilikler ve atılımlar yapmak zorundayız. Yoksa biz gene biz oluruz, yüzde 60 mı yüzde 90 mı aptal oluruz belli olmaz.
Sağolun teşekkür ederim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder