
Kapitalist üretim ilişkilerinin yeni yeni nüfuz etmeye başladığı Osmanlı devletinin son dönemine kadar, ticaret, ağırlıklı olarak gayrimüslim tebaanın eliyle yürüyordu. Bu olgu TC’nin kuruluş yıllarında da varlığını sürdürecekti. Lozan Konferansıyla “azınlık” statüsü verilen Rumlara ve diğer gayrimüslimlere, yeni gelişmekte olan Türk burjuvazisi bir taraftan gıpta bir taraftan da açgözlü bir kinle bakıyordu. Bu “azınlıklar”ın burjuva kesimlerinin sahip olduğu servet ve mülkiyete çeşitli biçimlerde el koyma girişimleri en açık ifadesini aslında daha II. Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe konulan Varlık Vergisi ile bulmuştu.
TC devletinin kuruluşundan itibaren siyasal yaşama damgasını vuracak olan kesim Osmanlı’dan sarkan sivil-asker bürokrasi olacaktı. Burjuvalaşma öncelikli olarak bu bürokratik elit kesimde ve onun eliyle gerçekleşecekti. Bir taraftan M. Kemal, Türk burjuvazisine “zenginleşin” diye seslenirken, öte taraftan, kimi uygulamalarla gayrimüslimlerin elinde yoğunlaşan sermayenin, Türk burjuvazisine akışı amaçlanıyordu. Bu tarihlerde, İT (İttihat ve Terakki) çizgisinin takipçisi olan CHP tarafından hazırlanan “Azınlıklar Raporu”nun Rumlarla ilgili bölümünde şu ifadeler yer almaktaydı: “Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500.) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir.”[1]
Olayların gelişimi
Olayların patlak vermesine zemin hazırlayan etken, Kıbrıs’ta İngiliz sömürgeciliğine karşı Rumların başlattıkları bağımsızlık mücadelesiyle hâsıl olan Kıbrıs sorunu idi. Bu yıllarda uluslararası arenada, 2. Dünya Savaşının bitimiyle yeni siyasal dengeler kurulmaya başlanmıştı. Harabeye dönmüş Avrupa ülkelerinde ABD’nin de desteğiyle hızlı bir kapitalist gelişme dönemi yaşanmaktaydı. 1955’e kadar Türk devletinin gündeminde olmayan Kıbrıs sorunu, ilk defa olarak 50’li yılların başında, Rumların İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık mücadelesini yükseltmeleriyle TC’nin ilgi alanına girdi. Kıbrıs stratejik açıdan Ortadoğu’da hem petrol bölgelerine hem de bölgedeki karışıklıklara yakınlığı nedeniyle İngiltere’nin kolayca vazgeçemeyeceği bir konumda bulunuyordu.

Adadaki gerilimin artması üzerine, İngiltere, Londra’da, Yunanistan ve Türkiye’nin katıldığı, 27 Ağustostan 7 Eylüle kadar sürecek bir konferans gerçekleştirdi. Konferansın başlamasından kısa bir süre önce dönemin Başbakanı Adnan Menderes, “Kıbrıs’taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi karşısında bulunduğu”nu söylüyordu. Menderes, İstanbul Liman Lokantası’nda yaptığı konuşmada, 28 Ağustos tarihinde Türk azınlığa karşı “gerçekleştirileceğini duydukları”[4] katliama karşı Kıbrıslı Rumları ve Yunanistan’ı uyarıyordu. Bu sıralarda, Türkiye’de, Demokrat Parti’nin desteğiyle kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) ile İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği (İYOTB) gibi örgütler yaptıkları çağrılarla azınlıklara karşı şovenist bir dalganın zeminini döşemekteydiler.
1950’deki seçimlerle muhalefet partisi konumuna düşmüş olan CHP de bu şoven dalganın yayılmasında ve olayların örgütlenmesinde faal bir rol oynadı. O yıl yayınlanan Ulus gazetesinin 2 Temmuz tarihli nüshasında CHP Gençlik Kollarının, Kıbrıs’ın Türkiye dışında başka bir devlet tarafından ilhak edilemeyeceğini, “sadece bir Türk gönüllüler alayının bile, değil Kıbrıs’a, Batı Trakya hatta bütün Yunanistan’a Türk sancağı dikecek gücü olduğu”nu vurgulayan açıklamaları yer alıyordu.
Londra’da görüşmelerin başlamasıyla beraber, Türkiye’yi temsil eden Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Ağustos ayı sonunda büyükelçilikten Ankara’ya çektiği şifreli bir telgrafta, Rumların lehine görünen dengeleri Türkler lehine değiştirecek bir şeylerin “orada” (Türkiye’de) yapılması gerektiğini bildiriyordu. Konferansın son günlerine gelinirken, 4 Eylülde Kıbrıslı Türkler Londra’da bir gösteri düzenlediler. 5 Eylülde Taksim’de toplanan kalabalık da, kitlesel bir gövde gösterisi gerçekleştirdi. Bu sırada şehrin dışında yoğun bir hareketlilik yaşanmakta, “İstanbul’u gezmek” üzere kamyonlara ve trenlere doldurulan ve çoğunluğu bilinçleri milliyetçilikle zehirlenmiş yoksullardan oluşan kalabalık bir güruh İstanbul’a doğru getirilmekteydi. İyice gerilen ortamda olayları ateşleyen kıvılcım, ertesi gün saat 13:00’da devlet radyosundan duyurulan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalı saldırıya uğradığı haberiydi. Dönemin istihbarat örgütü MAH’ın hizmetinde çalışan İstanbul Ekspres gazetesi aynı gün öğleden sonra yaptığı ikinci baskıda, olayı manşetten duyurarak haberin yayılmasını sağladı. Normalde 20-30 bin civarında tiraj yapan gazetenin ikinci baskısı, o dönemin teknik koşullarında hiç de kolay olmayan bir sayıda, 290 bin adet basılmıştı. Gazetenin dağıtımından hemen sonra KTC ve İYOTB’nin yönlendirdiği kalabalık güruh, akşam saatlerinde, kamyonlarla dağıtılan ve hepsi tek tip olan sopa, balta ve kazma gibi aletlerle Taksim’de toplanıp İstiklal Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçtiler. Daha evvelden Rumlara ait olduğu tespit edilerek duvarları kırmızı haçlarla işaretlenmiş, tabelâsı yabancı dille yazılmış, Tünel’e kadar uzanan güzergâhta bulunan tüm mekânlar yağmalandı. Ev ve işyerlerine giren güruh içerisinden kimi yağmacılar “cana zarar verilmeyecek, sadece mala zarar verilecek” diye bağırıyorlardı. Kimi dükkân sahipleri yağmadan kurtulacakları düşüncesiyle vitrinlerine Atatürk’ün büstünü ve Türk bayrağını koymuşlardı.

İlk gün, gelişen ve yayılan olaylara dair hükümetten herhangi bir açıklama yapılmadı. Gece yarısı sıkıyönetim ilan edildiği duyuruldu. Ancak sabahın erken saatlerinde sıkıyönetim kaldırıldı. İkinci günün akşamı tekrar sıkıyönetim ilan edildi. Ordu olayları izledikten sonra ikinci günün sonunda kalabalığa müdahale edip dağıttı ve olaylara son verdi.
Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylülde İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültürevi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu.
İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı (örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi).[5]
Kaynaklara göre, olaylardan sonra İstanbul’da 5104, İzmir’de 424, Ankara’da ise 171 kişi tutuklanmıştı. Ne var ki bunların çok büyük bir kısmı bir süre sonra serbest bırakıldı ve ceza alanlar küçük bir azınlığı oluşturdu.
Olayların hemen ardından basında önce, “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadeler yer alırken kısa bir süre sonra ağız değiştirilerek, hiçbir delile dayanmadan “komünistler” günah keçisi ilan edildi. Emniyetteki dosyada adı yer alan elli solcu aydın tutuklandı. Aceleyle hazırlanmış suçlular listesinde çok önceden ölmüş olanlar ve askerliğini yapmakta olanlar da vardı! Aydınlar 5 ay cezaevinde tutulduktan sonra beraat ettiler.
Sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz, tutuklanan solculara ne yapılacağı sorulduğunda “İstanbul’u yaktıran o heriflerdir. Hepsine müstahak oldukları cezayı verdireceğim. 10-15’ini sallandıracağım, geri kalanını da 25’er, 30’ar yılla zindanda çürüteceğim” yanıtını vermişti. Aknoz’un talimatına göre, olayların “komünistler dışında” birileri tarafından yapıldığını yazan gazeteler kapatılacaktı. Ancak olayların sorumluluğunu solculara yıkma fikrini danışmak üzere ABD’den getirtilen uzman, yaptığı araştırmadan sonra “komünist parmağı” görüşünü doğrulamayacak, bu kadar güçlü olmaları durumunda komünistlerin etrafı tahrip edeceklerine ihtilal yapmayı yeğleyeceklerini söyleyecekti. Olayların yaşandığı günlerde İstanbul’da gerçekleştirilmekte olan uluslararası toplantıları izlemek üzere gelen çok sayıda yabancı gazeteci, olayları dünya basınına aktarmışlardı. Bu toplantıların en önemlileri, “IMF ve Dünya Bankası toplantısı”, “Uluslararası Kriminoloji-Polis Konferansı” ve “10. Bizans Tetkikleri Kongresi” idi. Tutuklanan solcu aydınlardan biri olan Aziz Nesin, bir röportajında, olayların dünya basınına yansıması sayesinde ipten döndüklerini anlatacaktı.
Burjuva devlet Yassıada Duruşmalarında kendini aklıyor...
27 Mayıs 1960’ta ordunun darbeyle yönetime el koymasının ardından gerçekleştirilen Yassıada Duruşmalarıyla olaylar tümüyle Menderes hükümetinin üzerine yıkıldı. Duruşmalarda ortaya çıkanlarla olayların baştan sona planlı bir şekilde yürütüldüğü ifşa edilecek, ancak devletin oynadığı asli rol tamamen hükümete yıkılarak Türkiye Cumhuriyeti devleti aklanacaktı. Demokrat Parti’nin yöneticilerine 6-7 Eylül olaylarını tertip ettikleri iddiasıyla açılan davada, Başbakan Adnan Menderes’e ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya altışar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı’ya ise 4,5 yıl hapis cezası verildi. Fakat, Yüksek Adalet Divanı, devletin perde arkasındaki rolünün açığa çıkmasına engel olmak için dava dosyasını 5 Ocak 1961’de kapattı ve sanıklara açılan davayı geri aldı.
Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalanması olayının da planlı bir şekilde gerçekleştiği kısa bir süre içinde açığa çıktı. Bombalanan ev Türk Konsolosluğu ile aynı bahçede bulunuyordu. Bomba bahçeye atılmış ve evin sadece camları kırılmıştı. Bombalama olayının gerçekleştiği gece konsolosluk görevlisi Hasan Uçar gözaltına alındı. Böylece düğüm de Yunan mahkemelerinde çözülmüş oldu. Bomba Selanik’teki konsolosluk görevlisi Mehmet Ali Balin tarafından diplomatik kurye ile İstanbul’dan getirilmiş ve Selanik Üniversitesinde öğrenci olan Oktay Engin’in azmettirmesiyle Hasan Uçar tarafından bahçeye yerleştirilmişti. Engin, daha sonra TC vatandaşlığına alındı ve öğrenimini Türkiye’de sürdürdü. Bir süre Emniyet Genel Müdürlüğünde ve MİT’te aldığı görevlerden sonra Nevşehir Valiliğine atandı.
6-7 Eylül Olaylarının üzerinden 40 yıl geçtikten sonra, o günlerde Özel Harp Dairesinde çalışan eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bir röportajda, “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyecekti. Emekli generalin “amacına ulaştı” ile ne kastettiği, bugün azınlık nüfusunun durumuna bakıldığında ortaya çıkıyor. 6-7 Eylül 1955, gayrımüslim sermayeye el konulmasıyla, Türk kimlikli sermayenin palazlanmasında bir başka önemli basamak oldu. Olaylardan sonra Türkiye’deki Rumların sayısında önemli bir azalma gerçekleşti. 1924’teki sayımlarda 1 milyon olarak sayılan İstanbul nüfusunun 280 binini Rumlar oluşturuyordu. Bugünse bu sayının 1500-2000’e indiği görülüyor.
Yaşadığımız ülkenin tarihi buna benzer nice kanlı örneklerle dolu. Türk devletinin kuruluşunda önemli bir destek aldığı Kürt halkı, sayıca hiç de azınlık olmadığı halde, Türk ulus-devletinin sınırları çizildikten ve cumhuriyet ilan edildikten sonra yok sayılmış, Kürtlerin kendi dillerinde konuşmaları dahi yasaklanmıştı. Türk egemenleri, bugün nice mücadelenin ardından kırıntı düzeyinde kimi hakları vermek zorunda kalsa da, bunları geri almak için fırsat kollamaktadır. TC devleti, Osmanlı’dan devraldığı katliamcı ve entrikacı geleneğini bugün de sürdürmektedir. Farklı milliyetlere sahip insanlar arasına ektiği nifak tohumlarını kendi varlığının bir güvencesi olarak hâlâ kullanagelmektedir. İçinden geçtiğimiz dönemde de burjuvazinin statükocu-devletçi kanadı, milliyetçilik rüzgârını körükleyerek halklar arasında nifak tohumlarının filizlenip boy vermesine çaba gösteriyor.
Burjuvazinin bu yöneliminin karşısında, bugün bu topraklar üzerinde kapitalistlere karşı yürütülecek mücadelede başarıya ulaşmanın yolu, farklı kültürlerden ve farklı uluslardan işçilerin ortak sınıf çıkarları ekseninde birleşerek mücadeleyi yükseltmesinden geçiyor. Bugüne kadar yaşanan tarih ortada. Ancak kapitalistler, tarihi kendi çarpıtmalarıyla bezeyip toplumun önüne “yaşanan tarih” diye sunuyorlar. Tarihi doğru bir şekilde öğrenebilmek her şeyden önce sınıfsal bakışı kazanmakla mümkün olacaktır. Geçmişte yaşananları öğrenmek ve tarihsel hafızaya kazımak, işçi sınıfının kendisine yönelen saldırıları göğüslemesini sağlayacak, geleceği ellerine almaya doğru atacağı adımları sıklaştıracak ve sağlamlaştıracaktır.
Cem KESKİN
[1] Aktaran Faik Bulut, Kürt Sorununa Çözüm Arayışları, Ozan Yay., 1998, s.178. Bu raporun kapsamlı bir değerlendirmesi için bkz. Rıdvan Akar, “Bir Resmi Metinden Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110 (1998), s.68-75.
[2] Deniz Moralı, Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir
[3] İngiltere, daha önce de, 1931 yılında İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanan Rum halkının isyanını bastırmakta kullandığı kolluk güçlerini, isyanın karşısında yer alan Türklerden oluşturmuştu.
[4] Menderes’in “gerçekleştirileceğini duyduğu” katliam haberini yazan, Kıbrıs’ta çıkan Nacak gazetesinin muhabiri Aydın Konuralp idi. Kuşkusuz bu haber tümüyle bir asparagastan ibaretti. 1960’taki Yassıada duruşmalarında bu gerçeği açıklayan Konuralp, Demokrat Parti’nin beş bin liralık parasal yardımıyla desteklenen KTC’nin Ankara Şubesinin kuruluşunu örgütleyen kişiydi.
[5] Emekli hakim Fahri Çoker’in Tarih Vakfı’na bıraktığı belgelerde yer alan rakamlar.
marksist.net alıntısıdır.
marksist.net alıntısıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder